11 Ekim 2010 Pazartesi

İmkansızı İsteyen Gerçek: Devrim(ciler) veya Bizimkiler / Temel Demirer

İmkansızı İsteyen
Gerçek: Devrim(ciler) veya Bizimkiler / Temel Demirer

align="RIGHT">TEMEL DEMİRER
 
İsyan için ille de
çoğunluk olmak gerekmez,
birkaç kararlı önder ve
haklı bir dava
yeterlidir.”
[2]
 
Hikâye(miz), Promethus ile başlar…
O da mı kim?
Tanrılar Dağı’ndan insan(lık) için
mahrum bırakıldığı ateşi çalan isyancı!
Bundan ötürü de “Tanrılar
Tanrısı” (daha doğrusu tiranların başı) Zeus’un gazabına
uğrayıp, ceza olarak zincirlenen ve bir kartalın ciğerini kemirdiği
Tanrılar’a isyan eden kahraman...
Zeus’u gazabına maruz kalmasına karşın
insanlara ateşi armağan eden mitolojik isyancı karakter...
Karl Marx’ın en sevdiği kahramandır
Prometheus… O; başkaldırıp, ateşi çalandır; itiraz ederek,
haksızlığa/ karanlığa “Hayır” diyendir…
Denilebilir ki Prometheus isyancıların atasıdır;
tıpkı can yoldaşı Spartaküs gibi…
Spartaküs’ü tanımıyor
olamazsınız!
Hani köleci Roma’nın zulmü
karşısında özgürlük(leri) için
dövüşenlere; “Zincirlerinizden başka kaybedecek bir
şeyimiz yok. Ama kazanacağımız yeni bir dünya var!”
“Dün başkaları için yaşıyorduk,
bugünse kendimiz için öleceğiz!”
“Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta
ölenlere selam olsun!” demişti O isyankâr
cüret…
Roma’da köleliğe karşı ayaklanan
ezilenlerin örgütlü ilk büyük isyanının
mimarıydı…
Direniş ve isyan kavramının teslim alınamayan, diz
çöktürülemeyen simgesi...
Adı ve bayrağı, ezilenlerin tiranlara karşı
isyanıyla eş anlamlı hâle gelendir…
Kemal Burkay’ın dizelerinde, “Zincirleri
kırmak güzeldir Spartaküs/ Gökyüzü gibidir,
yaşamak gibidir/ Aşk gibidir” diye betimlediği O büyük
isyancı atamız hâlâ yaşamakta ve yedi iklim dört cihanda
savaşmaktadır; O’nu “çarmıha gerdiği”ni zanneden
Romalı tiranı bugün hatırlayan olmasa da!
Promethus’dan Spartaküs’e uzanan isyan
geleneğinin mitolojik veya tarihsel köklerini önemli kılan,
José Martí’nin, “Namussuz insanlar çok
olduğunda, birçok insanın namusunu yüreğinde taşıyan başka
insanlar daima vardır,” sözlerindeki saptamadır: Mitolojik ya da
tarihsel isyan önderleri, yığınlar adına yakarlar o ateşi.
Devrimci, ihtilalci… Başkaldırdığı sistemi
kökten değiştirmek için onunla cepheden, sonuna dek
çatışan vicdan + bilinç + isyandır veya devrimci, ihtilalci
budur!
Ya da en kocamanından, en sınırsızından
eşitsizliğin, adaletsizliğin yarattığı insanın insana kulluğunun
karanlığını ateşe verebilme cüretidir devrimcilik,
ihtilalcilik…
Bu tür bir düşünce ve davranış,
elbette bel kemiksiz liberallerin başında gelen(lerden) Murat
Belge’nin, “Siz, bir toplumun tarihinin en çetrefil bir
anında, Jules Verne’in ‘Aya Seyahat’ romanını okumaya
karar vermişseniz, sonra, o toplumun mütebaki tarihinin hangi
aşamasında vaziyet edip de ‘devrim’ yapmayı
kuruyorsunuz?” türünden “istihza”larına yol
açabilir…
Aya gidilmemişken, Jules
Verne
in ‘Aya Seyahat’indeki kadar
cüretkâr rüyalar göremiyorsanız; böylesine umut ve
ütopyalarınız yoksa; siz devrimci olamazsınız; Promethus’dan
Spartaküs’e uzanan isyan geleneğinin mitolojik veya tarihsel
köklerini kavrayamazsınız; olsa olsa reformistlerden,
reel-politikerlerden olabilirsiz; hepsi bu kadar!
Verili düzenin sınırlarını aşan umudu,
ütopyası olmayan; sadece mümkün olana razı
gerçekçilik tenekeciliğine sarılan insan(cık)lar;
bileklerinden olmasa da, yüreklerinden/ beyinlerinden prangalanmış
kölelerdir…
Umutsuz, ütopyasız yaşanmaz; isyancıların,
beyinleri prangalı kölelerin değerini kavrayamayacağı ufukları
vardır.
Onlar için umut; devrimci bir iyimserlikle
başlatılıp, eylemle beslenip, gerçekleştirilen beklentidir!
“Umuda kurşun sıksa da ölüm,/ umuda
kurşun işlemez gülüm...” dedirten ısrardır!
İnsanı ayakta tutandır!
Bitmek, tükenmek bilmeyen arzu, tutkudur;
silahtır!
“Bir gün mutlaka” dedirtendir!
Veya Orhan Kotan’ın dizelerinde, “UMUT/
Vurdukça kızgın demire/ Hünerli balyoz/ Umut/ Asla
yenilmeyecektir,” diye haykırdığıdır!
Yani yaşamın, yaşatmanın direnmesidir!
Nihayet umut başkaldıran insan(lık)tır…
Geçerken küçük bir not: Umut,
AKP’nin referandumundaki “Yetmez ama Evet” veya AB
“standartları” değildir; olmamalıdır; olamaz da!
Umut; kurtuluşun ütopyasıdır ve
isyancıdır…
 
I) ÜTOPYA VE İSYAN
 
Ütopya; bir yerde rüya görmek; düş
kurup onun için mücadele etmektir!
Ancak ne yazıktır ki, “postmodern
zamanlar”da Ahmet Telli’nin, “Ki insanlar rüya
görmüyor/ Ve sıfır nedir biliyorlar/ Düş kuranlarsa
çoktandır/ Meczup sayılıyor artık,” diye haykıran
dizelerindeki üzeredir “hâl(sizlik) ve
gidiş(sizlik)”…
Bu “hâl(sizlik) ve gidiş(sizlik)”e
dur demek gerekiyor!
“Hiçbiryer” ya da
“Mümkün hayal” veya “Olmayan ülke”
anlamına gelen devrimci ütopya(lar) için…
Biliyorum; şimdi biri, “Ütopyalar,
gerçekleşme şansı hiç olmayan, gerçekdışı,
idealist ve bundan dolayı da değersiz şemalardır,” diyecek!
Ancak unutmayın; Oscar Wilde’ın ifade ettiği
üzere, “Ütopyayı kapsamayan bir dünya haritası,
insanlığın her zaman üzerinde yaşadığı bir ülkeye yer
vermediği için bakmaya değmez. Ve daha iyi bir ülke arayan
insanlık orayı görünce bir an önce ulaşmak için
yelkenleri açar. İlerleme, ütopyaların
gerçekleşmesidir.”
Yani Promethus’dan Spartaküs’e uzanan
isyan geleneğine yaslanan bir ısrarın umuduyla başkaldıranlar
için devrim bir efsane, özgürlük bir ütopya
değildir asla!
Soru(n), isyan geleneğinin yaşatılmasında;
başkaldırı sancağının dalgalandırılmasındır!
Bunun için müthiş bir inat ve iradeye
muhtacız!
İzin verin, burada bir parantez açıp,
“İTÜ Sözlük”ünden, “Sibel
Özbudun’un çok hoş bir sözü var: ‘Bu
maç biz kazanana dek sürecek, onlar belki 1-0 öne
geçecekler ama bu maç biz 2-1 kazanana kadar
sürecek’…”[3]
sözlerini aktarayım siz(ler)e…
Bu maçı, biz, bizim taraf kazanacak; bu uğurda
isyan edenler bunu gör(e)meyecek olsa da!
Eskinin ölümünü muştulayan isyanın
doğuşu; insan(lık)ın isyankârlar kanalıyla eski bağlılığını
tartışmaya açan, kopartmaya çağıran dinamiktir, en doğal
haktır.
Evet bir başkaldırma hareketi olan isyan en doğal
haktır!
Boyun eğmezlik, başkaldırı,
itaatsizliktir!
Köle” ilan edilenin,
kölecilere karşı en soylu, insanî eylemidir!
İnsan(lık)ın yaşadığına dair en
büyük emaredir!
Aşktır!
Ve en önemlisi asla pişman olmamaktır
isyan…
Ancak kimileri için böyle değildir
bu!
Mesela “isyan günleri”nden çok
sonraları, “Toyduk ama umutluyduk” diye söz eden Oya
Baydar’ın ‘Savaş Çağı Umut Çağı-Bir Yirmi
Yaş Güncesi’ndeki gibi! size="2">[4]
O günleri, “Umut ve masumiyet
çağıydı” vurgusuyla betimleyip ekliyor: “1960’lar
ve 1970’ler Türkiyesi’nde başka türlü olmak pek
mümkün değildi. Ben umut ve masumiyet çağı diye
adlandırırım o dönemi. Toyduk ama umutluyduk, inançlıydık ve
alabildiğine masumduk.”
Dikkat edin “isyan günleri”ni
“mişli geçmiş zaman” ekiyle niteleyen Oya Baydar dilinin
altındaki baklayı şöyle çıkarıyor: “Biz Marksistler,
sadece ülkeyi değil, dünyayı kurtarmaya, güneşi zaptetmeye
aday görüyorduk kendimizi. Bu misyon XIX. ve XX. yüzyılların
değerlerine uygundu. XXI. yüzyılda, bugün geldiğimiz noktada
kurtarıcılara değil doğayla ve bütün insanlarla barışık,
herkesin hakkını ve özgürlüğünü kendi hakkı ve
özgürlüğü gibi gözeten, ötekileştirmeyen ve
öteki olmayan insanlara ihtiyacımız var…
Tarihsel gelişmenin volontarist (iradi) yorumlarına
uzağım. Umut ve umutsuzluk tarih ruhunun kendisidir. Benim kuşağım da,
bütün kuşaklar gibi hem umut verdi hem de yeni umutsuzluklara yol
açtı. Şimdi bu yaşıma gelince, kuşağımın yanılgısının
çatışmacılık ve uzlaşmazlık olduğunu
düşünüyorum. Biz tarihin ilerlemesini ve devrimi, uzlaşmaz
çelişkilerin çatışmacı çözümü
üzerine kurmuştuk. XIX. yüzyılın ikinci yarısının ve XX.
yüzyılın bakışı ve çözümüydü
bu…
Bugün ‘ilericilik’,
‘gericilik’, ‘dindarlık’, ‘laiklik’,
‘sol’, ‘sağ’ gibi kavramları veya etiketleri,
içi iyice boşaltılmış, çarpıtılmış, klişeleştirilmiş
nitelemeler olarak kavrıyorum. Yüz yıl, seksen yıl, hatta kırk yıl
öncesinin konuşlanmaları, düşünceleri ve ayrışmaları
2010 yılında artık hayatın ve siyasetin somut gerçeklerini ifade
etmiyor”!
Evet, evet bunları ve daha da fazlasını diyor Oya
Baydar “Taraf”(çı) olduğu güzergâhta
vazgeçmenin dinginliğiyle…
Onun gibiler çok; tıpkı Yunanistan’da
geçmişteki sol hareketin önemli isimlerinden Maria
Farandtouri’nin, “Yaşanan değişimlerden sonra kimsede isyan
edecek cesaretin kalmadı”ğı vurgusunda olduğu gibi; onlar sadece
vazgeçişin örnekleri!
Ancak bunun önemi yok; tarih onları kayıt altına
almayacak; tarihin belleğinde ‘Darağacından Notlar’yla bir
direniş abidesi Julius Fuçik’in ya da Adıyamanlı Ermeni
hemşehrimiz, Anadolu’da dünyaya gelen komünist şair ve
direnişçi Misak Manuşyan’ın isyancı sevdaları
kayıtlıdır!
‘Darağacından Notlar’ında size="2">[5] dehşeti duyuran ama acındırmak
için değil, bir direnişe çevirmek, kendisinden sonrakilere
güzel günler geleceğini müjdelemek için yazmıştı
umut ve ütopyalarına asla pişman olmayan Julius Fuçik...
O faşizmin kurbanı değil, yargıcıydı. Tıpkı,
sonraki yıllarda faşist diktatörlüklerin işkencehane ve
zindanlarında benzer insanlık dışı uygulamaları göğüsleyecek
Şilili, Arjantinli, Yunanlı, İranlı, Türkiyeli gençler gibi
ve onların esin kaynağı olarak...
Kolay mı? Ölümün eşiğindeki 9 Haziran
1943 tarihine, “Hepimiz ölümü göze almıştık.
Gestapo’nun eline düşmenin, sonumuzun geldiği demek olduğunu
biliyorduk. Yakalandıktan sonra bile, başkalarına ve kendimize karşı, bu
bilincimizin gerektirdiği biçimde davranıyorduk. Benim oyunum da
sona yaklaşıyor. O sonu yazamayacağım, çünkü nasıl
olacağını bilmiyorum henüz. Bu, artık oyun değil yaşamın ta
kendisi. Gerçek yaşamda seyirci yoktur, herkes katılır yaşama. Son
sahnenin perdesi açıldı. Dostlarım, hepinizi sevdim. Nöbeti
teslim ediyorum!” notunu düşmüştü Promethus ile
Spartaküs’ün torunu olan O büyük
isyancı…
Ya Paris’teki Nazi karşıtı komünist
direnişçilere katılıp silahlı bir eylem grubunun liderliğini
yapıp, tutuklanarak 38 yaşında kurşuna dizilen Misak
Manuşyan…
38 yıllık yaşamına mücadeleleri, aşkı, şiiri
sığdıran O; isyana da dört elle sarılıyor; başkaldırıyor. 1939
Paris’inde hiç düşünmeden direnişçilere
katılıyor.
Önce Ermeniler arasında örgütlenme
görevi alıyor, sonra silahlı eylem. Manuşyan Grubu daha sonra adını
pek çok eylemle duyuruyor; bir SS taburunun bombalanması, infazların
altındaki imza olan Von Schaumburg’un ve Hitler’in dostu,
Zorunlu Çalışma Hizmeti’nin daire sorumlusu Julius
Ritter’in öldürülmesi...
Ta ki bir Fransız işbirlikçi tarafından ihbar
edilene kadar... Manuşyan ve 23 direnişçi arkadaşı 16 Kasım
1943’te yakalanıyor, ağır işkencelerden geçiriliyor.
19-21 Şubat’ta mahkemeye çıkarılıyor.
Manuşyan’ın son konuşması çoktan hazır. Önce,
Almanlara dönerek, “Size söyleyecek hiçbir şeyim yok.
Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım
hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama
sırası sizde: Elinizdeyim” diyor; karar çoktan belli; aynı
gün, 21 Şubat 1944’te kurşuna diziliyorlar!
Yeri geldi aktarayım: Anayasa Mahkemesi
raportörü ve Demokrat Yargı Eşbaşkanı Osman Can’ın,
“Kapıkule’yi çıkınca sosyal-demokrat”,
“moda olduğu zamanlarda” ise “devrimci,
komünist” olduğundan; ancak üniversite yıllarında
“üniversite öğrenci hareketliliği dışında
kaldığı”dan söz ettiği bir komediye inat bizim ve bizimkilerin
Promethus’dan Spartaküs’e, Julius Fuçik’den
Misak Manuşyan’a uzanan isyancı umut ve ütopyalarımız kısa
soluklu moda ya da gel geç hevesler değildir; bir yaşam tarzı ve
vazgeçilmezliktir…
Bu da; “İnsan olmak ve insan olarak
kalmak”ın “olmazsa olmazı”dır!
“İnsan olmak ve insan olarak kalmak” deyip
geçmeyin sakın ola!
Dünyada sadece 1.5 yılda bir milyardan fazla yeni
cep telefonu hattı kullanıma açılmış, böylece kullanımdaki
cep telefonu sayısı 5 milyarı aşmışken; Avustralyalı bir yapımcı,
genç kız ve erkeklerin bekaretlerini açık arttırmayla
satacakları bir reality şov hazırlıyorken; paranın egemenliği size="2">[6] veya insanın insana kulluğunda en zor
şeydir “İnsan olmak ve insan olarak kalmak”!
Çünkü Ceren Çıplak’ın
ifadesiyle, “Eğer vicdanınızın sesini dinlerseniz bu
çağdaş sistem içinde pek de mutlu yaşamanız
mümkün değil”dir…
Kapitalist tüketim kültürünün
en çok aşındırdığı “İnsan olmak ve insan olarak
kalmak” babındaki “toplumsal duyarlılık”tır; zaten
Richard Sennett ile George Ritzer’in dikkat çektiği
“Karakter Aşınması” da budur; yani insan(lık)ın insan
olmaktan çıkartılarak ehlileştirilip,
sürüleştirilmesi!
Bunlar böyle olunca; Homeros’un,
“Ölümlülerin korkusuzluğu sınır tanımaz;
çılgınlığımızla, göğe bile saldırırız”;
Sophokles’in, “Ne mucizeler var, ama hiçbiri insandan daha
mucizevî değil”; William Shakespeare’in, “Odun
değilsiniz, taş da değilsiniz, insansınız”; Epiktetos’un,
“İnsanların ne oldukları zor durumlarda belli olur”;
Protagoras’ın, “İnsan, her şeyin
ölçüsüdür”; William Hazlitt’in,
“Bildiği yoldan şaşmayan insan yolunu kaybetmez”; Thomas
Carlyle’nin “Amaçsız insan, dümensiz gemiye
benzer”; Karl Marx’ın, “İnsanın özü, tek tek
bireylerde var olan bir soyutlama değildir. İnsanın özü,
gerçekte, toplumsal ilişkilerin toplamıdır”; Henrik
Ibsen’in, “İnsan ne olmalıdır? Ben kestirmeden, ‘Kendisi
olmalıdır,’ derim”; Golo Mann’ın, “İnsan, her
zaman, kendini tanıyabileceğinden daha fazlasıdır; onun içindir
ki, yaptıkları karşısında zaman zaman kendisi de şaşkınlığa
düşer,” uyarılarını kulağımıza küpe ederek;
“İnsan olmak ve insan olarak kalmak”ın ancak, isyancı
ütopyaların sevdasıyla mümkün olduğu unutmamak
gerek…
Nasıl mı? Kawa… Şeyh Bedreddin (ve Karaburun
Mağlupları)… Che Guevara… Mustafa Suphi… Hikmet
Kıvılcımlı… İbrahim Kaypakkaya… Deniz Gezmiş…
Mahir Çayan… Ve diğerleri gibi…
Yani Can Yücel’in, “Sararıp
dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar/ Şan verdiler
ortalığa bütün bir sonbahar/ Mevsim dönüp de yeniden
yeşermeye başlayınca rüzgâr/ Çıplağında o atın yine
onlar koşacaklar/ O çocuklar/ O yapraklar/ O şarabî
eşkıyalar/ Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?” dizeleriyle
betimlediği “O çocuklar… şarabî
eşkıyalar” gibi…
 
I.1) “O ÇOCUKLAR… ŞARABÎ
EŞKIYALAR”: BİZİMKİLER…
 
Karl Marx, ‘Louis Bonaparte’ın 18
Brumaire’i’nde, “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri
yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar
içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan
koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş
kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların
beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri,
bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni
bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile,
özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile
geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni
sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla
ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını,
kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari
Paul’ün maskesini takındı…” derken; bir yerde
Kawa… Şeyh Bedreddin (ve Karaburun Mağlupları)… Che
Guevara… Mustafa Suphi… Hikmet Kıvılcımlı… İbrahim
Kaypakkaya… Deniz Gezmiş… Mahir Çayan… Ve
diğerinin mücadelemizdeki öneminin altını çizer
sanki…
Kawa ya da Şeyh Bedreddin ile Karaburun
Mağlupları; hani Nâzım Hikmet’in dizelerinde, “Birden-/
-bire/ kayalardan dökülür/ gökten yağar/ yerden biter
gibi,/ bu toprağın verdiği en son eser gibi/ Bedreddin yiğitleri şehzade
ordusunun/ karşısına/ çıktılar./ Dikişsiz ak libaslı/ baş
açık/ yalnayak ve yalın kılıçtılar,” diye
betimlediği bizimkiler, “O çocuklar… şarabî
eşkıyalar”, onlar Kızıldere’de “Biz buraya teslim
olmaya değil, ölmeye geldik” diyenler ya da Bolivya’nın
Valle Grande’sinde kurşunlanırken son nefesinde “Bu devrimin
sonu değildir!” diye haykıran Komutan
Che
Guevara’dır…
O; “Gülünç görünme
riskini sineye çekerek söyleyeyim ki, gerçek devrimciyi
yöneten büyük aşk duygularıdır,” derdi…
O; Che Guevara’ydı…
Devrimci- komünist bir itirazdı...
Che’ye göre, sosyalizm; eşitlik,
dayanışma, kolektivizm, özgür tartışma ve halkın katılım
değerlerini temel alan tarihsel yeni bir toplum projesini temsil etmekteydi.
Örneğin 1961’de şeker işçilerine konuşmasında;
“Devrimci mücadelenin yeni aşamasında hiç kimse bir
diğerinden fazla alamayacak, artık ayrıcalıklı memur ya da latifundia
sahipleri diye bir şey kalmayacak. Küba’da tek ayrıcalıklı
kesim çocuklar olacak,” derken uğruna
dövüştüğü sosyalizmi anlatır...
Yeri geldi belirteyim: O isyandır; akıldır; isyancı
aklı Marksizm’den gelmektedir!
Bu nedenle de Daniel Ben Saïd’in ifadesiyle,
“Che’nin yaşamı yüzyılın devrimci deneyiminin bir
çeşit yoğunlaşmış hâli, hızlandırılmış bir
özetidir”![7]
“Gerçekçi ol, imkânsızı
iste” diyen Ona, en çok “Eksiksiz insan” tanımı
yakışırken; inandığı doğrular uğruna tutarlı bir şekilde
mücadele etmesi konusunda kimsenin bir şey diyemeyeceği, dünya
tarihinin en önemli kişiliklerindendir…
Bir insanın bürünebileceği en kusursuz
hâldir…
Kolay mı? Nâzım Hikmet’in, “Fidel de
içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı/ fidel de
içlerinde 12 kişiydiler 56’nın kasımında/ fidel de
içlerinde 150 kişiydiler aralığında 56’nın/ fidel de
içlerinde 500 kişiydiler şubatında 57’nin/ fidel de
içlerinde 1000 oldular 5000 oldular/ fidel de içlerinde/ fidel
de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık
oldular,” dizelerindeki dağlardan esen rüzgârın bir
parçası olan Ernesto Che Guevara: 1953’te diktatorya’ya
karşı eylemciler arasında Guatemala’daydı… 1959’da
Batista ve ABD’ya karşı gerilla olarak Küba’da…
1965’te kara kıta için Kongo’da… Özgür
bir ülke daha yaratabilmek ve devrim için 1966’da
Bolivya’ya giden Che, 60 yoldaşıyla birlikte zulme meydan
okumuştu…
9 Ekim 1967’de Vallegrande yakınlarındaki La
Higuera’da CIA operasyonuyla yakalanıp, katledilen Che Guevara, size="2">[8] “Ölüm nereden ve nasıl
gelirse gelsin! Savaş naralarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve
silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz
sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimizde ağıt yakacaksa
ölüm hoşgeldi sefa geldi!” diye haykıran enternasyonalist
bir davanın insanıydı...
BM’deki konuşmasında, “Ben ne
Arjantinliyim, ne de Kübalıyım, ben Latin Amerikalıyım. Latin
Amerika ülkelerinin özgürlüğü için
savaşırken öleceğimden de eminim,” diyen O; Kongo’dan
sonra geçtiği Bolivya’da katledildi…
Arif Damar’ın, “Bir sesti O/
Bütün sesler içinde ayrı/ Yürü diyen bir ses/
Savaş diyen bir ses/ Katıl diyen bir ses”… Sunay
Akın’ın da, “a b c’yi onlar öğretti/ che’yi
biz öğrendik/ devrimci, gerilla, önder…/ birde doktordur
che Guevara/ dünya böylesine güzel/ olur muydu yine/
diplomasını çerçeveleyip/ para kazanma derdine/
düşseydi dr. Che/ yüreğini dağlara asmak yerine”…
dizelerindeki Che; düşüncelerinden ve eylemlerinden kopartılarak
“putlaştırılan” bir popüler bir kültür ikonuna
dönüştürülmek istenmiştir.
Kapitalizmin değiştiremediğini evcilleştirir;
popüler kültür ikonuna tahvil edilmek isten Che,
yaptıklarıyla, eylemiyle, düşünceleriyle değil imajıyla
anılma kastıyla kapitalist düzenin asimilasyonu maruz bırakılmak
istenmiştir!
Oysa Che içeriksiz bir imaj değildir.
O devrimci enternasyonalist düşüncelerin
sahibi ve milliyetçiliğin uzlaşmaz düşmanıdır!
Bu nedenle de, “Biz de gerçek proleter
enternasyonalizmi uygulayıp uluslararası proleter orduları kuralım,
altında savaştığımız bayrak tüm insanlığın yararına
yürütülen kutsal bir dava, Vietnam, Venezüella,
Guatemala, Laos, Gine, Kolombiya, Bolivya ya da Brezilya bayrakları altında
ölmek bir Amerikalı, bir Asyalı, bir Afrikalı, hatta bir Avrupalı
için aynı derecede şerefli bir ölüm olsun...
Bir gün son nefesimizi bizim olmayan, ama onu
kanımızla suladığımız için bizim sayılan bir toprak
parçasında verebiliriz... Bütün mücadelemiz
emperyalizme karşı bir savaş narası ve halkların insan soyunun
büyük düşmanı Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ne
karşı birliği için bir çığlıktır,” diyen;
ölümüyle bile hâlâ diri, cesedi bile
isyankâr; örnek alınası O; doktor olarak insanlara yeterli
faydayı sağlayamadığını düşünerek devrimcilere
katılmıştır …
Dünyanın neresinde olursanız olun; bir
insan haksızlığa uğruyorsa, eziliyorsa; onun yanında olun ve ona
kavgasında yardımcı olun. Çünkü bu bir devrimcinin en
büyük özelliğidir,
” derken Che hepimize; i)
Gerçekçi ol, imkânsızı
iste…
” ii) “Hayallerimiz kadar
özgürüz...
Herkes düşlerinin
büyüklüğü kadar özgürdür…”
iii) “Düşmandan nefret etmeyen bir halk vahşi bir düşmanı
yenemez…
” gerçeğini öğretir!
Çünkü O
yürekli isyancı, hepimize devrimin
nasıl, ne pahasına ve neleri göze alarak yapılacağını
gösterir.
Ezilenlere, “İyi ki dünya tarihinde var
oldu,” dedirten Che, daha iyi bir dünya olabileceğine inanan, bu
inançları doğrultusunda her şeyi yapmaktan çekinmeyen,
ölümü göze alan ve inançları uğruna
öldürülse de yok edilemeyen bir gerçektir!
Hayır Che, hiçbir yere gitmedi; şimdi o her
yerde savaşan herkesledir; kazanılacak zaferlerin komutanıdır...
Kurşunlanmış bedeninin sergilendiği
küçük kasabada, Vale Grande’de, Haziran 2005’de
duvarda bir grafiti yazılıydı:
Che: Onların
Hiçbir Zaman İstemediği Kadar Hayatta
Özetin özeti: Çocuklarına
bıraktığı mektupta, “Herşeyden önce de dünyanın
herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir
haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. bu, bir
devrimcinin en güzel niteliğidir,” diyen isyancılığıyla Che
yarınların ütopyasıdır…
Tıpkı “1921’in 28 ocağını 29 ocağa
bağlayan gece” Kemalistler tarafından katledilen TKP kurucusu Mustafa
Suphi; ya da Nâzım Hikmet’in dizelerindeki gibi…
“- ta ta taa ta ta ta ta ta taa ta ta/ tarih/
sınıfların/ mücadelesidir.//
-1921/ kânunusani 28/ -karadeniz/ -burjuvazi/
-biz/ -on beş kasap çengelinde sallanan/ on beş kesik baş/ -on beş
arkadaş/ -yoldaş/ bunların sen/ isimlerini aklımda tutma/ fakat/ 28
kânunusaniyi unutma!//
-yoldaşlar, ey!/ artık lüzum yok fazla
söze./ bakın göz göze.../ -karadeniz/ on beş kere
açtı göğsünü/ on beş kere örtüldü./
onbeşlerin hepsi/ bir komünist gibi öldü//
göğsümde 15 yara var!/ saplandı
göğsüme 15 kara saplı bıçak!/ kalbim yine
çarpıyor,/ kalbim yine çarpacak!!!”
Tıpkı Ömrünün 22 senesi devrim ve
sosyalizm için zindanlarda geçirip,
düşünce ve davranış birbirinden
ayrılmaz,
” düsturuyla, “Hangi ülkede
hangi çocuğun kaç lokma ekmek yiyeceğine, servet sahiplerinin
bir araya geldikleri kahvaltılarda ve yemeklerde karar verilir…
İnsanın hayvan yerine konulmasına isyan ettiğim için
sosyalistim,
diyen mücadeleci ve teslim alınamayan
direngenliğiyle Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi…
Tıpkı “Direngenlik”, “Ser verip
sır vermeme” deyince akla gelen ilk isim, İbrahim Kaypakkaya gibi!
İnsanlığın ‘Direnme Savaşı’nın Anadolu’daki Nigio
Wan Trio’su, İbrahim Kaypakkaya, direncin karşısında zulmün
naçar, çaresiz kaldığı bir hayattır…
İşkencehanelerde direnişlerden bahsedildiğinde ilk
akla gelen isimlerdendir... Faşizmi “en güçlü”
olduğu alanlardan birisinde, işkencehanelerde yenilgiye uğratandır...
Diyarbakır işkencehanelerinde can bedeli direnişiyle devrimci hareket
içerisinde bir geleneğin yaratıcısıdır…
O, dağlardan esen bir özgürlük
rüzgârı; teslim alınamayan bir dağ çiçeği;
yelesine el sürülmez bir asi küheylandır…
O; Pablo Neruda’nın “sesimde pırıl
pırıl bir güç var/ karanlıkta boy atmaya/ sessizliği/ aşmaya
yarayan/
ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa/
tohuma dururlar/ yeniden/ ve halk, toprağa gömülü/ tohuma
durur bir yerde/ buğday nasıl/ filizini sürer de/ çıkarsa
toprağın üstüne/ güzelim kırmızı elleriyle/
sessizliği burgu gibi deler de/ biz halkız, yeniden
doğarız/ ölümlerde,” dizelerindeki, her gün yeniden
doğan ölümsüzlüktür, halktır…
Özetle “İbrahim Kaypakkaya sert bir politik
fenomen olmakla birlikte, işkence denince akla ilk gelen siyasi
portredir”…[9]
“İbrahim Kaypakkaya’nın değeri
yüreğidir. Özgürlüğü yüreğinde atar.
O’nun korkusuzluğu fiziki gücünden gelmez. Yüreğinden
gelir. Eşitsiz bir savaşta ele geçen Kaypakkaya, ayakları kesilmiş
olsa da ‘dizleri üzerinde dövüşecektir.’
Celladı karşısında sağlam duran ve ona yukarıdan
bakabilen, işkenceyi ve nihayetinde ölümü öldüren
Kaypakkaya’nın yenildiğini kim iddia edebilir.
Öldürülmüştür ama ele
geçirilememiş, yenilmemiştir!
Tarihte en az zaferler kadar insanları birleştiren
yenilgiler vardır.
Böylesi durumlarda gerçek zafer, canlı
kalmaktan çok, ne pahasına olursa olsun mücadeledir.
Kaypakkaya’nın mücadelesinin
ödülü zafer değil, direnme de olmuştur”! size="2">[10]
Ya “Mare Nostrum” yani “Bizim
Deniz”…[11]
Hani Can Yücel’in, “en uzun koşuysa
elbet/ türkiye’de devrim/ o, onun en güzel yüz metresini
koştu/ en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak.../ en hızlısıydı
hepimizin,/ en önce göğüsledi ipi.../ acıyorsam sana anam
avradım olsun/ ama aşk olsun sana çocuk,/ aşk olsun,”
dizeleriyle betimlediği…
Son nefesinde, darağacında son sözleri,
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm.
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın
işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!” olan; 6
Mayıs 1972 tarihinde katledilen THKO önderlerinden Deniz
Gezmiş…
Hani A. Hicri İzgören’in, “Onların
ölüm yıldönümleri aynı zamanda doğum
yıldönümleridir de... Onları anlatmakta zaman kifayetsiz
kalır... Sözcüklerin dili tutulur... Onlar bir destana
yazdırdılar adını... Bir masala verdiler renklerini... Onlar tarihin
sağır kulaklarına yankılanan birer mesaj oldular... Onlar gürül
gürül akan bir ırmak gibidirler... Suyun sesine yazıldı
serüvenleri... Onlar anlamın ve sevdanın morarmış karanfilleridir...
Onlar kimliklere kazılmış gül suretidir. Kanayan yaralarımıza
sargı bezidir... Birer halk sancağı gibidir onlar... Anıları hepimize
emanettir... Halklarımız onları unutmayacak... Helal olsun onlara... Selam
olsun... Can Yücel’in dediği gibi
‘Aşkolsun’…” dediği…
Ya da ODTÜ’deki “Devrim”i
yazanlardan; bir kızı, atıyla kaçırma muzipliğiyle anılan O;
“Bizler ise hâlâ gözünü kan
bürümüş darbecilerin aramızdan aldığı
arkadaşlarımızın yasını tutuyoruz. Deniz benim gençliğim,
çocukluğum... Onu hatırladıkça, gözlerim doluyor, hep
genç kalan fotoğraflarına bakıyorum, yaşlandığımı
hissediyorum,” diyen AKP kuyrukçusu liberal Oral
Çalışlar’ın ve “Beyoğlu İstiklal’de
düdük çalıp, Deniz’e dudak bükme”
densizlikleriyle Rasim Ozan Kütahyalı “Taraf”lılarının
kavraması mümkün olmayan isyan geleneğidir!
Aslı sorulursa içinde geçtiğimiz
post-modern zamanların büyük kötülüklerinden biri,
isyan geleneğine sahip çıkmanın aşağılanıp, “cahillik ve
bağnazlık” sayılmasıdır ki, böyle başka bir dönem
olmamıştır herhâlde.
Hele hele, “itiraz ve karşı
çıkışın”, bütün değerlere bir
küçümseme ile bakıldığı ve de
özgürlük ile
demokrasikavramlarının
içinin boşaltıldığı bir vahim durum; devrimcilerin yerine
medyatik “akil adam/ kadın”ların ikame edildiği bir
tüluattır! Bu orta oyununda artık Denizler gibi cesur ve kararlı
olmanın yeri yoktur; bu tüluatta yeri olanlar ‘Taraf’ta
köşe kapmaya çalışanlardır! Devrimci eylemden anlaşılan
artık sadece İstiklal Caddesi
nde düdük
çalmaktır! Bu durumda da Lenin
in Ergenekoncu,
Marksizmin de arkaik ilan edilmesi “elzem”dir!
Ancak unutulmamalıdır ki bu traji-komik
tüluatında bir sonu vardır; olacaktır! Çünkü Sunay
Akın’ın dizelerindeki gibidir her şey: “temiz kalan tek yerdir
devrim/ bütün bir yıl/ kirlenen duvarda/ ama görebilmek
için/ asıldığı çividen indirilmelidir/ yaprakları biten
takvim/
zorbalara direnmektir devrim/ bir çocuğun/
annesinin çantasından aldığı paraları/ altına gizlediğini
söylememiştir dövülen hiçbir hâli/
içinde yaşamaktır devrim/ dikiş kutusunun/ ve
toplu iğneler gibi/ bir arada olmayı gerektirir/ karşı koyabilmek
için zulmüne/ makas denilen patronun/
gece ışıklar arasında koşmaktır devrim/ ateş
böceklerini/ yakalamak isteyen çocukların/ peşine takılır
gün gelir/ yanıp sönen mavi ışıkları/ polis
arabalarının/
kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/
hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük
şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/
kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç
deniz gezmiş…”
Ve “Devrim yolu engebelidir,
dolambaçlıdır, sarptır...
Kurtuluş bayrağı bu yolu tırmanan gerillaların
birbirine iletmesi ile oligarşinin burcuna dikilecektir.
Her engebede düşen gerillaların gövdesi bir
devrin fırtınası yaratır...
Düşen gerillaların kanı devrim yolunu
kızıllaştırır, aydınlatır...
Düşenler geride kalmazlar, onlar; emekçi
halkın kalbinde, ruhunda ve bilincinde, devrimin önder ve itici
sembolleri olarak yaşarlar...
Ve onlar; liderdirler, liderler devrim savaşında masa
başında oturmazlar, bu savaşta ön safta savaşırlar...
Düşenler devrim için; devrim yolunda
vuruşarak düştüler...
Kalbimize, ruhumuza ve bilincimize
gömüldüler...
Onlar; kurtuluşa kadar savaş şiarını devrim yoluna
kanlarıyla yazdılar...
Yolumuz; devrim yolunda düşenlerin yoludur,”
diyen Mahir Çayan…
27 yaşında katledilmesine karşın maharetiyle herkesi
kendisine hayran kılan, bugün itibarıyla üst düzey bir
finans yöneticisinin hakkında “Yabancı sermaye konusunda Mahir
Çayan’ın yeni sömürgecilikle ilgili
söylediklerinde doğrular olduğunu düşünmeye
başladım” dediği devrimci…
30 Mart 1972 tarihinde, Tokat’ın Niksar
ilçesine bağlı Kızıldere Köyü’nde dokuz
yoldaşıyla öldürüldüğü zannedilen devrimci
sosyalist…
Sonra da Ulaş Bardakçı… Ömer
Ayna… Hüseyin Cevahir… size="2">[12]
Sonra Erdal Doğan’ın, “Bir Ermeni olarak
yaşamak bir delilik ise bu memlekette! Sen ‘Ermeni’ bir
komünist olarak başka bir deliliği başarıp yaşadın. Işıklar ve
huzur içinde yat Sarkis Çerkezyan yani Sarkis Ahparik,”
dediği koca Sarkis ile Hrant Dink…
Sonra Türkiye’de ilk siyasi ve faili
meçhul cinayete kurban giden Türkiye İşçi Partisi Genel
Yönetim Kurulu I. Yedek Üyesi ve Amasya İl Başkanı Şerafettin
Atalay…[13]
Sonra asıldığında 17 yaşında olan Erdal
Eren…
Sonra idam sehpasına “Ben güle oynaya
gidiyorum. Geriye dönüp bakma gereği duymuyorum.
Çünkü geçmişimde pişmanlık duyacağım
hiçbir şey yok. Tekrar yaşamaya gelsem yine bu görevi, bu
kişiliği seçerdim, bu iştahımı tekrar yaşamak isterdim,”
diye haykıran Serdar Soyergin…
27 yaşındayken idam edilen ve idamından önce
kaleme aldığı mektup tam 25 yıl sonra ailesinin eline ulaşan Ali
Aktaş…
Yine 12 Eylül darbesinin ardından Adana 1
No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararıyla idam edilen ve
yazdığı son mektup 27 yıl sonra ailesine ulaştırılan Mustafa
Özenç…
Sonra da Bekir Kilerci ile Serkan Eroğlu…
Ya da özetle zikredemediğimiz diğerleri de dahil
hepsi!
 
II) ONLARI ANIMSAYIP, ONLARDAN ÖĞRENMELİYİZ!
ÇÜNKÜ!
 
Nâzım Hikmet’in, “Söz yalan
söylüyorsa/ renk yalan söylüyorsa/ ses yalan
söylüyorsa/ ellerinizden geçinen/ ve ellerinizden başka her
şey/ herkes yalan söylüyorsa,/ elleriniz balçık gibi
itaatli,/ elleriniz karanlık gibi kör,/ elleriniz çoban
köpekleri gibi aptal olsun,/ elleriniz isyan etmesin diyedir./ Ve zaten
bu kadar az misafir kaldığımız/ bu ölümlü, bu yaşanası
dünyada/ bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin
diyedir,” dizeleriyle betimlediği sürdürülemez
kapitalist yıkım ve yok oluş kesitinde Onlar; biz(ler)e, yolumuzu/
yönümüzü hatırlatanlardır!
Onlar sürdürülemez kapitalist
geleceksizleştirme karşısında insan(lık) için umut ve gelecek
umududurlar…
Çünkü, yaşanlar onları, her gün
bir kez daha doğruluyor…
Kapitaliz mi? Kriz içinde debelenen kapitalizm
sürdürülemez bir geleceksizleştirmenin yıkımıdır!
Bu topyekûn zulümden kurtulmak için
Onların gösterdiği yoldan ilerlemeliyiz…
Çünkü sürdürülemez
kapitalizm kriz içindeki istikrarsızlığın
“istikrarı”yla betimlenmektedir!
Şu çok açık: Otuz yıllık
küreselleşme, serbest piyasa ütopyası nihayet dağılıyor!
Dünya ekonomide Şarlo L’sinden söz
etmek gerek: Üretim hızla düşüyor, işsizlik artıyor ve
ekonomi uzun süre toparlanamayacak…Yeni bir büyük
depresyon devreye giriyor…
Başta George Soros olmak üzere bazı finans
guruları küresel krizin ikinci aşamasına şu sıralarda girdiğimizi
öne sürüyorlar. Farklı sözler söyleseler de
aşağı yukarı aynı şeyi ifade ediyorlar: Kriz henüz bitmedi. Bazı
yorumcular ikinci bir dip olasılığının bayağı yüksek olduğunu,
bazıları ise işin finansal boyutundan reel kesim boyutuna
geçildiğini iddia ediyorlar.
Öte yandan yaşananlarla bağıntılı olarak,
kredi krizi de aşılamıyor yani 2007’de patlak veren kredi krizi
tüm şiddetiyle devam ediyor!
ABD’nin önde gelen üniversitelerinden
ekonomi profesörleri, ülkenin geleceğine yönelik karamsar
yorumlarda bulunup, felaket senaryolarını sıraladı. Yorumlardan birinde
ABD’nin iflas ettiğine, diğerinde ise iki dipli resesyonun
kaçınılmaz olduğuna vurgu yapıldı.
Boston Üniversitesi’nde ekonomi
bölümünde ders veren Profesör Laurence Kotlikoff
ABD’nin iflas ettiğini ancak kimsenin bu durumun farkında
olmadığını söyledi.
Kotlikoff, “Biraz gerçekçi olalım.
ABD iflas etti. Ne daha fazla harcamak ne de vergi indirimlerine gitmek
ülkenin borçlarını ödemesine yardım edecek”
dedi.
Kapitalizmin, çok katmanlı, çoğu
uzlaşmaz çelişkilerden oluşan toplumsal yapısı artık
sürdürülemezliği yanında topyekûn bir yıkıma tahvil
olmuşken şimdi insan(lık)ın kurtuluşu, bu krizden çıkmakta,
yarının insan(lık) için inşa edilmesinde…
Bu bağlamda da Dickens’ın deyişiyle, birilerine
“zamanların en kötüsü”, bir başkalarına da
“zamanların en iyisi” olarak gelir gerçeğini unutmadan;
“Bu krizi, ‘Her felaket her zaman büyük toplumsal
ilerlemelerin katalizörüdür,’ sözleriyle
karşılayanların da var”[14]
olduğunu unutmayalım…
Bu tabloda kapitalist “Yeni Dünya
Düzen(sizliğ)i” vahşetitopyekûn bir yıkımda
somutlanıyor!
“YDD” dedik! Hızla
sıralayalım…
AB istatistik kurumu Eurobarometre’nin
yayımladığı rapora göre Avrupa’da yaklaşık 85 milyon yoksul
bulunuyor!
“Almanlar şimdi ‘korku’
içindeler! Fakirleşme korkusu bu,” diyor Erol Özkan; kolay
mı? Küresel krizin sarstığı Avrupa’da 6 kişiden biri
açlık seviyesine düştüğüne inanıyor. AB istatistik
kurumu Eurobarometer’in raporuna göre, Avrupa’da yaklaşık
85 milyon yoksul bulunuyor…
Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick,
küresel ekonomik krizin 60 milyon kişiyi yoksulluğa ittiğini
söyledi…
‘Merrill Lynch’ ile
‘Capgemini’nin raporuna göre, krizin en çok
hissedildiği 2009’da dünyada en zenginlerin sayısı 10 milyona,
servetlerinin toplamı ise 18.9 artarak 39 trilyon dolara ulaştı!
‘The Boston Consulting Group’un (BCG)
‘2009 Küresel Varlık Raporu 2010’ araştırmasına
göre, 2008’de yüzde 10’luk bir düşüş
gösteren global servet, 2009’da yüzde 11.5 oranında bir
artışla 111.5 trilyon dolara yükseldi!
Evet asalak kapitalistlerin servetleri katlanırken,
milyonların yoksulluğu da katlanarak büyüyor. Onlar
zenginleştikçe milyonlar yoksullaşıyor. Bu bile, kapitalizmin
çarklarının kimin için döndüğünü
gösteriyor.
Özetle dünya üzerindeki her altı
insandan biri, yani 1 milyardan fazlamız, her gün yatağa aç
giriyor. Kazandığı para ancak ölmeyecek kadar karnını doyurmaya
yetenleri de dahil ettiğimizde bu sayı 3 milyarı geçiyor.
Dünya nüfusunun yüzde 2’sinin sahip
olduğu varlıklar, nüfusun yüzde 50’sinin sahip olduğundan
daha fazla!
Bunlara çok önemli bir şey daha eklemek
gerek: BM Tarım ve Gıda Örgütü (FAO), değişen çevre
şartları ve dünya nüfusunun hızla artması sonucu ortaya
çıkan açlıkla mücadele için, birçok
ülkede var olan ve yine birçok ülkede yadırganan bir
beslenme modeli üzerinde duruyor. BM araştırmasının yazarı olan ve
Belçika’daki Wageningen Üniversitesi’nde görevli
entomolojist Arnold Van Huis, dünyada bir et krizi olduğuna dikkat
çekerek “Böyle giderse ikinci bir gezegene ihtiyacımız
olacak” ifadesini kullandı. Van Huis, böceklere dayalı bir
beslenme modelinin, protein, vitamin ve mineraller açısından zengin
olmasının yanı sıra sera gazı salımını da oldukça
düşüreceğini kaydetti! size="2">[15]
Evet, emekçi insan(lık)a “yenilebilir
böcekleri” öneren sürdürülemez kapitalist
yıkım yeni bir gıda krizi olasılığıyla yüz yüze
geliyor…
Tablo bu; bunu yaratan ise sürdürülemez
kapitalizm ile jandarması ABD İmparatorluğu…
“Sıkıntı” ve “soru(n)ları”
büyüdükçe militaristleşen ABD
İmparatorluğu’nun “Obamania” oyununu kısa
sürdü, liberal izleyicilerini düş kırıklığı
uğrattı…
Aslı sorulursa aralarında yapısal bir fark olması
mümkün olmayan Bush ile Obama, terörist kötülük
İmparatorluğunun taşıyıcılarıdır! size="2">[16]
“Bush, tek kutuplu dünya düzeninde,
önleyici askerî darbelere ve tek yanlı müdahalelere
öncelik vererek ABD’nin ‘küresel
üstünlüğünü’ garanti etmek istiyordu. Obama
ise çok kutuplu uluslararası sistem içinde, ABD’nin
‘küresel liderliğini’ restore etmek ve küresel sistemi
ABD çıkarlarına göre şekillendirmek istiyor.” size="2">[17] Hepsi bu!
Bunu içindir ki ABD’de aktörler ve
aydınlar, Obama’yı insan hakları ihlâlleri ve savaş
suçları işlenmesine izin vermekle suçlayan bir manifesto
imzaladılar.
‘The New York Review of Books’un 14 Mayıs
2010 tarihli nüshasında yayımlanan ve imzacıları arasında Noam
Chomsky de bulunan manifestoyu, yaklaşık 2 bin kişinin imzaladı.
İlanda, Obama ve selefi George W. Bush’un
fotoğrafları, Amerikan Federal Soruşturma Bürosu’nun
suçluları arama ilanlarındaki gibi yerleştirilerek
“Suç suçtur, kimin işlediğinin bir önemi
yoktur,” denildi…
Dünya böyle de, bu dünyanın vahim bir
parçası olan Türkiye “Nasıl” mı?
Beklentilere ilişkin yapılan anketler, krizin
etkilerinin devam ettiğini ortaya koyuyor. Örneğin,
‘Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın
anketine katılanların yüzde 44’ü “Gelecekten
karamsar”!
Ortada bir işsizlik kâbusu söz konusu!
İşsizlik de borçlanma yoksulluktur!
‘Oxford Üniversitesi’ araştırmasına
göre, Türkiye’de 6.2 milyon “Çok Yoksul
Var”…
Türkiye’den 2003 yılında elde edilen
verilerle hazırlanan raporda; çok yoksul insan sayısının 6.2
milyon olduğu belirlendi. Bu kişilerin nüfusa oranı yüzde 8.5.
Yoksul nüfus arasında bu durumun yoğunluğu yüzde 45.
Günde 1.25 dolar ya da altında yaşayan insan
oranı yüzde 3.
Günde 2 dolara yaşayan kişilerin oranı
yüzde 9. Ulusal olarak yoksulluk sınırının altında yaşayanların
oranı yüzde 27.
TÜİK’in ‘2008 Gelir ve Yaşam
Koşulları Araştırması’na göre de, Türkiye’de
yoksulluk riski altında olanların sayısı 11 milyon 580 bin kişiye
çıktı. Yoksulluk sınırı da yıllık 3 bin 164 liraya
yükseldi.
Araştırmasına göre nüfusun yüzde
16.7’si yoksul!
Yoksulluğun çoğalması,
sömürünün derinleşmesiyle birlikte zenginliğin
büyümesi anlamına gelir!
Evet yoksulun daha da yoksullaştığı, mevcut işsiz
sayısına milyonların eklendiği ekonomik kriz, döneminde Türkiye
zengin sayısını arttırdı.
‘Dünya Varlık Raporu’na göre,
2009 yılında Türkiye’deki varlıklı kişi sayısı 2008’e
göre yüzde 6.4 artarak 35 bin 900’e çıktı; yani
2009’da 33.7 bin kişiden 35.9 bin kişiye yükseldi.
Evet, zenginler krizde de zenginleşiyor!
Sürdürülemez kapitalizmin lanetli
egemenleri müthiş rakamları kârlar hanelerine kaydederlerken; bu
durum, asalak kapitalizmin finans kurumlarında, bankalarda net
biçimde karşımıza dikiliyor.
İşte somut veriler!
Bankacılık sektörünün 2010 Mayıs sonu
itibarıyla kârı yüzde 13.9, kredileri yüzde 21.2 arttı.
Sektörün aktif büyüklüğü yüzde 18
artışla 879.309 milyon lira oldu. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurumu’nun kesinleşmemiş geçici verilerine göre,
sektörün kârı bir önceki 2009 yılının aynı
döneme göre yüzde 13.9 artışla 10.328 milyar liraya
çıktı.
Hayır, bu kadar; bunlarla sınırlı değil; bunun
gelir dağılımı eşitsizliği/ adaletsizliğiyle doğrudan bağıntısı
var ki, o da şu!
Türkiye nüfusunun en alttaki 14 milyon
kişilik kesim toplam gelirin yalnız yüzde 6’lık kısmını
alıyorken; en üst gelir grubunda bulunan yüzde 20’lik grup
toplam gelirin yüzde 46.7’sine el koyuyor!
Bu tabloyu biraz daha irdelersek: Dünya
Bankası’nın ‘Dünya Gelişim Raporu 2006’ verileri,
“Türkiye’de 71 milyonluk nüfusun yaklaşık 3.5
milyonunun günlük gelirinin 1 doların altında
kaldığını” gösteriyor.
Veriler ortadadır. Türkiye’de kaç
kişinin açlık nedeniyle ölümle burun buruna olduğu,
kaç kişinin derin bir sefalet içinde yaşadığı, kaç
kişinin de bolluk içinde yüzdüğü kolayca
hesaplanabilir.
Krizin teğet geçmeyip, allak bullak ettiği
Türkiye çıldırıyor, çürüyor…
Psikiyatri uzmanı Doç. Dr. Özkan
Pektaş’a göre, Türkiye’de psikopati hızla
yayılıyorken, “Toplumsal cinnetin eşiğindeyiz”!
 
III) İNADINA RADİKAL SOSYALİZM
 
Tibet’li Dalay Lama’nın bile, kendisinin
ruhen, ana amacı “nasıl kâr edilir” olan kapitalizmi
reddeden bir Marksist olduğunu açıkladığı kesitte yerküre
ile Türkiye’deki sürdürülemezlik tablosu genel
olarak bu!
Hayır burada hiç kimse, bana yaşanan reel
sosyalizmin olumsuz sonuçlar vermesi gerçeğinin, işsizliği
yükselten, ücretleri azaltan, sosyal güvenlik sistemini
çökerten neo-liberalizmi, yani sürdürülemez
kapitalizmin vahşetini “tek seçenek” olarak kabul
etmemizi “gerektirdiği”nden söz etmeye
kalkışmasın!
Sürdürülemez kapitalizmin cinnetinden
kurtulmak ise, devrim(ciler) veya bizimkilerin güzergâhında
inadına kendini yenileyerek devrimcileştiren radikal sosyalizm ile
mümkün…
Devrimci Marksizmin entelektüel mirası, onu
olumlarken değiştirmeyi/ geliştirmeyi de gerektirir.
Bu da V. İ. Lenin’in altını özenle
çizdiği “Yaratıcı Marksizm”dir. Radikal sosyalist
tahayyülün, sınıf mücadelesi zemininde, yeniden ve devrimci
eksenlerde biçimlendirilmesi, elbette, “olmazsa
olmaz”dır!
Ancak buradaki kilit soru(n), devrimci Marksizmi
“yeniliyorum” derken; demokratizme kurban etmemektir!
Özellikle “Demokratik olandan
vazgeçmemek, vazgeçilmesi olanaksız bir yaşam
biçimidir artık,”[18] diyen
Semih Gümüş’ün tutumuna yansıdığı üzere,
giderek yaygınlaşan yanılgı şudur:
“Klasik Marksizm-Leninizm, geleneksel devrimci
anlayışı içinde reformları sosyalizm savaşımının
parçası olarak görmeye yatkın olmadı, ama onun yerine koyduğu
devrimci seçenekleri halkın çoğunluğunu kazanarak
gerçekleştirmenin yollarını da yaratamadı. Devrimci
seçenek, sonunda hemen her zaman azınlığın seçimi olarak
kalmakta, azınlığın kazanması için zor kullanmayı
kaçınılmazlaştırmakta, zorla ele geçirilen iktidarı
korumak için zor sürekli kullanılan bir araç olarak
rasyonelleşmekte ve bu eylem ve savaşım anlayışı sahibini de kendine
tutsak etmekte. Bu süreci demokratikleştirecek bir devrimci sosyalizm
anlayışı, aransa da bulunamadı. Bu arada devrimciler ve komünistler,
‘geleneksel olarak reformları, sistemin bir aleti, halkçı
mücadeleleri özümsemenin ve nötralize etmenin bir aracı
olarak’ reddettiler… Chávez’in Bolívarcı
Devrimi ise, reformlar yoluyla neler yapılabileceğinin radikal bir
örneği. Brezilya’daki Lula iktidarı da, uzlaşma yollarını
sürekli gözeterek gerçekleşen reformların yol
açtığı kazanımlar dizisini gösteriyor.” size="2">[19]
Semih Gümüş ve onun gibi
düşünenler yanılıyor!
“Reformları sosyalizm savaşımının
parçası olarak görmeye yatkın olmadı” denilen radikal
sosyalistler için reformlar devrimci mücadelenin bir
ürünüdür; böyle olduğu zaman da asla
küçümsenmemiştir!
Ancak siz, “demokratikleşme” diye
egemenlerin lütuflarını “kutsuyor”sanız; o başka
elbette! Ayrıca da radikal sosyalistler için
“demokratikleşme” değil (ki bu reformistler içindir),
demokrasi mücadelesi söz konusudur!
Verilen “Chávez’in Bolívarcı
Devrimi ile Brezilya’daki Lula örneği”ne gelince, bunlar
sadece, Semih Gümüş’ün bilgisizliğinin ortaya koyuyor;
hepsi bu!
Nihayet “Zapatistaların ‘Dünyayı
fethetmek zorunda değiliz. Bize onu baştan yaratmak yeter’
sloganıyla 68 Kuşağı’nın ‘Gerçekçi ol,
imkânsızı iste’ sloganı arasındaki koşutluk, aslında
bugün de izlenecek en doğru yol olarak beliriyor,” size="2">[20] diyen Semih Gümüş’ün
“çok farklı bir çözüm”den söz
etmiş olduğu türden yanılgısına gelince: “Dünyayı
baştan yaratmak yeniden için onu fethetmek zorundasınız; işte
bunun için imkânsızı istemek
gerçekçiliktir” gerçeğini
anımsatalım…
 
III.1) “SONUÇ YERİNE”: ELBETTE
İSYAN!
 
Bunun için de Ergin Yıldızoğlu’nun,
“Kriz! Her yerde kriz!” saptamasının altını çizdiği
zaman diliminde, her zamankinden çok isyan etme
özgürlüğümüzü kullanmaya muhtacız ve Mihail
A. Bakunin’in, “Yok etme tutkusu, aynı zamanda yaratıcı bir
tutkudur,” uyarısını unutmamalıyız…
Evet şimdi Kavafis’in, “Kimi insanlar
için bir gün gelir,/ o büyük Evet’i ya da o
büyük Hayır’ı/ söylemeleri gerekir…” size="2">[21]
Evet şimdi Enver Gökçe’nin,
“Biz olmasak gökyüzü/ Biz olmasak ray, dönen
tekerlek, yıkanan buğday,/ Ayın on beşi bizsiz/ Anne dizi, kardeş dizi
yar dizi/ Güzel değildir...”
Evet şimdi Nâzım Hikmet’in,
“Güzel günler göreceğiz çocuklar,/ güneşli
günler/ göre-/ -ceğiz.../ Motorları maviliklere süreceğiz
çocuklar,/ ışıklı maviliklere/ süre-/ -ceğiz.../ /İnanın:/
güzel günler göreceğiz çocuklar/ güneşli
günler/ göre-/ -ceğiz./ Motorları maviliklere süreceğiz
çocuklar/ ışıklı maviliklere/ süre-/ -ceğiz...”
dizelerini yüksek sesle haykırın…
O zaman Promethus ve Spartaküs ile başlayan
hikâye(miz)deki “O çocukların… şarabî
eşkıyaların”, yani Kawa… Şeyh Bedreddin (ve Karaburun
Mağlupları)… Che Guevara… Mustafa Suphi… Hikmet
Kıvılcımlı… İbrahim Kaypakkaya… Deniz Gezmiş…
Mahir Çayan… Ulaş Bardakçı… Ömer
Ayna… Hüseyin Cevahir… Julius Fuçik... Misak
Manuşyan… Sarkis Çerkezyan… Hrant Dink…
Şerafettin Atalay…Serdar Soyergin… Ali
Aktaş…
Mustafa Özenç… Bekir Kilerci
ile Serkan Eroğlu… Ve diğerlerinin bir “Phoneix Kuşu”
(isterseniz “Zümrüd-ü Anka” deyin!) olduğunu ve
sizinle eşitlik/özgürlük için ayaklanmalarda nasıl da
yan yana aynı barikatta olduğunu göreceksiz!
Böylece de Friedrich Nietzsche’nin,
‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ündeki, “Tüm
yazılanlar arasında en çok bir kişinin kanıyla yazdığı şeyi
severim” sözünün; Melih Cevdet Anday’ın,
“Sevdiğim çiçek adları gibi/ Sevdiğim sokak adları
gibi/ Bütün sevdiklerimin adları gibi/ Adınız geliyor aklıma/
/Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm/ Kahramanlıklar okudum
tarihte/ Çağımıza yakışan vakur, sade/ Davranışınız geliyor
aklıma,” dizelerinin; “İranlı bir şair der ki,
‘Aşka uçarsan kanadın yanar…’ Mevlana der ki,
‘Aşka uçmazsan kanat neye yarar?’…”

diyalogunun ne anlama geldiğini; Fyodor Dostoyevski size="2">[22] ile Elias Canetti’nin size="2">[23] uyarılarıyla ne demek istediğini
kavrayabilirsiz!
 
23 Ağustos 2010 12:15:26, Ankara.
 
N O T L A R
[1]
27 Ağustos 2010 tarihinde ÖEP’in İzmir Selçuk’ta
düzenlediği ‘V. Gençlik Kampı’nda yapılan
konuşma… Kaldıraç, No:114, Ekim 2010…
[2]
H. L. Mencken.
[3]
İTÜ Sözlük,
http://www.itusozluk.com/goster.php/sibel+%F6zbudun, (itirazım var sayın
yönetici, 16.12.2007 16:57)
[4]
Oya Baydar, Savaş Çağı Umut Çağı-Bir Yirmi Yaş
Güncesi, Can Yay., 2010.
[5]
Julius Fuçik, Darağacından Notlar, Çev:Şemsa Yeğin, Kavis
Kitap, 2010.
[6]
Mesela K. Marx, ‘1844 Elyazmaları Ekonomi Politik ve Felsefe’de
paraya sahip olmanın “çirkinliği” telafi ettiğinden
bakın nasıl anlatır: “Para herhangi bir şeyi alabilme, tüm
nesneleri edinebilme özelliğine sahip olduğu için, bu
yüzden sahip olma kavramına değen ilk egemen nesnedir...
Gücümün sınırı sahip olduğum paranın gücü
kadardır...”
[7]
Daniel Ben Saïd, “Che: Yüzyılın Bir Evladının
Trajedisi”, Yeni Yol, No:36, Kış 2010, s.71.
[8]
“Bolivyalı küçük asker,/ Bolivyalı
küçük asker,/ sırtında tüfeğin, gidiyorsun/
tüfeğin Amerikan malı/ tüfeğin Amerikan malı/ Bolivyalı
küçük asker/ tüfeğin Amerikan malı.
Sinyor Barrientos verdi onu sana/
Bolivyalı küçük asker/ Mister Johnson’un armağanı/
kardeşini vurman için/ kardeşini vurman için/ Bolivyalı
küçük asker kardeşini vurman için.
Kim bu ölü, bilmiyor musun/
Bolivyalı küçük asker?/ Bu ölü Che Guevara,
Arjantinliydi Kübalıydı/ Arjantinliydi Kübalıydı/ Bolivyalı
küçük asker,/ Arjantinliydi Kübalıydı.
En iyi dostundu senin,/ Bolivyalı
küçük asker,/ yoksulların dostuydu/ doğudan dağlara
kadar/ doğudan dağlara kadar/ Bolivyalı küçük asker/
doğudan dağlara kadar./ İnsan kardeşini vurmaz.” (Nicolas Guillen,
Türkçesi Ülkü Tamer.)
[9]
Onur Gülbudak, “Kaypakkaya’nın İşkence Dosyası 37
Yaşında...”, Birgün Pazar, 30 Mayıs 2010, s.9.
[10]
Celalettin Can, “Zaman Aşımı’na Uğramayan Kin ya da İbrahim
Kaypakkaya”, Günlük, 14 Mayıs 2010, s.10.
[11]
“Deniz, politikaya nasıl ilgi duyduğunu şöyle anlatmıştır:
‘Sosyalizmi ilk defa Yön dergisinin ikinci çıkışı
sırasında bu dergiyi izlerken benimsedim. Sonra bu alanda kendimi
yetiştirmeye çalıştım. Lise birinci sınıfta iken,
öğretmenimin okuttuğu ‘Teneke’ kitabı ile yurt
gerçekleriyle karşılaştım. Yine öğretmenimin ezilen halk
kitleleri hakkında verdiği bilgi ile yoğruldum.
Dostoyevski’nin kitaplarını
bitirdim. Şimdi Balzac’tan okumaya başlayacağım. Çoğunu
daha evvel okumuştum ama yine rahatça, canım sıkılmadan okuyorum.
Hele Dostoyevski! Yaşadığı toplumun kesitini vermiş romanlarında.
Tolstoy’un mujikleri varsa onun da bir türlü iki yakaları
bir araya gelmeyen şehirli küçük burjuvaları var. Onları
o kadar canlı anlatmış ki, insan görür gibi oluyor. Sana
İngiliz, Alman, İtalyan, İspanyol edebiyatı desem, aklına her birinden
bir isim gelecek. Örneğin Shakespeare, Goethe, Dante, Cervantes. Ama
Fransız ve Rus edebiyatı olunca durum değişir. Bir sürü isim
gelir aklına. Her biri birbirinden büyük. Aynı durum İran
edebiyatı için de geçerli. Ömer Hayyam, Şirazlı
Sadi’...” (Turhan Feyizoğlu, “Dizginlenemeyenlerin
Buluştuğu Okul”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2009, s.9.)
[12]
“Hüseyin Cevahir, ‘Kalın Çizgilerle
Edebiyatımızın Dünü’ başlıklı yazısını 1969’da
22 yaşındayken Yordam dergisinde yayımladı. Cevahir, Dağlarca ve
başyapıtı ‘Çocuk ve Allah’ı eleştirel bir
yaklaşımla ele alırken, ‘Hep canlanan maddedir şiir. Tatlı, buruk
bir hüzün bırakmakta, kendisiyle birlikte okuyucuyu da
çocukluk havasına sokmaktadır. (...) Değişen durumunu bile ozan,
her seslenişinde, yüreğini ağzına her getirişinde baştan sona
özlem ve acı kesilmektedir’ diyor.
Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi’nin (THKP-C) kurucuları arasında yer alan
Hüseyin Cevahir, 1947’de Tunceli (Dersim) Mazgirt’te
doğmuştu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuduğu dönemde
Fikir Kulübü’ne, ardından Dev-Genç’e katılan
Cevahir, THKP-C’nin ilk genel komitesinde yer alarak Doğu Anadolu
bölge sorumluluğunu üstlenmişti. Cevahir, 1 Haziran 1971
günü İstanbul Maltepe’de güvenlik
güçlerince düzenlenen bir operasyonda yaşamını
yitirmişti. Cevahir’in sanat ve kültür üstüne
yayımlanmış çeşitleri yazılarının yanı sıra Küba Devrimi
üstüne de bir incelemesi bulunuyor.”
(“Cevahir’den Dağlarca İncelemesi”, Cumhuriyet, 14
Ağustos 2010, s.17.)
[13]
Amasya’da 1938 yılında doğan, 1965’te Amasya’da TİP
örgütünü oluşturan Atalay ve arkadaşlarına ilk suikast
1969’da düzenlendi. Yemek yedikleri lokantaya bomba atıldı ama
bomba pencere pervazına çarparak dışarıda patladı. İkinci
suikast girişimi 1970’de oldu. Şehir dışında yolu kesilerek
öldürülmek istendi ve bundan da kurtuldu.
Öldürülmeden iki hafta önce de polise başvurarak
“Devrimci güçleri susturmak için tertipler
düzenleniyor” dedi. Cinayetten önce de evine “Artık
sıra sende” yazısı bırakıldı. Atalay, 27 Ocak 1971’de
evinin önünde kafasına bir kurşun sıkılarak
öldürüldü. Aradan 39 yıl geçmesine karşın
katiller bulunamadı. (Mehmet Menekşe, “Katili 39 Yıldır
Bulunamadı”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2010, s.4.)
[14]
Ergin Yıldızoğlu, “Zirvelerden Bakınca... (II)”, Cumhuriyet,
30 Haziran 2010, s.4.
[15]
İngiltere’deki Kraliyet Entomoloji Derneği’nin kongresinde ele
alınan bu yeni beslenme modeline göre dünyada 1700 tane
yenilebilir böcek türü bulunuyor. (“BM’den
Beslenme Önerisi: Et Bulamayan Böcek Yesin!”, Cumhuriyet, 4
Ağustos 2010, s.20.)
[16]
“İşgal edilen ülkelerde uyuşturucu üretimi arttı, ABD ve
İsviçre bankaları kazandı… ‘Uyuşturucuya Karşı
Savaş’ bahanesiyle işgal edilen Kolombiya ve Meksika, ABD’nin
askerî kaleleri hâline geldiler. Avrupa’da tüketilen
eroin tamamen Afganistan’dan gelmektedir. İşgal 2001’de oldu ve
2003 yılında eroin üretimi iki katına çıktı...”
(Eduardo Galeano, “Uyuşturucuya Karşı Mücadele Bahane”,
Cumhuriyet, 16 Temmuz 2010, s.9.)
[17]
Nejat Eslen, “Obama Küresel Liderliği Amaçlıyor”,
Radikal, 1 Haziran 2010, s.19.
[18]
Semih Gümüş, “Değişimin Yeni Yolları”, Radikal
Kitap, Yıl:9, No:482, 11 Haziran 2010, s.45.
[19]
Semih Gümüş, “Deneyimlerin Anlamı”, Radikal Kitap,
Yol:9, No:491, 13 Ağustos 2010, s.30.
[20]
Semih Gümüş, “İktidar Nasıl Reddedilir?”, Radikal
Kitap, Yıl:9, No:492, 20 Ağustos 2010, s.26.
[21]
Cevat Çapan, Kavafis’ten Yüz Şiir-Bir Başka Deniz
Bulamazsın, Helikopter Yay., 2010.
[22]
“Kırkından fazla yaşamak ayıptır, aşağılıktır,
ahlâksızlıktır. (…) Aptallar, namussuzlar yaşar kırkından
sonra…” (Fyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar, Engin Yay.,
2’inci baskı, 1998, s.8.)
[23]
Elias Canetti, “İnsanın Taşrası” başlıklı ünlü
“Notlar”ında, 1942 yılına şu satırlarla başlar:
“Belli bir yaştan başlayarak, her yıl biraz daha
gençleşebilmek, bir zamanlar büyük bir gururla
çıkılmış basamaklardan gerisin geriye koşabilmek hoş olurdu.
Böyle bir durumda yaşlılığın saygınlıkları ve onurları,
bugün nasıl ise yine öyle kalmalıydı; böylece altı ya da
sekiz yaşındaki çocuklara benzeyen insancıklar, en bilge ve en
deneyimli kişiler sayılırlardı. En yaşlı krallar, en
küçük krallar olurlardı; sadece
küçücük papalara rastlanırdı; piskoposlar
kardinallere, kardinaller de papalara tepeden bakarlardı. O zaman artık
hiçbir çocuk herhangi bir büyüklüğü
istemezdi. Tarih, eskiliği ölçüsünde önemini
yitirirdi; insan, üç yüz yıl önceki olayların
böcekler arasında geçtiği duygusuna kapılırdı ve
geçmiş, nihayet görmezlikten gelinmenin mutluluğunu
yaşayabilirdi.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder