14 Mayıs 2010 Cuma

"Hem işçiler, hem köylüler, hem tüketiciler birlikte mücadele etmeli"

"Hem işçiler, hem
köylüler, hem tüketiciler birlikte mücadele
etmeli"

 İvme Dergisi olarak Prof. Dr. Tayfun Özkaya
ile tarımı, özelleştirmeleri, tohumları, telif haklarını, süt
üreticilerini, GDO'ları konuştuk. Bizimle kapsamlı bir röportaj
gerçekleştirdiği için Prof. Dr. Tayfun Özkaya'ya bir kez
daha teşekkür ediyoruz.

Prof. Dr. Tayfun Özkaya kimdir?

1949 İzmir doğumlu, evli, bir çocuk
babasıdır. 1974 yılından bu yana Ege Üniversitesi Ziraat
Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümünde
çalışmaktadır. 1990 yılından 2006 yılına kadar Türkiye
çapında örgütlü bulunan Tarım Ekonomisi
Derneği'nin başkanlığını yapmıştır. Ege Üniversitesi
Ziraat Fakültesi, Tarım ve Ekonomisi Bölümü, Tarım
Politikası ve Yayım Anabilim Dalı öğretim üyesi, Ege
Üniversitesi Tarımsal Uygulama ve Araştırma Merkezi
Müdürü, Tarım Ekonomisi Derneği Başkanı, GDO Karşıtları
Platformu'nun destekçisidir.

Yaptığımız röportajı aşağıda
okuyabilirsiniz.

İvme Dergisi: Öncelikle Türkiye'de
tarımın son durumu hakkında neler
düşündüğünüzü öğrensek?

Tayfun Özkaya: Türkiye'de tarım 1980'den
sonra diğer bütün ekonomi alanlarında olduğu gibi ciddi bir
hızlı dönüşüm içerisinde. Burada temelde
özelleştirmeler söz konusu, KİT'ler, yani SEK, EBK, TEKEL
gibi ürün işleyenler, Zirai Donatım Kurumu, Gübre Sanayi,
Yem sanayi gibi girdi sağlayanlar özelleştirildi. Tabii bu çok
büyük ölçüde tarımı etkiliyor.
Çünkü bunların yerlerini hemen tekeller aldı. En son
mesela TEKEL'in özelleştirilmesiyle tam bir hegemonya oluştu
tütün alanında, beş tane hepsi de yabancı olan firma piyasanın
tümüne hâkim, ilk ikisinin yüzde 80 dolaylarında piyasa
payı var, bu iktisat literatüründe de tam oligopol hakimiyet diye
düşünülebilir. Çünkü beş tane firma var,
başka hiç bir firma yok, istedikleri gibi bir fiyat düzenlemesi
yapabiliyorlar. Nitekim tütünde de öyle. Üstelik de bu
egemenlikleri yasalarla da pekişti.

Oradan hemen başka bir alana girmiş oluyoruz, yasalar da
değiştiriliyor, yani mevzuat, yön verici şeyler, regülasyon
denilen şeyler. Bu büyük şirketler -yerli veya yabancı
büyük şirketler- zaman zaman bu tür düzenlemelerle, yani
yasalar ve yönetmeliklerle de var olan durumlarını pekiştirme veya
daha ileri götürme şansına sahip olabiliyorlar. Bunun en
güzel, ya da en çirkin örneği diyelim, TEKEL'de,
tütünde oluyor. Tütün Yasası 2001'de değişti ve şimdi
üretim yapmak isteyen, tütün üretmek isteyen bir
üretici sadece ve sadece anlaşma yapabilir, yani sözleşmeli
tarım yapabilir. Bunun dışında bir "serbest piyasa
mekanizması" bile yok. Gerçi yasa "auction"
denilen toplu satışı öngörüyor fakat bu uygulanmış
değil, sıfır. Dolayısıyla bazen yasalarla da bu gücü
pekiştirebiliyorlar. Yani özelleştirmenin yanında regülasyonla
bu alan etkileniyor. Mesela bu düzenlemelere Tohum Yasası örnek
verilebilir. 2006'da çıkmış olan Tohum Yasası yerel
çeşitliliği yok ediyor ve üreticilerin,
çiftçilerin kendi tohumlarını satmalarına yasak getiriyor.
Türkiye -birçok ülkede var bu gerçi-
çiftçilerin tohum satmalarının yasaklandığı bir
ülkedir. Çiftçilerin bile çoğu bu durumdan
habersiz. Çünkü şu anda tam anlamıyla kanunu
uygulamıyorlar. Bunlar bir de böyle yapıyorlar, bir şey
çıkarttıkları zaman, bir güç kazandıkları zaman bunu
olanca şiddetiyle hemen uygulamıyorlar, yavaş yavaş uyguluyorlar,
yıllara yediriyorlar. Dolayısıyla insanlar farkına vardıklarında iş
işten geçmiş oluyor. Şu anda mesela piyasada, semt pazarlarında
diyelim, üreticiler tohum satmak istedikleri zaman onlara şiddetli
cezalar getirilebiliyor, 10000 TL gibi cezalar getirilebiliyor. Yakında
bunları herkes öğrenecek. Regülasyon var, özelleştirme var,
üçüncüsü tarım politikaları tamamen
değişti.

Özellikle 1990'lara kadar Türkiye'de devlet bir
şekilde fiyatlara müdahale ediyordu. Mesela diyelim ki TEKEL piyasadan
alış yapıyordu, belli bir taban fiyatı koyuyordu, fındıkta aynı
şekilde devlet destekleme alımları yapıyordu. Bu çiftçi
eline geçen fiyatları yukarı çekiyordu. Dolayısıyla
tüccarlar da daha yukarıdan bir fiyattan satın almak zorunda
kalıyorlardı. Ama 2001'den sonra IMF ve Dünya Bankası'nın
baskılarıyla fiyat politikası tamamen değiştirildi ve devletin bu
tür şeyleri tamamen sona erdi ve şu anda destekleme politikası nerede
ise tamamen prim ödemeleri şekline döndü. Daha önce
hatırlarsınız DGD (Doğrudan Gelir Desteği) diye çok tartışılan
bir uygulama vardı. Bu DGD'de dekara belli bir para ödeniyordu, 10
lira, 15 lira gibi. Diyelim ki sizin 10 dekarınız varsa 150 lira, 100 dekar
varsa 1500 lira alıyordunuz. Şimdi DGD'yi kaldırdılar, fakat ondan
çok farklı olmayan bir prim sistemi getirdiler, o da her
üründe değil. Mesela pamukta, soyada, mısırda, buğdayda,
arpada, sütte var. Üretilen ürün başına belli bir prim
ödeniyor. 4 kuruş ödeniyor süt üretiyorsanız.
Keçi ya da koyun sütüyse 10 kuruş, inek sütüyse 4
kuruş. Mazotta destekler var, organik tarım yapıyorsanız belli bir para
veriliyor. Destekler buraya indirildi. Bunlar dikkat ederseniz
çiftçi eline geçen fiyatları yükseltmiyor.
Sütü örnek vereyim, 4 kuruşluk bir destek verdiğiniz zaman
sütte piyasa güya serbest. Büyük alıcılar istedikleri
fiyattan sütü alabilirler. Böyle bir sistem söz
konusu… Bu tabii özelleştirmeyle birleşince şuna yol
açıyor: Sütte de kimisi yabancı olan tekeller söz konusu;
bunlar istedikleri fiyattan ürün alabiliyorlar tekel
oluşturdukları için. Devletin uygulamış olduğu bu prim
politikası bunları etkilemiyor. İstedikleri fiyattan yine alıyorlar.
Sütte 4 kuruş, pamukta değişik düzeylerde olan bu primler
çiftçiye gidiyor, çiftçi zararının bir
kısmını azaltıyor. Dolayısıyla aslında bu primler bir anlamda
sanayicinin kasasına gidiyor. Çünkü bu primler sayesinde
sanayiciler daha da aşağıya indirebiliyorlar fiyatları. Yani
örneğin devlet primi kaldırırsa, o 4 kuruşu muhtemelen şirket
vermek durumunda. Çünkü sütü veya pamuğu
maliyetinin altına alamaz. Bu yüzden devletin koymuş olduğu bu prim
sistemi aslında büyük sanayicilere, alıcılara yaramış
oluyor.

Beri yandan tarımı etkileyen en önemli olaylardan
biri de gümrük vergilerinin düşürülmesi.
Geçtiğimiz yıllarda Türkiye bazı ürünlerde
gümrük vergilerini düşürdü, mesela pamukta sıfıra
indirdi. Türkiye'nin pamuk ithal etmesinin temel sebebi, birincisi
destekleme fiyat politikasının değişmesi, ikincisi gümrük
vergilerinin sıfıra indirilmesi. Fakat Türkiye hâlâ
buğdayda, arpada %180'ler gibi gümrük vergisi almakta. Sütte,
aynı şekilde ette, kısıtlamalar var. Şimdi DTÖ ve diğer
baskılarla sürekli bu gümrük vergilerinin
düşürülmesi isteniyor. Eğer Türkiye yanılıp da bu
gümrük vergilerini -mesela buğdayda- sıfıra indirdiği takdirde
Türkiye şiddetli bir şekilde buğday ithal edecek, bu müthiş
yıkıma neden olabilir aynı şekilde. Sütte ithalat konusunda engeller
var, ette engeller var. Bunların da kaldırılması durumunda Türkiye
tamamen buğday ithal eden, süt-et ürünleri ithal eden bir
ülke haline gelecek. Burada uluslararası otoriteler Türkiye'ye
sebze meyve üreticisi rolü veriyorlar, yoğun emeğe dayandığı
için. AB'nin hazırladığı uyumla ilgili bir araştırmaya göre
Türkiye'de AB ile gümrükler eşitlendiği takdirde,
Türkiye sadece sebze, meyve, koyun eti, mercimek ve fındıkta
rekabetini sürdürüp, üretim yapıp, ihracat edebilecek
bir ülke haline gelecek; diğer bütün ürünlerde,
buğday da dâhil olmak üzere, ithalatçı bir ülke
haline doğru evrilecek. Böyle bir anlayış söz konusu.

Bir de şunu ekleyelim; 2000 yılında Tarım Satış
Kooperatifleri yasası değiştirildi. Kooperatiflere destek yapılması
yasayla engellendi. Ayrıntıda böl yönet taktikleri uygulanmakta.
Kooperatifler yasalarla düzenlemelerle bölünüyorlar,
projecilik olayları var. Kırsal kesim için düşünecek olan
insanları sistem sadece kendini düşünmeye yöneltiyor,
böyle küçük oyunlar oynamalarına izin vermeye
başlıyor.

Özetlersek özelleştirme, regülasyonlar,
çıkarılan yasalar, gümrük vergilerinin azaltılması
dolayısıyla ithalatın artması, kooperatiflerle ilgili yasa
değişiklikleri ve en önemlisi tabii ki tarım politikalarında
fiyatlara destekleme yapmayıp prime dönük sistemler -ki bunlar
Amerika ve Avrupa'da da çok geçerli- resmi tamamlıyor.

Pamukta bir örnek vereyim, neden mesela Türkiye
Amerika'dan pamuk ithal ediyor? Türkiye bütün destekleme
politikası olarak 4-5 milyar TL arasında bir destek yapıyor, ABD ise 50
milyar $ gibi bir destek yapıyor. Mesela ABD sadece pamukta 25000 pamuk
üreticisine 4 milyar-5 milyar $ dolayında bir destek yapmakta, prim
şeklinde yine, dolayısıyla bu ürünleri Amerikan tekelleri yine
aynı mekanizmayla Amerikan çiftçilerinden çok ucuza
alıyor, aradaki farkı devlet kapatıyor, ondan sonra Türkiye'ye
dampingle yani maliyetin altında, mesela pamukta %26 maliyetin altında
pamuk satıyorlar, Türkiye'ye veya diğer ülkelere.
Gümrük vergilerini de sıfıra indirirseniz o zaman Türkiye
pamuk ithal eden bir ülke haline geliyor.

src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/TayfunOzkaya1.jpg" />İvme
Dergisi:
Bir süredir tarımda yürütülen politikalarla
kendi kendine yeten bir ülke halinden dışa bağımlı bir ülke
haline gelmiş oluyoruz diyebilir miyiz?

Tayfun Özkaya: Evet, diyebiliriz.

İvme Dergisi: Özellikle son günlerde
tarıma dayalı sanayilerinin özelleştirilmesi, TEKEL gibi, TARİŞ
gibi, bu sanayide çalışanları etkilediği kadar bu sanayiler
için üretim yapanları, üreticileri de etkiliyor, buna
karşı nasıl bir mücadele olmalıdır, birleşik bir tarım
işçi mücadelesi mi olmalı?

Tayfun Özkaya: Şimdi örneğin TEKEL
işçileri ciddi bir mücadele yürüttüler,
örgütlü oldukları için kısmen. Ama TEKEL konusunda en
çok zarar görenler çiftçiler.
Çiftçiler yıllardır zarar görüyorlar, ancak bunun
yavaş yavaş yapılması ve çiftçilerin yeterince
örgütlü olmaması çiftçilerin yeterli bir
bilinç geliştirmelerini engelliyor. Ben bu yapılanlara Çin
savaş stratejisi diyorum. Çin savaş stratejisi uygulanıyor. Eğer
düşmanınızı dört yandan sararsanız düşmanınız sizin
üzerinize saldırır. Kıstırılan bir kedi savaşmaya karar verip
kendinden 10 kat büyük köpeğe pençe atabilir. Ama bir
yerden açık verirseniz oradan kaçıp gider. Üreticilere
de, işçilere de böyle yapılıyor. Mesela 4/C bir kaçış
noktası. Üreticiler için, "TEKEL kapanacak ama merak
etmeyin biz tütün almaya devam edeceğiz" diyorlardı. Mesela
yaprak tütün alımı için devlete ait bir firma var, adı
TTA (Tütün ve Tütün Mamulleri, Tuz ve alkol İşletmeleri
Genel Müdürlüğü A.Ş.). Bu devam ediyor, ama yakın bir
zamanda o da kapanacak.Tekel özelleştiğinde yaprak tütün
işletmeleri bırakıldı ve bu TTA içinde toplandı. TEKEL
işçileri aynı şekilde oraya nakledildiler. Aradan 2-3 yıl
geçti, şimdi tamam bunları da kapatacağız diyorlar. Adım adım
yapıldığı için böyle oluyor. Bu aşamalı işleyiş direnişi
kısıtlamak için. Tabii bu özelleştirmeler büyük
ölçüde tüketiciyi de vuruyor. Şeker
özelleştirilmesini ele alırsak şeker daha pahalı yenecek, halk
sağlığı zarar görecek.

Tabii ki bütün zarar görenlerin hep
birlikte mücadele etmesi gerekiyor. Hem işçiler, hem
köylüler, hem tüketiciler birlikte mücadele etmeli.
Çünkü hepsi bundan zarar görüyorlar.

İvme Dergisi: Biraz geç farkına vardık,
ama galiba özelleştirmelerin yaşamımızı nasıl etkilediği daha
bariz şekilde görülüyor artık.

Tayfun Özkaya: Sütte çok
ilginç bir örneği var mesela. Geçtiğimiz dönemlerde
SEK özelleştirildiği zaman 50-55 kuruş olan süt fiyatlarını
birden 40'a indirdiler, çünkü oligopol bunlar, kartel
yapıyorlar, anlaşma yapıyorlar ama bu anlaşmaları kağıda
geçirmiyorlar. Kağıda geçirmedikleri için onları
rekabet kuruluna dava edemiyorsunuz. Türkiye'de rekabet kurulu var, ama
rekabet kurulu nasıl dava ediyor, ancak taraflar oturup anlaşma yaparlarsa,
bu da belgelenirse rekabet kurulu onlara ufak bir ceza yazıyor. Kirazda bu
oldu. Anlaşma yapmışlar. Ortaya çıktı.

Tekeller özelleştirme sonrası süt
üreticilerinden aldıkları fiyatı bu şekilde indirdiler, uzun bir
süre 40 kuruş sürdü. Bir kuruş arttırmıyorlar. Sonra
devlet prim sistemini başlattı, 4 kuruş, onda biri bile değil . Tekeller
hep düşük seviyede tuttular alış fiyatlarını. Ama marketlerde
satılan pastörize süt 2 lira civarlarındaydı. Hatta bunu zaman
zaman yükseltiyorlardı. Yani alış fiyatlarını indirdiler diye
tüketici fiyatlarını indirmiyorlardı. Şöyle yaptılar. Makası
açtılar. Üreticilerden daha az fiyatlarla aldılar,
tüketiciye daha fazla fiyattan sattılar. Bu büyük bir tekelci
marj tamamıyla. Ciddi bir sömürü. Kimi? Hem tüketiciyi,
hem üreticiyi. Ne oldu? Özel bir durum sütte. Hayvanları
kesime gönderdiler. Bir süre sonra bir patlama yaptı bu. Süt
ortada yok bu sefer. Kısmi bir rekabete başladılar. 80 kuruşa
çıkardılar fiyatları ama aralarındaki rekabet nedeniyle satış
fiyatlarını çok fazla arttırmadılar. Küçük
artışlar yaptılar. Şimdi yeniden aşağı indiriyorlar. 72,5 kuruşa
indirdiler şu anda. Tabii eskiden çok ağır bir
sömürü yapıyorlardı. Bazen tabii bunlar dozu fazla
kaçırıyorlar. Yani maliyetin altında almaya başlayınca
üretecek hiç kimse kalmıyor, o zaman da olmuyor. Adamları tutup
"Siz kölesiniz, üretmeye devam edeceksiniz" deseler
olacak da adamlar üretmekten vazgeçiyorlar. Dolayısıyla burada
üreticiler zarar gördü, tüketiciler zarar
gördü, fabrikalarda çalışan işçiler zarar
gördü. Çünkü sendikalaşmaya izin vermiyorlardı.
Ücretleri düşürüyorlardı. Bütün kesimler
zarar görüyordu bu işten. Diğer örneklere de bakarsak
bütün toplum zarar görüyordu.

İvme Dergisi: Bu sorunların
çözülmesi için ne yapılabilir? Kooperatiflerin
tekrar üretici emekçiler tarafından tekrar kurulması bir
çözüm müdür? Yoksa siz bazı yazılarınızda
kamulaştırmayı öneriyorsunuz. Peki devletin şu anki kimliğiyle,
liberal iktisadı savunan kimliğiyle, kamulaştırma gerçekçi
bir çözüm olabilir mi?

Tayfun Özkaya: Şimdi tabii bunu uzun
vadede düşünmek lazım. Bir mücadele perspektifinden bakmak
lazım. Ortada bütün çalışan sınıfların iktidarı
söz konusu değil. Kısa vadede de bu beklenmiyor. Böyle diye
birtakım taleplerde bulunmaktan vazgeçecek değiliz. Yani
geçtiğimiz dönemlerde kamuya ait KİT'ler tabii ki
mükemmel şeyler değildi. Fakat toplumun, yöneten parti
üzerinde bir baskısı var. Çiftçi eline geçen
fiyatlar düştüğü zaman mesela ne yapıyor devlet? İnsanlar
ne beklentisi içine giriyorlar? "Yükseltin fiyatları,
destekleme alımları yapın" diyorlar. Buna benzer taleplerde
bulunuyorlar. Onlar bunları yapıyorlar. Dolayısıyla bir nevi
popülizm yapmış oluyorlar. Ama bu popülizm insanlara yarıyordu.
Yani üreticilere yarıyordu, tüketicilere yarıyordu. Süt
Endüstrisi Kurumu'nun yayılmış olması Türkiye'de süt
üretimini arttırdı vs. Şimdi aynı şekilde kooperatifler de
mükemmelden uzak kurumlar. Bunu bir geçiş içinde
düşünmek lazım. İdeal olarak tabii üretenin yöneten
olması gerekir. Bu anlamda devlet kurumları KİT'lerin
yönetimini orada çalışan işçilerin, ondan sonra
tarımda üretim yapan, ürün veren, mal veren süt
üreticilerinin veya tütün üreticilerinin, teknik
elemanların üstlendiği durum ideal durum. Ama bu ideal duruma giderken
bizim KİT'lere karşı olmamız söz konusu olamaz.
Çünkü dünya ekonomisine baktığımız takdirde, bu
özelleştirilen KİT'lerin birçoğunun kapatıldığını
görüyoruz. Mesela Süt Endüstrisi Kurumu'nda 22 tane
işletme vardı, 5 tane kaldı. Tekel'in 6 tane sigara fabrikası vardı,
5'ini kapattılar; satın alan firma British American Tobacco ayrıca kendi
fabrikasını kapattı ve Tekel'in Balcalı fabrikasına taşındı.
Dolayısıyla Tekel'in özelleştirilmesinde kapanan fabrika sayısı
kaç? Altı. Kaç fabrikası vardı daha önce? Altı
fabrikası vardı. Biri kendisinin değil, tamam ama şirket kendi
fabrikasını kapatmış. Şimdi mevcut sistemde, dünya ekonomik krizi
de düşünülürse, bu sistemde üretim fazlası
vardır. Üretim fazlasının yok edilmesi gerekir ve maalesef
Türkiye'de bu özelleştirmelerin çok büyük bir
kısmı üretim fazlasının olduğu alanlara denk gelir. Sigara
fabrikaları, süt fabrikaları, gübre fabrikaları, ondan sonra
şeker fabrikaları (olursa eğer)... Bunların çoğunu kapatacaklar.
2-3 tanesi kalacak ortada. Dolayısıyla elimizde hiçbir şey
kalmıyor. Türkiye sanayisizleşmeye doğru gidiyor. Dolayısıyla
bunlara karşı çıkıp, her türlü problemine rağmen kamu
kuruluşlarını savunmak doğrudur.

İvme Dergisi: Yazılarınızda da bahsediyorsunuz.
Şimdi sıra şeker fabrikalarına geliyor. Tekel fabrikalarında yaşanan
benzer bir süreç şeker fabrikalarında işletilecek galiba.
Bununla ilişkili, bu fabrikalarda çalışan ziraat mühendisleri
var mı, bunlar da 4-C'li mi olacaklar? İşçilerle aralarında ya da
işverene göre konumları nedir? Bu süreçte onların durumu
ne olacaktır?

Tayfun Özkaya: Ziraat mühendislerinin mi
?

İvme Dergisi: Ziraat mühendislerinin de
işçilerin de tabii. Nasıl bir mücadele olmalı?
Mühendislerin ve işçilerin beraber örgütlediği
mi?

Tayfun Özkaya: Burada Türkiye'de bir
sürü ilde şeker fabrikası var. Bu illerin çoğunda şeker
fabrikaları tek işletme, tek sanayi kuruluşu. Mesela Burdur'u ele alalım.
Burdur'da ciddi hiçbir sanayi kuruluşu yok. Bir tek şeker fabrikası
var. Ki Burdur Batı Anadolu'da bir yer, Doğu Anadolu'da bir yer değil.
Şeker fabrikası varlığıyla ekonomiye büyük bir canlılık
getiriyor. Fabrikası var, atölyesi var... Şeker fabrikalarının
makine yapan tezgâhları var. Şimdi bu bağlam içinde şeker
fabrikalarının bulunduğu her ilde komisyonlar kurup toplumun, orada
yaşayan insanlar, üreticiler, fabrikalarda çalışanlar, teknik
elemanlar, işçiler, tümünün birleşmesi lazım. Biz
mesela Burdur'da böyle bir şeye gittik, panele gittik. AKP, BBP
dışında- bir iki tane daha hariç olabilir- bütün
partiler, bütün sendikalar, Türkiye Ziraat Odaları Birliği
dışında birçok sivil toplum kuruluşu, toplam 55 sivil toplum
kuruluşu, parti, kurum bu paneli düzenledi. Böyle olduğu takdirde
- bütün halk buna katılırsa- halk bulunduğu ildeki şeyi
savunabilir. Çünkü o fabrikanın kapatılmış olması orada
çalışan işçilerin- yaklaşık 400 kişiydi galiba- yıkımı
olur. Burdur küçük bir yer. Bu yıkımın yan etkisi olur.
Çarpan etkisi. Onların alışverişi kesildiği takdirde, onların
alışveriş ettiği bakkallar, kasaplar, berberler vb. de gelir kaybına
uğrar. Oraya mal veren üreticiler mal satamadığı takdirde ne olacak,
ticaret hayatı mahvolacak. Esnaf mahvolacak. Ondan sonra kamyoncular,
büyük bir kesim. Bu o şehrin sönümlenmesi anlamına
gelir. Eğer bunu anlayabilirlerse büyük bir direniş
çıkabilir buradan. Ama bunu anlamazlarsa olmaz tabii. Tabii burada
şu olacaktır -oluyor da-, yönetim "merak etmeyin, bir şey
olmaz, sizinki kapanmaz, bu önemli bir fabrikadır, kapatılmaz.
Öyle koşul getireceğiz, kapatılmayacak" gibi yöntemlerle
pasifize etmeye çalışacaktır. İşçilere de "merak
etmeyin, size yeni iş bulacağız. En kötüsü 4-C'ye
geçeceksiniz." ve bunun gibi uyutma politikaları
uygulanacaktır. Tabii bunlara da inanmamaları lazım insanların,
çünkü önlerinde örnekler var. Tekel'deki durum.
Mesela bir fabrika kaldı, onda da dediğim gibi özel sektör kendi
fabrikasını kapattı. Altı sıfır. Bu çok normal bir şey
yani.

İvme Dergisi: Son dönemlerde tartışılan
GDO'lu ürünler, kimisi buna tamamen karşı çıkarken kimisi
sağlıklı yeterli ürün yetiştirmek için zorunlu olduğu
şeklinde bir görüş bildiriyor. Siz bilim insanı olarak ne
düşünüyorsunuz?

Tayfun Özkaya: Biraz uzun giriş olacak ama
mesela 10000 yıl önce gerçekleşen tarım devrimi bile
insanlığa büyük dertler getirmiştir. Bugün o sayede
şehirler var, o sayede insanlar yaşıyor ama tarım devriminde hayvanlardan
insanlara mikroplar geçmiştir, mesela veba. Bir dönem
ortaçağda şehirlerin dörtte bir nüfusu, bazı yerlerde
yarısı yok olmuştur, ölmüştür. Latin Amerika'ya giden
İspanyollar beraberlerinde götürdükleri bu tarım devriminin
ürünü mikroplarla, tüfeklerle
öldürdüklerinin 100 mislini bir günde
öldürmüştür. Dolayısıyla böyle konularda
çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü GDO doğada olmayan
bir şeydir. Türler arasında bir baraj vardır, tür barajı.
Örneğin inekle koyunu çiftleştiremezsin, bir şey
çıkmaz ondan. Veya bezelye ile nergisi birleştiremezsin, tozlamazlar
ve ürün vermezler. Bu milyonlarca yıllık evrimin getirmiş
olduğu bir şey ama GDO bunu yok ediyor, nergisten bir gen alıyor, tak,
pirince katıyor, toprak bakterisi olan Bacillus thuringiensis'ten bir
gen alıyor, pamuğun içine katıyor. Bunların getireceği kaoslar
olabilir, olacak, oluyor da. Buna karşı çok dikkatli olmak lazım.
Bu bilimdir, buna karşı çıkılmaz, hayır böyle bir şey yok.
Biyoteknolojiye kimsenin karşı çıktığı yok.

Mesela geçen hafta sonu, 10-11 Nisan'da
Boğaziçi Üniversitesi moleküler biyoloji ve genetik hafta
sonuna davetliydim, orada konuştum. Tabii ki biyoteknolojiden yanayız, ama
bunun insan yararı dışında kullanılması bir problemdir. Bilim
insanları araştırma yapsınlar, bu yaptıkları gen nakillerinin olumsuz
bir etki yaratmadığından teknik, sağlık veya sosyoekonomik
açılardan emin olurlarsa, o zaman bunlar yapılabilir. Buna ben
kökten karşı çıkmıyorum. Ama kapitalizm her şeyi kâra
dönük kullandığı için şu anda GDO şirketleri sadece
kâr elde etmek amacıyla yapıyorlar ve gerekli denetimleri,
araştırmaları yapmıyorlar, en basitinden farelerle en az 5 yıllık
araştırmalar yapılması gerekiyor, bunlar yapılmıyor, uyduruk 2–3
aylık deneyler yapılarak bunlar piyasaya sürülüyor.

Şunu söyleyeyim: GDO uygulamalarının alan olarak
%80'i ot öldürücü kullanımına yönelik. Nedir o,
örneğin siz bir pamuk üretiyorsunuz, yanında çıkan yabani
bir ot var. Herbisit dediğiniz ot öldürücüyü
attığınız zaman pamuğun üzerine, ot da var yanında verimi
düşüren, ikisi birden ölüyorlar normal
ürünlerde. Siz buna bir gen naklettiğiniz zaman, şirketin
üretmiş olduğu özel herbisite, pamuk dayanıyor, ot
ölüyor, çok güzel bir şey diyeceksiniz, ne güzel
bir şey ama kazın ayağı öyle değil. Birincisi şirket bu işi
sadece ve sadece herbisiti satmak için ve tohumu satmak için
yapıyor. Şirketin elinde özel bir herbisit var. Şöyle
söyleyeyim, şirketin reklamı olmasın diye ismini kullanmayayım,
şöyle yapıyor "…...... ready cotton"
(…..ya uygun pamuk) diyor, yani şirketin marka ismini yazarak sadece
o herbisitin ismini yazıyor. Ona uygun pamuk. Veya "…...
ready corn
", mısır diyor. Dünyada ilk defa bir
ürün çeşidi, ismini ilaçtan alıyor. Ve bu uygulama
%80. GDO uygulamalarının %80'i herbisit resistansı,
Türkçe söyleyelim, ot öldürücü
ilaç direnç geni kazandırmış oluyor. Bu tamamen şirketin
kârına yönelik bir şey. Çünkü bu şirket
ikisini birden üretiyor. Ve ne yapıyor bunların fiyatlarını,
çok hızlı arttırıyor.

Peki, bilim ve teknoloji için başka çaresi
yok mu otla mücadele etmenin? Çok çeşitli çareleri
var. Bunlardan bir tanesi, Egeliler çok iyi bilir, otu düşman
olarak almayıp, onu yenecek bir varlık olarak görmektir, yani otu
yiyebilirsiniz. Niye ben onu öldüreyim ki, tamam
öldürürüm de çapalarım alırım ve tencereme
koyarım. Başka yolları var otu yok etmenin, mesela sürüm
zamanında farklı derinliklerde sürmek toprağı. En basiti
çapa.

Şunu sorabilirsiniz, GDO niye Amerika'da yayılıyor?
Şundan: Amerika'da, Brezilya'da, Arjantin'de çok büyük
işletmeler var, 80000 dekar gibi. Bu işletmeler işçi sevmiyorlar.
Elinde çapayla o otu temizleyecek olan işçiyi istemiyor. Ne
yapıyor bir tane helikopter kiralıyor veya satın alıyor veya çok
büyük kanatlarında ilaç püskürten traktör
kullanarak dolduruyor herbisiti, aracı 80000 dekar üzerinde kullanarak
ilaçlıyor, bütün otlar ölüyor, ürün ise
ilasca dayanıyor. İyi de bu herbisitin doğaya, insana zararı var. Kan
kanseri yapıyor mesela bu herbisit. Tabii ki büyük
çiftçiyle küçük çiftçinin ve
orta çiftçinin ve tarım işçilerinin çıkarları
ters…

Genellikle GDO'lar büyük işletmelerin yaygın
olduğu ülkelerde yayılır, tek istisnası Hindistan. Hindistan'da
devletin de baskısıyla, şununla bununla pamukta bir yayılma elde ettiler.
Yoksa GDO ürünlerinin hiçbiri verim artışı sağlamıyor.
İddia edildiği gibi kuraklığa dayanıklı hiçbir GDO
çıkmış değil. Bunların %80'i dediğim gibi herbisite
dayanıklılık üretir, geri kalan %20 ise BT Pamuk gibi, BT Mısır
gibi böceklere karşı korunmalı, yiyen böceklerin
öldüğü türlerdir. Bu da ilk başta güzel gibi
görünüyor ama böcekler direnç kazanıp
çoğalıyorlar, ondan sonra otlarda, çevrede biyolojik
çöküş gerçekleşiyor. Ve dediğim gibi, başka
yöntemleri de var bunlarla mücadele etmenin. Ama şirketler
için önemli olan mallarını satmaktır, ürünlerini
satmaktır. Dolayısıyla ben GDO'ya kökten karşı değilim, ama
bunları yapmanın başka bir sürü yolu vardır, bu yollar
araştırılmalı, GDO da köklü bir şekilde araştırılmalı,
insanlığa zarar vermeyecekse yapılabilir. Ama benim şu anda kapitalist
sistem içerisinde şirketlerin bunu yararlı bir şekilde
kullanacağına inancım yok, o yüzden GDO ürünleri
yasaklanmalı diyorum. ZMO'nun da içerisinde olduğu GDO'ya Hayır
Platformu Haziran'dan bu yana büyük bir mücadele verdi,
Haziran ayında hükümet temsilcisi Cemil Çiçek
"Türkiye GDO'lu ürün üretecektir, ithal
edecektir" dedi, ama büyük bir mücadele sonucunda
kamuoyu tersine döndüğü için çıkarttıkları
Biyogüvenlik Yasası'nda Türkiye'de GDO üretimini
yasakladılar, ama ithalatı serbest. Her şeye rağmen %50 başarıdır,
üretim izni de verilebilirdi.

İvme Dergisi: Bazı yazılarınızda tarım
alanında fikri mülkiyete karşı olduğunuzu gözlemledik. Diğer
alanlarda da GATS, TRIPS, MAI gibi anlaşmalarla bağımlılık
yaratılıyor. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Tayfun Özkaya: Şöyle
düşünüyorum, fikri mülkiyet haklarının insanlığın,
uygarlığın başına bela olduğunu düşünüyorum. Ama
incelikleri var. Örneğin bir kitap yazarının fikri mülkiyet
hakkı olabilir, bir şekilde korunabilir ama çağımızda artık
sanayi ürünlerinde bireysel mülkiyet söz konusu değil,
bütün bu mülkiyetlere şirketler sahiptir. Ayrıca
hiçbir insan hiçbir buluşu gökten inmiş bir şekilde
yapamaz, mutlaka bu buluş başka buluşlara dayanır. Ve bu buluşları
bedavadan kullanıyor bu insanlar ve şirketler. Artı bu buluşlar
gelişimin önüne engel oluyor. AIDS ilaçlarında bunu
gördük, bir tarafta insanlar ölsün deniyor, bir tarafta
da jenerik ilaçlar satılsın deniyor. O zaman fikri mülkiyet
haklarını sonuna kadar götürdüğümüzde insanların
ölmesi gibi bir sonuçla karşılaşıyoruz.

Ama biz kendi alanımıza, tarıma dönelim. Buluşlar
ve teknik gelişmeler için Bill Gates'in veya ABD'nin eski tarım
bakanı Glukman'ın söylediği gibi buluşlar için sadece
kâr hırsı yeterli değildir, kâr hırsı kapitalist sistem
içinde buluşların motoru olabilir ama bütün teşvik
edicilerden sadece biridir. Bu kapitalist sistem içerisinde bile sizin
çok iyi bilebileceğiniz Linux gibi, Özgür Yazılım gibi
şeyler çıkabiliyor ve ticari olarak da başarı kazanabiliyor.

Tohum öyle bir şey... On binlerce yıl önce
köylüler, kadınlar özellikle bu tohumları geliştirdiler.
Daha eskiden buğday diye bir şey yoktu doğada, insanlar çeşitli
otlardan yararlanarak buğdayı geliştirdiler, ıslah ettiler. Bir şirket
çıkıyor, buğdayın içine iki gen katıyor ve bu benim diyor.
Bu hırsızlıktır. Yaşam patentlenemez. Çünkü
hırsızlık, çünkü çalıyorsun sen bunu. Ve bununla
yetinmiyorlar, çiftçilerin tohumlarını satışına yasalarla
yasak getiriyorlar. Bu zulümdür. İslamcılar çok sever bu
sözü. Al sana zulüm işte. Senin 10000 yıllık
köylü kadınlarının geliştirmiş olduğu bu tohumların
satışına sen nasıl engel getirebiliyorsun? Ama farkında değiller,
köylülerimiz bile farkında değil. Bu tamamen bir
diktatörlük, yasa çıkararak aldıkları bir
diktatörlük.

Dolayısıyla, fikri mülkiyet hakları özellikle
tarımda yasaklanmalı. Bunlar çalıyorlar bizim tohumlarımızı. En
son tohum gen merkezi kuruldu Ankara'da, bilmeyenler alkışladılar
tohumlarımız korunuyor ne güzel dediler, hayır bunlar daha kolay
çalınacak. Çünkü yabancı şirketler buralardan
tohum örnekleri alabiliyorlar, transfer materyal anlaşması denilen
anlaşmalar var, tohumları alabiliyor, hep böyle yaptılar zaten. CGAR
denilen bir uluslararası tarımsal araştırma enstitülerinin birliği
var, bu birlik Türkiye vs. bir sürü gen merkezlerini beraber
yönetiyor, bunlardan alınan tohumların, genlerin %75'ini Amerika'nın
kullandığı biliniyor. Parayı da onlar bastırmış, Rockefeller Vakfı
bastırıp böyle bir kuruluş kurmuş, bu ürünleri
pekâlâ alıyorlar. Bizim gen merkezi kurmuş olmamız
hırsızlığı kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Kurmayalım mı,
kuralım, ama hırsızlığa engel olalım, ikincisi de köy
düzeyinde tohumun korunmasına çalışalım ve bu yasayı da
yırtıp atmamız lazım. Bu yasa köylülerin tohum satmasına engel
oluyor. Bu yönde baskılar, çabalar artıyor.

İvme Dergisi: Eklemek istediğiniz başka bir şey
var mı?

Şunu da söyleyeyim, GDO konusunda
görüyoruz, diğer konularda da görüyoruz. Bilimin
büyük şirketler tarafından hegemonya altına alındığını
görüyoruz. Bunu kullanmaya çalışıyorlar, bilim
âdeta yeni bir kilise gibi olmaya başladı, bu alana sen giremezsin,
bu alana sen girme, sen konuşamazsın edemezsin gibi şeyler oluyor. Ve para
güçleri de onların elinde olduğu için projelerle vs.
üniversiteleri belli bir yönde, tabii ki özgür insanlar
da çok fazla, kullanıyorlar. Böyle bir yola doğru dünya
maalesef gidiyor. Buna karşı tepki gösterenler de var, bir
sürü kuruluşlar var dünyada. Mesela katılımcı araştırma
dediğimiz bir şey söz konusu. Bilgisayar mühendisliğinden
örnek verirsek, Özgür Yazılım çalışmalarıdır.
Binlerce insan bir araya gelip ortak bir şekilde hiçbir telif hakkı
istemeden, beraber çalışabiliyorlar. Tohum da böyle bir
örnek. Bilim insanlarıyla çiftçiler birlikte,
katılımcı ıslah ("participatory breeding") denilen bir
şey var, bu yönde çalışmalar yapabilirler. Ziraat
Fakülteleri'nin, Veteriner Fakülteleri'nin bu konuyla
ilgilenmeleri gerekiyor, Türkiye'de de böyle kuruluşlar olması
gerekiyor, sivil toplum kuruluşlarının. Sadece protesto etmek değil de
hayatın içinde de bunları örmek gerekiyor.

İvme Dergisi: Buradan yola çıkarsak
mühendislik odaları, biz mühendisler ne yapabiliriz?

Tayfun Özkaya: Şunu söylüyorum,
benim konuştuğum alan içinde, bir Makine Mühendisleri Odası,
Elektrik Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası tohum
veya hayat konuları, bu biyolojik konular ya da tarım konuları bizi
ilgilendirmez dememeli, destek vermeleri gerekiyor. Çünkü
ZMO'nun maddi imkânları çok az. Ama mesela MMO'nun,
İMO'nun çok büyük imkânları var. Dolayısıyla
köylerdeki tohumların saklanması konusunda destek olmaları gerekiyor.
Çünkü zaman da daralıyor. Köylerde bu yerel tohumlar
daha bir beş yıl korunmazsa yok olacaklar. Ondan sonra iş işten
geçtikten sonra biz çok bilinçlendik dersen işe
yaramaz, kaybolmuş tohumu icat edemezsin ki. Bu makine olsa planını bilir
yaparsın. Ama o tohum bir kere kayboldu mu bir daha geri gelmiyor.
Dolayısıyla çok acil bir sorun bu. Türkiye köyleri
taranmalı, köylere destek yapılmalı, tohumları saklama ve yerel
tohumlarla ekolojik tarım yapmaları için ikna edilmeli.

Örneğin mühendis odaları ben bunu nasıl
yaparım diye düşünmeli. Her bir mühendis bahçesi
varsa bu bahçesinde bir yerel tohumu alıp üretebilir, onun
kayıtlarını alabilir, zaman zaman köylülere geri vermek
için. Bir gün köylüler gelip ondan isteyeceklerdir. Bu
bile yapılabilir. Buna alışırlar. O zaman gidip marketlerden
ürün almayacaklardır. Çünkü o marketlerin
ürünleri zehir yüklü ve besleyici değerleri çok
düşük. O zaman insanlar sistemin onlar için hazırladığı
tuzakları fark edecekler. Çünkü sistem bir sürü
şey yapıyor, insanların hayatını kökten bir şekilde
değiştiriyor. Ama insanlar bunun farkında değiller.

Yedikleri yiyecekler berbat olmuş. Türkiye yine
avantajlıdır. Bir Almanya'ya gittik, patlıcan aldık, İspanya'dan
gelmiş, görünüşü müthiş güzel bir patlıcan,
yemek yapıyorsun, hiçbir lezzeti yok, içerisine bir
sürü sos katman lâzım lezzetli olması için. Neden?
Çünkü besin değerlerini yok etmişler. Üstelik
üstüne ilaç da katmışlar. Ayrıca bir süpermarket
zincirinde satılıyor. İnsanlar bunu anladıkları takdirde, o zaman bir
sürü şey onları rahatsız edecektir. O zaman mücadele etmek
için arzu duyacaklardır. Şimdi her şeye alışıyor insanlar.
İnsanın bir kötü özelliği de maalesef kötü
şeylere de alışmasıdır. Düşünün ki mesela Çinli
kadınlar feodal kültür nedeniyle ayaklarını daraltacak
ayakkabıları giyiyorlar, hâlâ giyen kadınlar varmış
Çin'de. İnsanlar kötü şeylere de alışıyorlar.
İnsanlar iyi şeylere alışsalar mevcut hayat batacaktır onlara. Şimdi
gayet iyi, gidiyoruz marketten alıyoruz, niye evde üreteyim diyor.
Verimi daha düşük diyor, ama üret bakalım, lezzeti
çok daha iyi ve sağlıklı.

İvme Dergisi: Bu yararlı röportaj
için çok teşekkür ediyoruz.

İvme Dergisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder