11 Ekim 2010 Pazartesi

Türk(iye) Eğitim(sizliğ)i ve YÖK'ün "Üniversiteler"ine İtiraz! / Temel Demirer

Türk(iye) Eğitim(sizliğ)i
ve YÖK'ün "Üniversiteler"ine İtiraz! / Temel Demirer

class="rteright"> TEMEL DEMİRER
Başlangıcında her yeni
düşünce,
size="2">tek kişilik bir çoğunluk oluşturur.” size="2">[1]
 
Bir kez
daha Türk(iye) eğitim(sizliğ)i, YÖK’ün
üniversiteleri üzerinde konuşmam istendiğinde, bu konuda hemen
hemen söylenecek sözün kalmadığını size="2">[2] ve Fikret Kızılok’un,
“Demirbaş” şarkısındaki, “Zeki Müren ortada/
Bülent Ersoy erkekti/ Vietnam Savaşı’nı/ Kendisiyle
başlattı.../
Süleyman hep başbakan/ Başbakan hep Süleyman.../
Mao
henüz ölmemiş/ Ortaokul bitmemiş/ Yahya işe başlarken/ bankalar
hep bomboktu.../ Süleyman hep başbakan/ Başbakan hep Süleyman.../
Kırat attan inerek/ Kemerini sıkmıştı/ Halk üstüne binince/
Başımıza çökmüştü/ Hak hukuk düzen vardı/
Çüş demesi çok zordu/ Tam askere giderken / Yine ihtilal
oldu.../ Süleyman hep başbakan/
Başbakan
hep Süleyman.../ Ne padişah ne sultan/
Bir
enişten bir ablan/ Yanında bir de baban/ Sefam olsun yaradan/ Süleyman
hep başbakan/
Başbakan
hep Süleyman...” sözlerini anımsadım…
Niye mi?
Süleyman Demirel hâlâ siyasi hayatın
“Demirbaş”larından, tıpkı 1980 darbesi mamûlatı
YÖK gibi, tıpkı hepimize durmadan “Türküm, doğruyum,
çalışkanım… Varlığım Türk varlığına emanet
olsun!” dedirten “milli eğitim(sizlik)” gibi…
Yaşadığımız coğrafyada kronikleşmiş bir egemenliğin sopası
olarak tasavvur edilen eğitim(sizlik)den onun üniversitelerine
söylenmesi gereken sözlerden değil, itiraz ve isyan edilmesi
zaruri nedenlerinden söz edeceğim sizlere…
Bunun
böyle olması gerekiyor; çünkü 12 Eylül
darbecilerinin YÖK’ünden AKP’ye devredilen zulüm
karşısında artık başka yol yok!
 
EĞİTİM VE “MİLLİ”Sİ!
 
Bilmeyen yoktur umarım; sınıflı-sömürücü
yapılarda eğitim denilen şey, nihai kertede bir egemenlik ve egemenliği
üreterek sürdürmekten baka anlam taşımaz…
Yani
eğitim, üzerine hangi ahkâm kesilirse kesilsin, sınıfsal bir
şeydir, bir sınıf içindir…
Bunların
altını özenle çizdikten sonra şunlardan da teorik ve soyut
olarak söz edebiliriz:
Eğitim,
bilgi ve beceri kazandırmak amacıyla yapılan işlevsel bir etkinliktir;
bir yandan kişinin çevresinden edindiği olumsuz
alışkanlıklarını kırar, öte yandan ona toplumsal yaşamın
gerektirdiği tutarlı davranışlar kazandırır.
“Bilgi cehli (bilgisizlik) giderir, adamlık öğretmez”
söylemi, eğitimin, insanı insan kılmasındaki etkinliğini
açıklamaya yetiyor. Mark Twain, “Eğitim kafayı geliştirmek
içindir, belleği bilgiyle doldurmak için değil” diyor.
Hint düşünürü Krişnamurti de, “Gerçek
eğitim, insana düşünmeyi öğretir” diyerek
Twain’i tamamlıyor.
Ezberciliği öne çıkarıp kural belletmeyen;
öğrenciyi eleştirel düşündürmeye yönelten bir
yöntem uygulanıyorsa, sorun temelinden çözülmüş
olur.
Aziz
Nesin, Nesin Vakfı’nın kurulduğu 1972 yılında
düşündüklerini ancak 15 yıl sonra, 1987’de,
“Eğitim Konusunda Vasiyetimdir” başlığıyla yazabildiğini
belirtir. Nesin’e göre eğitim, yaratıcılığı
geliştirmelidir. Bunun da, öğrenciyi tüketici durumdan alıp
yaratıcılığa yönlendirmeye bağlı olduğunu savunuyor.
Nesin’in üreticilikten anladığı; öğrencinin, hayvansal,
tarımsal, endüstriyel, el sanatları ve doğal kaynaklardan
yararlanarak, bütün maddi ürünlerin elde edildiği bir
ortamda üreterek eğitilmesidir.
Yine Ona
göre, yinelemeye dayanan ezberci eğitim, kişiyi bilgi
öykünücüsü (taklitçisi) durumuna
düşürür. Bu koşullarda, öğrenci, dağarcığını
bilgiyle doldurur, ama o bilginin gerçek sahibi olamaz. Bunun,
öğrenciyi yasaklarla bunaltılmayan, sorunların özgürce
tartışılıp özeleştiriden geçirildiği doğal ortamlarda
gerçekleştirilebileceği kanısındadır.
Şimdi
bu işaret ettiklerimizle size verilen “milli eğitim(sizliğ)”i,
onun sizden istediği ve dayattığı “biatı”
düşününün…
Okulda
mısınız? Kışlada mı? Karar verin… Bir yer kışlayı
andırıyorsa, okul olmayı hak edemez, böyle
nitelenemez…
Ya
eğitim(sizliğ)in sizlere dayattığı bireycilik, rekabet,
açgözlülük yani George Sand’ın, “Bencil
her yerde yalnızdır”; Ermeni atasözünün, “Yerp
sirum es ko ıngerin, aveli medz es, kan yete sires miyayn kez, miyayn ko
‘yes’ı”;
[3]
Anderson’un, “Bencillik, en belirgin aptallık
örneğidir,” sözlerini unutturan nitelikler? Ona ne
demeli?
Geçerken Albert
Einstein’ın,
“Darwin’in varolma
mücadelesi ve onunla bağlantılı seçilim kuramı pek çok
kişi tarafından rekabet ruhunun cesaretlendirilmesine yetki olarak
anlaşıldı. Kimileri böylelikle, sahte-bilimsel bir tarzda, bireyler
arasındaki yıkıcı iktisadî rekabet mücadelesinin
gerekliliğini kanıtlamaya da çabaladılar. Oysa bu yanlıştır,
çünkü insan varolma mücadelesindeki
gücünü toplumsal bir hayvan olmasına borçludur. Bir
karınca yuvasında yaşayan karıncaların hayatta kalabilmek için
birbirleriyle savaşmayı ne kadar gereksiniyorlarsa, insan cemaatinin tekil
üyeleri arasındaki savaşım da o denli gereklidir,”
sözünü anımsatarak ekleyeyim: Bu eğitim(sizlik)ten
kardeşlik, dayanışma, sosyallik, saygı, sevgi, sorumluluk
çıkmaz…
Çıksa çıksa, “orman yasaları”na biat
eden “linç”, şövenizm, milliyetçilik,
barbarlık çıkar…
Yaşıyorsunuz, görüyorsunuz, yaşadıklarımız,
“milli” denilen “eğitim(sizliğ)”in doğrudan
ürünüdür!
 
EĞİTİM(SİZLİK)İN “DURUMU”
 
Bu da,
tamı tamına bir eğitim(sizlik)in “durumu”na denk düşer
ki, bu açıdan da Türk(iye) egemenlerinin eğitim(sizliğ)inin
özgürleştiriciliğinden değil; şiddette yaslanmış
aptallaştırıcılığından, sürüleştirmesinden söz etmek
gerekiyor…
“Şiddet” dedim…
Örneğin Tepeköy İlköğretim Okulu’nda
sözleşmeli öğretmenlik yapan sınıf öğretmeni 36
yaşındaki H.A., ikinci sınıf öğrencisi F.O.’yu, ders
kitabını getirmediği gerekçesiyle tahtaya kaldırarak, sınıftaki
diğer 28 arkadaşına tek tek tokatlattı…
Buna
benzer binlerce örnek verebilirim!
Eğitim(sizlik) serüveninizde “öğretmenin vurduğu
yerde gül biter” sözünü duymayan, ensesi, suratı
“gül bahçesi”ne(?!) dönmeyen var mıdır acaba?
Sanmıyorum!
Sadece
ilk ve orta öğretimde değil; üniversitede de böyledir bu;
özel güvenlikler, astsubay emeklisi yöneticiler, vs…
Onların ne ve niçin olduğunu bilmeyen, görmeyen var
mı?
Bunlarla
birlikte ekleyeyim:
Bahçeşehir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hande Eslen Ziya ile
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim
Üyesi Yrd. Doç Dr. Itır Erhat’ın okulöncesi
çocuk kitaplarına ilişkin araştırmasının ortaya koyduğu
sonuçlar çok çarpıcı:
Kitaplarda engelli, farklı etnik gruplardan çocuklara yer yok,
çocukların hepsi çekirdek ailelerde yaşıyor…
Sünnet erkekliğe geçiş töreni, sünnetsiz olan
“pis”…
“Meraklı”, “yaratıcı” erkek çocuklar
dışarıda oynayıp, babalarıyla bir şeyler inşa ediyor, “sevgi
dolu” kızlar evde kek yapıyor!
Evet
anti-hümanist, cinsiyetçi ve ataerkil eğitim(sizliğ)in
nüveleri buralarda…
Ayrıca eğitim artık kamusal değil,
ücretlidir…
Örneğin Kadıköy’deki Cenap Şehabattin
İlköğretim Okulu’nda temizlik, projeksiyon, bilgisayar
masrafları adı altında toplanan ve 150 TL’den başlayan
“bağış” paralarını ödeyemeyen öğrenci isimlerinin
panoya asılarak teşhir edilmesi gibi…
Üniversitelerdeki “harç” alt başlıklı
haraçlar” gibi…
Nihayet
dökülen bir eğitim camiası…
Eğitim-Sen’in anketi, katılanların yüzde 57.7’sinin
kendi görev alanları dışında “Ne iş olsa yaptığı”nı
da ortaya koydu…
Milli
Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan ‘2009 İç Denetim
Faaliyet Raporu’nda yer alan tespitlere göre, eğitime ayrılan
bütçe personel giderlerini zor karşılıyor... Ders kitapları
sorunlu, ders saatleri yetersiz...
Türkiye’de 133 bin 317 öğretmen açığı var. En
çok ihtiyaç 18 bin 373 öğretmenle okul öncesi
eğitimde... 26 bin eğitim kurumunda bir tek yardımcı personel bile
yok… Önemli bir sorun da bölgeler arası dengesizlik…
Okulların yüzde 50’si “vekil”lerle
yönetiliyor…
Durum
bu; tam da bunun için “Silahlanmaya değil, bilimsel eğitime
bütçe” diyoruz…
Bilimsel eğitim” dedim; gerçekten de
ihtiyacımız olan bu; hani Konfüçyüs’un,
“Bilgi insanı kuşkudan, kararlı olmak korkudan
kurtarır,” dediği türden…
Ama bu
coğrafyamızda kolay değil; bir İsmail Beşikçi’yi, bir
Fikret Başkaya’yı, bir Haluk Gerger’i düşünün,
başlarına getirilenleri anımsayın!
Yeri
geldi güncel bir örnek aktarayım: Palandöken Baraj
Gölü’nden getirilen ve yaklaşık 360 bin kişinin
içtiği suda ‘fenol’ olduğunu açıkladığı
için Atatürk Üniversitesi Çevre Mühendisliği
Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Nuhi
Demircioğlu hakkında belediye tarafından 15 bin lira tazminat davası
açılıp, üniversite de maaş kesim cezası vermişti!
Ne
memleket değil mi?
 
AKP
İLE GELEN(LER)
 
Evet,
“bilim”in, “bilimsel”liğin, “itiraz”ın,
“eleştiri”nin cezalandırılıp, yasaklandığı bir coğrafyada
yaşıyoruz…
Bunun
böyle olmasının ardında resmî ideoloji gerçeği
yatarken; AKP ile gelen(ler) de işi “muhtelif artıları”nı
oluşturuyor; buna dinsel muhafazakârlık da diyebiliriz... size="2"> [4]
A.
Einstein’ın, “Algılanamaz bir varlığın olduğunu
varsaymak... algılanabilir dünyada bulduğumuz düzenliliği
anlamaya yardımcı olmaz,” diye eleştirdiği “dinsel
muhafazakârlık” deyip geçemeyiz; bunun bilimi tehdit eden
“inanç” öğesini güçlendirdiğini
görmezden gelemeyiz…
Schopenhauer’in, “Şu dünyayı Tanrı yarattıysa,
onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın
sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh
düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona
şöyle bağırmak hakkımızdır: ‘Bunca mutsuzluğu ve bu
üzüntüyü ortaya çıkarmak uğruna,
hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl
kalkıştın?’…”; D. Hume’nin, “Eğer Tanrı
hem güçlü hem de kötülüğü ortadan
kaldırmak niyetinde ise bunca kötülük nasıl oldu da var
oldu?” sorularına muhatap olan “din” konusunda
Fichte’nin, “Din, bir bakıma insanın zayıflığını
kabullenişidir”;
Thomas Hobbes’un,
“Görünmeyen şeylere duyulan korku, herkesin kendi
içinde din diye bellediğinin doğal tohumudur”; Robert E.
Sega’nın, “Din, belirli şeylere bir açıdan bakmak
değil, herşeye belirli bir açıdan bakmaktır”; Veroc
Serenas’ın, “Hiç’in ve korku’nun kadife
sesidir tanrı”;
[5]Karl
Marx’ın, “Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek
sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı
protestodur. Din, tinsiz koşulların tini olduğu gibi, ezilmiş
yaratığın iniltisi, kalpsiz bir dünyanın ruhudur da…Bir
mutluluk illüzyonu olan dinin aşılması, gerçek mutluluğun
talep edilmesiyle mümkündür. İnsanları hayat koşulları
hakkındaki illüzyonlardan vazgeçmeye davet etmek,
illüzyonlara yol açan koşulları redde davet etmektir,”
uyarılarını da göz ardı etmemek gerek…
Çünkü… BDP Tunceli Milletvekili Şerafettin
Halis, okul öncesi eğitimden üniversiteye kadar tüm eğitim
kurumlarındaki cemaat örgütlenmeleriyle ilgili Meclis
araştırması açılmasını isterken; konuya ilişkin olarak TBMM
Başkanlığı’na bir önerge verip, bazı okullardaki olayları
isim de vererek tek tek anlattı.
Ayrıca
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı
tarafından hazırlanan Ortaöğretim Felsefe Dersi Öğretim
Programı’nda, varlık felsefesi konusu öğrencilere dini bir
bakış açısıyla yansıtılıyor. Felsefe Öğretim
Programı’nda bazı bölümlerde yer alan dini vurgular dikkat
çekiyor…
Ayrıca
YÖK, hukuk fakültelerinde Roma Hukuku, Avrupa Birliği Hukuku,
Karşılaştırmalı Hukuk, Çevre ve Deniz Hukuku Anabilim
Dalları’nın bulunması zorunluluğuna son verdi!
 
HEM
DARBENİN, HEM AKP’NİN YÖK’Ü
 
YÖK’ün nitelik ve marifetlerine geçmeden
önce, YÖK’ün hem darbenin, hem AKP’nin has baskı
aygıtı olduğunun ve düzen açısından sürekliliğinin
altını defalarca ve ısrarla çizmeme izin verin…
YÖK,
Türkiye’yi biçimlendiren resmî ideolojinin,
“Türk-İslâm Sentezi”nin, tutucu/ totaliter
iktidarın, anti-komünist ve milliyetçi askerî darbeci
kapitalizmin bir ürünüdür.
Kuruluşu, şimdi herkesin “lanetlediği”, ancak o zamanlar
radikal sosyalistler dışında herkesin boyun eğdiği, teslim olduğu,
hatta bir kısmının alkışladığı 1980 askerî darbesinin
sonucuydu.
Diktatör Kenan Evren ile cuntası, her şey gibi
üniversitelere de “nizam ve intizam” vermek, zapturapt
altına almak için “Bu işi en iyi ben yaparım,” deyip,
Evren’i ikna eden İhsan Doğramacı’yı kanalıyla
YÖK’ü kurdu…
Yani 12
Eylül darbesinin ardından hazırlanan anayasada yer alan YÖK,
üniversitelerin nasıl emir ve komuta zincirine dahil edebileceklerini
düşündüklerinde, sorularının en ideal yanıtını
Doğramacı’nın sunduğu çözümde bulmuşlardı.
Geçenlerde ölen ve ardından neredeyse “milli
kahraman” ilan edilen (“kör ölünce badem
gözlü” ilan edilir ya!) Doğramacı’nın Yüksek
Öğretim Kanunu 1981’de kabul edilip; doğrudan 1982
Anayasası’na monte edilmişti.
YÖK’ün yaptığı ilk iş seçilmiş rektör
ve dekanları görevden alıp, yerlerine yeni kişileri atamak olmuştu;
diktatör Evren de, “Üniversitelere vatanperver,
milliyetçi yöneticiler atadık” diye haykırıyordu.
O kesitte
üniversitede yönetici olmak için “bilim”
ölçütü kaldırılmış, yerine
“milliyetçilik”, “darbe yanlısı olmak”
ölçütü ikame edilmişti.
Derken
YÖK’ün ikinci icraatı, bütün üniversitelerin
ders programlarını ve ders içeriklerini belirlemek oldu.
Böylece bütün üniversitelerde bütün hocalar
aynı derslerde aynı konuları işleyecekti: Aynen ilkokullardaki
müfredat programı gibi!
Bunların
ardından tasfiyeleri 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’yla
yapıldığı için “1402’likler” diye anılan
yüzlerce öğretim üyesi üniversiteden atıldı.
Görevlerinden uzaklaştırılan bilim insanlarının tek
“suçu” cuntanın hoşuna gitmemek ve
“güvenilir” görülmemekti.
Burada
YÖK’ün sürekliliğine ve Haldun Gülalp’ın
deyişiyle “iktidar aracı” olduğuna bir kez daha dikkat
çekmek gerek; çünkü bu anlaşılmazsa, şimdilerde
AKP’nin, dün “karşı çıktığı”nı
“iddia” ettiği YÖK üzerinden üniversitelere
müdahalesi kavranmaz…
Aslı
sorulursa, YÖK işlevselliği açısında “12 Eylül
döneminden bugüne değişen fazla bir şey yok. Öğretim
üyeleri hâlâ siyasi ve ideolojik kıstaslar göre
değerlendiriliyor, yandaşlık derecelerine göre birtakım
görevlere getiriliyor veya görevlerden alınıyorlar. 12 Eylül
döneminde de, gerçek bir otoriteye sahip olmayan bazı insanlar
belli görevlere getirilerek güçlendiriliyor ve bu yolla
baskıcı rejime sahip çıkartılıyorlardı.
Yine
şimdi olduğu gibi, o dönemde de, geri kalanların kafaları
karışıyor, bir umutla beklemeleri sağlanıyor, insanlar kendi aralarında
bölünüyor ve birbirlerine düşüyorlardı. Bu
bölünmeler, tepeden inmeci otoriter yönetimleri
kolaylaştırıyordu.”[6]
Örneğin Abant İzzet Baysal Üniversitesi rektörü
Prof. Dr. Atilla Kılıç rektörlük seçimlerinde
birinci olmasına karşın YÖK tarafından Cumhurbaşkanı’na
sunulan listede üçüncü sıraya konuldu!
Ayrıca
Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde, YÖK,
Prof. Dr. Celal Artunç’u 9 oy alarak
üçüncü sırada kalmasına rağmen dekan atadı!
YÖK
Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Danıştay kararına karşı,
“Gerekirse hukuku da dolanacağız” dedi!
YÖK’ün işlevi açısından, her şey ne kadar
da net değil mi?!
O
hâlde görmek gerek: “Başkanlar değişiyor, üyeleri
değişiyor ama YÖK’ün işlevi ve faaliyet biçimi
değişmiyor. ‘Bizim taraftakiler’ ve ‘onlar’
ayrımına dayalı yandaşlık mekanizması hiç aksamadan, tıkır
tıkır çalışıyor. ‘Bizim taraftakiler’ ve
‘onlar’ sadece yer değiştiriyor. 12 Eylül rejiminin asli
kurumlarından biri olan YÖK, yükseköğretim camiasını
vesayet altında tutulması gerekenler topluluğu olarak görmeye devam
ediyor. Bundan önceki YÖK başkanlarıyla son YÖK başkanı
dönemi bu açıdan anlamlı bir süreklilik içinde...
YÖK, temellerine atılmış olan otoriter harcın gereğini yapmaya
devam ediyor…”[7]
 
ŞÖVENİZM
 
YÖK’e ilişkin olarak yukarıda ifade ettiğimiz
“orman yasaları”na biat eden şövenizmin,
milliyetçiliğin, barbarlığın, “milli” denilen
Türk(iye) eğitim(sizliğ)inin ileri karakolu ve doğrudan
ürünü özelliğine bir kez daha dikkat
çekmeliyiz…
Mesela
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde (YTÜ) sözleşmeli
öğretim görevlisiyken bir televizyon programında Kürt
sorununu tartıştığı için Özgür Sevgi
Göral’ı hak ettiği kadroya atanmadı.
Ayrıca
bir gazeteye Göral’ı ve akademik özgürlükleri
destekleyen yazı yazdığı için İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ergun
Aydınoğlu hakkında soruşturma başlattı. Sonra da Aydınoğlu,
meslektaşının Göral’ın TV’de Kürt sorunundan
söz etti diye kadroya alınmamasını eleştirince, YTÜ
yönetiminden, “Maaşında kesinti cezası” yanıtı
geldi!
Kanımca
bu, anlamlı ve üzerinde çokça düşünülmesi
gereken bir örnek!
Çünkü “Farklılık ve çeşitliliklerin
hoşgörüldüğü bir toplum olmak yeterli değildir. Aynı
zamanda bu çeşitliliklerin onaylandığı ve özendirildiği
toplumlarda insanlar dolu dolu yaşayabilsin,” diyen İsaiah
Berlin’in vurgusunun asla unutulmaması gerekirken; bunun tam tersinin
tecelli ettiği Türkiye’deki YÖK üniversitelerinde
neo-liberalizm, emek ve yoksulluk çalışmaları yapan
akademisyenlerin Kürtlere değinmemesi bir tesadüf
değildir…
YÖK
üniversitelerindeki akademisyenlerin Türk ulus-devleti
“kazanımları”nı dört elle savunup, o
“kazanım” denen şeylerin bir sürü grubun,
ötekileştirilenlerin kayıp hanesine yazıldığını görmezden
gelmesi; yani Kürt meselesi denince susması boşuna veya tesadüfi
değildir!
“Bunun nedeni: ‘İçselleştirilen, herkesin
içine sindirilen Türklüktedir’…” size="2">[8]
Evet,
1960’lardan bugüne Türk(iye) üniversitelerinde
çalışan akademisyenler araştırmalarında Kürt sorununa genel
bir eğilim olarak (çok az istisnayla) ilgisiz
kalmıştır…
Saptamaya
katılmayacak kimse herhâlde zor çıkar. 1990’lara kadar
neredeyse tek istisna, bilimsel çalışmaları uğruna yıllarca hapis
yatmayı göze almış olan İsmail Beşikçi’dir.
Ne
yazıktır ki Beşikçi’lere yaşam hakkı tanımayan YÖK
üniversitelerinin Türklüğünün tartışılamaz
olduğu coğrafyamızda ‘Türk Mucizesi’nin yazarı Prof. Dr.
Turgut Özakman “Eğitimimiz Milli Değil” vurgusuyla
ekliyor:
“Tarih, ortaokul ve lisede iyi anlatılmalı. Asıl temel
kültür ortaokul ve lisede kazanılır, onun üzerine mesleki
bilgi oturtulur. Bizim lisede verdiğimiz bilgi genel kültür
olmuyor. Tarihimizi bilmek zorundayız. Geçenlerde 11. sınıfta
okutulan bir tarih kitabını okudum. Mütareke dönemini yanlış
anlatıyorlar. Devlet çocuğuna yanlış söyleyemez. Milli
Eğitim Bakanlığı’nın başında ‘milli’ sıfatı var
ama, bizim eğitimimiz milli değil. Dünyada milli olmayan hiçbir
eğitim yoktur. Sen cumhuriyet yurttaşı yetiştireceksin. Böyle bir
amacın olacak... Cumhuriyetimizin birtakım temel taşları var. Onları
yerinden oynatmaya kimsenin hakkı yok. Bir kere birlik bozulursa, dirlik bir
daha geri gelmez. Tarihten devraldığımız sorunlar var, bizim
yarattığımız sorunlar var. Bunları bilmek gerekiyor. Gençler
gazete okumuyor. Bu çocuklar ileride Türkiye’yi
yönetecekler.”
Korkunç değil mi?
 
ÜNİVERSİTE(LER)
 
Gündüz Vassaf’ın, “Günümüzde
pazarın, piyasasının esaretinde... Üniversitelerini kuran şirketler
bile var. Uç bir örnek ABD’de McDonald’s
Üniversitesi… Kapitalizmin varlığı gereği kaçınılmaz
olan ve son ‘ekonomik kriz’de hızla artan işsizlik,
üniversitenin, pazarın girdabına sürüklenmesini
pekiştiriyor,” diye betimlediği üniversite(ler) hakkında
sorulması gereken ilk soru(n), “Bunlar üniversite mi, ticarethane
midir?” olmalıdır!
Evet,
evet üniversite(ler)den söz ediyorsanız asli soru(n), bugün,
budur!
Ve işte
tam da bunun için yetmişli yıllarda ABD’de siyahlara karşı
ayrımcılığa son vermeyi hedefleyen ‘Kara Panterler’
hareketine destek veren Fransız yazarı Jean Genet’in (1910-1986),
‘Kara Panterler’in çağrısı üzerine, vize
verilmemesi nedeniyle Kanada sınırından gizlice girdiği Amerika’da,
1-3 Mayıs 1970 tarihlerinde New Haven’daki Yale Üniversitesi
kampusunda, siyahi lider Bobby Seale’in hapse atılmasından
ötürü düzenlenen protesto gösterisinde kalabalık
bir kitleye yaptığı ve sonradan ‘May Day Speech/ Mayıs
Konuşması’ diye ünlenen konuşmasını anımsamalıyız.
Genet,
konuşmasında basın, kilise, hayır kurumları, sendikalar, reklam verenler
ve polis gibi çok önemli kurumları eleştirirken,
üniversiteyi de unutmayıp, şunları haykırmıştı:
Üniversite’yi unutmuyorum. Üniversiteler. Size
sahte bir kültür öğretiyorlar, kabul edilen tek değerin
nicel mahiyette olduğu bir kültür. Üniversite sizi bir
sayıdaki bir rakam hâline getirmekle yetinmeyip, mesela beş yüz
bin mühendis yetiştirdiğinde, sizde güvenlik, rahatlık
ihtiyacını geliştiriyor ve doğal olarak, sizi patronlara, ve onların da
ötesinde, zihinsel vasatlığını bildiğiniz siyasetçilere
hizmet edecek şekilde eğitiyor. Öyle ki, bilgin olmak isteyen sizler,
sonunda vasat bir siyasetçinin masasındaki -ama masanın ucunda- bir
sandalyede oturacaksınız. Ve bundan gurur
duyacaksınız...”
Genet’nin konuşmasından bugüne kırk yıl geçti. Bu
süre de olup bit(mey)enler, yazarın o zamanlar dillendirdiği
fikirlerinin gerçeğin ta kendisi olduğunu bir kez daha
kanıtladı…
Evet
üniversite(ler), kapitalizm tarafından üniversite olmaktan
çıkarıldı!
Teorik ve
soyut olarak üniversite(ler), tarihsel bilim üretmek ve bilim
üretebilecek kafalar yetiştirmek amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur.
Hedef bilim olunca, eleştirel tutumun ve eleştirel düşünmenin
sürekli geliştirilmesinin üniversitenin doğal temeltaşları
arasında yer alması, elbette kaçınılmaz sonuçtur.
Bugün üniversite, gerçeği araştırmak, sorgulamak,
eleştirel düşünceye ev sahipliği yapmak yerine meslek
okullarına dönüştü.
Ancak
Harvard gibi şirketleşmiş üniversitelerle, Oxford gibi devletlerin
elit sınıflarını yetiştirmek üzere desteklediği üniversiteler
geleneksel konumlarını kısmen koruyabiliyor.
“Diplomalı işsizler” deyimi, aslında üniversiteleri
yeteri kadar meslek okulları olmamakla “suçlama”nın
ifadesidir artık…
Aydınlanma döneminde dinden bağımsızlığına kavuşan,
dünyaya meydan okuyan üniversite(ler) yok artık; kimileri
hâlâ, “Üniversite yönetmekle şirket
yönetmek arasındaki farkı ve akademik çeşitlilik ile
özgürlüğün önemini biliyoruz,” size="2">[9] dese de…
Üniversite(ler), egemen ideolojinin şirketleştirdiği ve
öğrencisini de “müşteri” olarak
gördüğü ceberut kurumlardır…
Örneğin Üniversitelerde, bildiri dağıtıp eylemler yapan
öğrenciler artık sadece soruşturulmakla kalmıyor, bir de ailelerine
şikâyet ediliyor. Bunun bir örneği Gaziantep
Üniversitesi’nde yaşandı. Rektör Prof. Dr. Yavuz Coşkun
ailelere yolladığı mektupta “Ailenizin çocuğunuzla
yasadışı eylemlere katılmaması bakımından görüşmesinin
yararlı olduğu düşünülmektedir,”
diyebilmektedir!
Ayrıca
kampüste bildiri dağıtmak ve afiş asmak gibi gerekçelerle
öğrencilerine soruşturma açan Yıldız Teknik
Üniversitesi, hızını alamayıp, üniversite dışındaki protesto
gösterilerine katılanlara da soruşturma açmaya başladı:
Mecidiyeköy’de metrobüs zammını protesto eden
YTÜ’lü öğrencilere soruşturma açıldı!
Ve Tekel
işçilerine destek verdiği için öğrencileri hakkında
soruşturma açan Hacettepe Üniversitesi… Yönetim
öğrenci velilerine gönderdiği mektupta onlara dört
suç yöneltiyor: 1) Siyasi afiş asmak. 2) Kafeteryada film
gösterimi yapmak. 3) YÖK’ü protesto etmek. 4) Siyasi
içerikli toplantı düzenlemek! Bitmiyor, bir de tehdit var:
“Öğrencilerimizin yasal olmayan ve izinsiz olaylara katılarak
alacakları disiplin cezaları hiç şüphesiz eğitim ve
öğrenimlerini olumsuz yönde etkileyebilir, hatta zaman zaman
sonlandırabilir. Onlara sahip çıkın.”
Daha ne
diyeyim?
“Körler, sağırlar ülkesi”
dönüştürüldük…
 
ÖĞRENCİ DEĞİL MÜŞTERİ
 
Evet
egemenler açısından artık, onların “emir ve
komutasında”, kapitalist sömürünün “nizam ve
intizamı” için öğrenci değil müşteriyiz!
Buna
“Bologna Süreci” diyorlar; ki bu da,
üniversitelerde kapitalist boyunduruğun pekiştirilerek,
akademinin ticarileş(tiril)mesi yani üniversitenin
yüksekokullaştırılmasıdır; akademik özgürlüğü
nihayete erdiren piyasa kıskacıdır…
Evet,
evet geleceğimizi gasbeden egemenler, bizi geleceksizliğe mahkûm
ederken, yani genç işsizlik oranı yüzde 24.1
düzeyindeyken, yanlış sistemlerden doğru sonuçlar
bekleyemeyiz, beklememeliyiz!
Bugün üniversite(ler) giderek kapitalist sermayenin
doğrudan ihtiyacı olmayan (bununla birlikte toplumun ihtiyacı olan)
bilgiyi üretmez hâle getirilmektedir…
Üniversite(ler)deki istihdam biçimleri sermayenin
ihtiyaçlarına göre düzenlenirken, bilim bilim ve
insan(lık) için olmaktan çıkartılıp, pazara, piyasa
ekonomisine endeksleniyor…
Böylece de toplum yararından çok kârlılığı
gözeten zihniyetin üniversite(ler)de egemen olması sonucunda,
çoğu yarının emekçileri olacak öğrenciler toplumsal
sorumluluk, dayanışma gibi değerlerden uzaklaştırılarak rekabet,
kâr gibi değerlerle hareket eder hâle
getiriliyorlar…
Nihayet kamusal bir hizmet olan eğitim ve bilim, tümüyle
sermayenin nesnesi hâline getirilerek
hiçleştiriliyor…
O
hâlde “hiçleşmemek” için ne
yapabiliriz?
Önce Samed Behrengi’nin, “Küçük
Kara Balık”ını,
[10] onun
örnek cüretini anımsayınız!
Sonra
da Viyana’da başlayan öğrenci işgal ve eylemleri, bir ay
içinde Avrupa’da 80’den fazla üniversiteye yayılan
bir harekete dönüştüğünü!
Sonra
da direnme gücünün zor günlerde ortaya
çıktığını; zorluğun insan(lık)a “direnme
gücü” verdiğini anımsayın…
Ayrıca August Strindberg’in, “Düşünceler
kılıçla bastırılamaz”; bir Fransız
atasözünün, “Fikirler kurşuna dizilemez”; Victor
Hugo’nun, “Hiçbir ordu, zamanı gelmiş bir
düşünceye karşı koyamaz,” uyarılarını
unutmayın…
İtiraz, isyan bilinci ve eylemi, insanı insanlaştıran direncin
temel taşlarından birisidir.
Tekrarlıyorum: Zor günler bir sınavdır…
Sınavı kazanmak, dik durabilen iradedir…
Nihayet üniversite(ler), aslında insan(lık)a dik ve doğruda
durmanın felsefesini öğretmek için değil midir?
 
19 Nisan
2010 13:35:21, Ankara.
 
N O
T L A R
size="2">[*] 22 Nisan 2010 tarihinde
Mersin Üniversitesi II. Geleneksel Alternatif Bahar Şenliğindeki
“YÖK ve Üniversitedeki Dönüşüm”
başlıklı panelde yapılan konuşma… 24 Nisan 2010 tarihinde
İstanbul Galatasaray’da Eğitim Hakkı İnisiyatifi tarafından
düzenlenen Sokak Üniversite’nde yapılan konuşma… 20
Mayıs 2010 tarihinde Dev-Lis’in Ankara’da düzenlediği
“Eğitim Sistemi Çöküyor” başlıklı
toplantıda yapılan konuşma… Newroz, Yıl:4, No:147, 29 Eylül
2010…
size="2">[1] Thomas Carlyle.
size="2">[2] Bu konuda bkz: Temel
Demirer-Sibel Özbudun, Kuşatmayı Yarmak: Eğitim, Bilim ve Aydınlar,
Kaldıraç Yayınevi, Ekim 2009; Temel Demirer,
size="2">Eğitim Üniversite YÖK ve Aydın(lar), size="2">Ütopya Yayınevi, 2006; Faruk Alpkaya- Temel Demirer-Fuat
Ercan-Hakan Mıhçı-İzzettin Önder-Sibel Özbudun-Metin
Özuğurlu, Eğitim: Ne İçin? Üniversite: Nasıl? YÖK:
Nereye?, Ütopya Yayınevi, 1999…
size="2">[3] “Arkadaşını
sevdiğin zaman; kendini, ‘ben’ini sevdiğinden daha
büyüksün (sadece).”
size="2">[4] Unutulmasın “Din
eleştirisi, insanları bir dine karşı kışkırtmayı değil, tam tersine
kışkırtmalara kapılmayan insanlar yaratmayı amaçlar.”
(Robert Misik, “Gerçek Bir Din Eleştirisi”, Le Monde
Diplomatique Türkiye, No:7, 15 Ağustos-15 Eylül 2009, s.5.)
size="2">[5] Veroc Serenas,
“Aforizmalar”, Felsefe Yazın, Yıl:5, No:15, Kasım/ Aralık
2009, s.83.
size="2">[6] Haldun Gülalp,
“12 Eylül’ün İktidar Aracı Olarak YÖK”,
Radikal İki, 8 Kasım 2009, s.9.
size="2">[7] Ahmet İnsel,
“YÖK’e Karşı Gelinemez mi?”, Radikal İki, 22 Kasım
2009, s.6.
size="2">[8] Necmiye Alpay,
“Üniversitenin Türklüğü”, Radikal, 4 Şubat
2010, s.11.
size="2">[9] Emek Jnorwich, “Yeni
Üniversite ve Sendika”, Radikal İki, 11 Nisan 2010,
s.4.
size="2">[10] İran’da sayısız
tarihi değişime tanık olan Samed Behrengi, unutulmaz klasiği
Küçük Kara Balık’ta tam da değişim,
dönüşüm zamanlarının gerektirdiği duruşu tasvir eder
aslında.
size="2">Küçük kara balığın annesine isyanıyla başlar
hikâye, şu tarifsiz can sıkıntısıyla. Derenin ötesini, denizi
merak etmektedir küçük balık ve hiçbir sözle
avutulacak gibi değildir:
Hayır anne, ben böyle yüzmekten
bıktım, başka yerlerde ne olup bittiğini öğrenmek istiyorum. Belki
de bunları birisinden öğrendiğimi düşünüyorsun. Ama
inan bana, çok uzun zamandır düşünüyorum
bunları” der, “Elbette başkalarından da öğrendim bir
şeyler. Örneğin balıkların pek çoğunun yaşlandıklarında,
‘hiçbir şey yapmadık, boş bir hayat geçirdik’
diye şikayet ettiklerini biliyorum. Bense yaşam nedir onu öğrenmek
istiyorum. Yaşam, ufacık bir yerde yaşlanana kadar hep aynı şeyleri
yapmak olamaz. Bu dünyada başka türlü yaşamak
mümkün mü onu bilmek istiyorum.” Annenin dehşet
içindeki çığlığı sürdürülen düzenlerin
şifresi gibidir aslında: “Dünya biz neredeysek oradadır. Yaşam
da bizim yaşadığımızdan başka bir şey değil.”
size="2">Ama küçük kara balığın bir ihtimali vardır
artık. İşte bu ihtimal onu derenin bittiği yerleri, bir gölü ve
ırmağı göze almasını sağlar. Buralarda türlü canlıyla
karşılaşır küçük kara balık. Kurbağa yavrularıyla,
yengeçle, bilge kertenkeleyle, geyikle, kaplumbağalarla konuşur.
Balık ömrünün öngörmediği bir ufka
açılır. Bir pelikanın torbalı gagasına düştüklerinde
minik balıkların kendisini nasıl ele verdiklerini görür. Mutlak
iktidarlar hep böylesi ihanetler öngörmüştür.
size="2">Oysa kurtuluş ancak birbirine güvendiğinde ve toplu hareket
ettiğinde mümkündür. Bunu kanıtlar küçük
kara balık ve risk alınan hayatın, ölüm gerçeği
hiç unutulmadan yaşanan hayatın mucizevi güzelliğini kutsar:
“Küçük Kara Balık sürüden ayrılmış ve
denizde dolaşmaya başlamış. Biraz sonra denizin yüzeyine
yaklaşmış. Artık güneşin tatlı sıcaklığını üzerinde
hissediyormuş. Çok mutluymuş. Birden kendi kendine ‘şu anda
her an ölümle karşı karşıya kalabilirim’ demiş.
‘Ama’ diye devam etmiş, ‘eğer yaşıyorsam,
ölümle karşılaşmak için acele etmemem gerek. Bir gün
elbette karşılaşacağım. Ama esas önemli olan, yaşamımın ve
ölümümün başkaları için ne ifade ettiği
olmalı.”
size="2">Bir martının midesinde can verirken bile başkalarını kurtaracak
ve mücadelesini sürdürecektir. Çünkü ancak
böyle bir hikâye yeni küçük kara ve kırmızı
balıkların ilhamı olabilirdi. (Samed Behrengi,
“Küçük Kara Balık”.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder