4 Mayıs 2010 Salı

Su : Bir İhtiyaç mı?

Su : Bir İhtiyaç
mı?

SU: BİR İHTİYAÇ MI? BİR HAK MI? YOKSA BİR
KULLANIM DEĞERİ Mİ?

              
               
                                                                                                                        
Gaye Yılmaz, Şubat 2009

Temiz ve kullanılabilir suyun kıtlaşmasının son dönemde
bütün dünyada başat duruma gelen bir tartışma halini
aldığı bilinmektedir. Kimilerine göre suların ve su dağıtım
hizmetlerinin özelleştirilmesi için kullanılan fakat
gerçeklikle ilgisi olmayan bu tez; bazılarına göre de tamamen
doğa süreçlerinin değişmesinden kaynaklanan bir durumdur. Bu
farklı düşünce biçimleri karşısında öncelikle,
hem temiz suyun miktarsal olarak azalmasının nedenlerine,  hem de
doğadaki değişimi tetikleyen süreçlere bakılmasında yarar
vardır.

Dünyanın bugünkü duruma nasıl geldiğine bir göz
atıldığında tarımdan, sanayiye ve toplumların değişen
kültür ve alışkanlıklarına kadar yaşamın bütün
alanlarında meta üretimine endeksli kapitalist sistemin yapısal
etkileri görülmektedir. Bu bağlamda, örneğin, kapitalizmde
meta üretimi ihtiyaçlardan bağımsız olarak yalnızca
metaların değişimine, yani sermaye birikimine odaklandığı için
toprağın aşırı tüketimi söz konusu olmakta; bu da tarımsal
sulamanın giderek artması anlamına gelmektedir. Bunun en temel
göstergesi ise, tarım üretimindeki muazzam artışların
nüfus artışlarından çok daha fazla olmasına karşın
dünyadaki açlık olgusunun azalmadığı gibi ciddi oranda
artmış olmasıdır. Tarım alanlarında nehir suları neredeyse tamamen
kullanılmış olduğundan, son on yıllarda sulanan arazileri
büyütebilmek için yer altı sularına
dönülmüştür. Sonuç olarak su için artan
talep, pek çok yer altı su kaynağının doğal dolum hızını
aşmış durumdadır. Bu gelişmenin en çarpıcı örneğini
dünyadaki toprakların verimliliğindeki azalış eğilimlerinden takip
etmek mümkündür:

"1950'den 1990 yılına kadar dünya tahıl üreticileri
topraklarının verimliliğini yıllık %2,1 oranında arttırdılar. Aynı
dönemde dünya yıllık nüfus artışı %1,9 kadardı. Ancak,
1990'dan 2000'e kadar geçen sürede bu oran yıllık
nüfus artışının ancak yarısına, %1,2'ye kadar geriledi.
2004 yılında yapılan projeksiyonlarda  2000-2010 yılları arasında
tahıl üretimindeki artışın yüzde 0,7 gibi bir orana, yani
önceki on yıllık artışın yarısına düşeceği
belirtilmektedir. Toprak verimliliğinin arttırılmasındaki hız kaybı
yalnızca teknolojik desteğin azalmasına değil, pek çok ülkede
sulama suyunun kaybedilmesine bağlıdır "

Yukarıdaki alıntıda, nüfus için verilen yüzdelerin
doğrudan nüfus artışını ifade ederken; buna karşın tarımsal
üretim için verilen yüzdelerin birim toprak miktarından
elde edilen ürünlerin miktarsal artışları arasındaki farkı
ifade ettiğini hatırlatmakta yarar vardır. Başka bir deyişle toprak
verimliliğinin %2,1 artması, tarımsal üretimin %2,1 arttığı
anlamına gelmemekte; verili bir ürün artış hızında %2,1 lik
bir yükselmeye; ya da örneğin %5 olan ürün artış
hızının %7,1'e yükseldiği anlamına gelmektedir.
Sonuçta ise, aşırı üretime dayalı kapitalist sistemde gerek
toprak gerekse su aşırı ölçüde tüketilmiş ve
insan-doğa ilişkisinin sınırlarına ulaşılmıştır. 2007, 2008
yıllarında tarımsal gıda üretiminde yaşanan ciddi daralma,
yukarıda alıntıyla aktardığımız projeksiyonların oldukça
doğru olduğunu ortaya koymaktadır.

Buna karşın, toplumlarda üretim iki farklı amaçla
yapılabilir. Bunlardan biri toplumun ihtiyaçlarını gidermek
için yapılan üretimdir. Ana güdü,
ihtiyaçların giderilmesi olarak belirlendiğinde, üretim
ihtiyaçlarla sınırlıdır. Bir planlamanın gerekli olduğu
böyle bir toplumda, örneğin, yukarıda alıntıyla aktarılan
nüfus artış hızını aşan üretim artışları söz konusu
olamayacağı gibi; üretimin bütün toplumun
ihtiyaçları göz önüne alınarak yapılıyor olması
dolayısıyla bölüşümde de bir adaletsizlik olması
mümkün değildir.

Ancak, üretim toplumun ihtiyaçlarından bağımsız olarak
yalnızca üretilen meta miktarlarının sürekli olarak
arttırılmasına odaklanılarak da yapılabilir. Kapitalist toplum
düzeni, yukarıda işaret edilen ikinci tarz üretimin yapıldığı
bir sistemdir. Öyle ki kapitalist üretim biçimi, yalnızca
kendisi bir meta olmadığı halde sistem tarafından meta formuna sokulmuş
insan emek gücünün aşırı tüketimiyle sınırlı
kalmaz, aynı zamanda, emek gücünün üretim
süreçlerinde karşılıklı ilişki içine girdiği doğal
kaynakların da aşırı sömürüsünü gerektirir.
Ancak, -insan emek gücünün yarattığı değerlerin
kapitalistlere aktarılmasının bir sonucu olarak- işsizliği arttırarak
sömürülebilecek emek gücünü bollaştıran
sermaye birikim süreçlerinin, doğal kaynakları
metalaştırmasının sonuçları birbirinden oldukça
farklıdır. Diğer bir deyişle, emek gücü rezervini (işsizliği)
sürekli olarak arttıran sermaye, bunu yaparken bir yandan da doğal
kaynaklar rezervini sürekli olarak tüketir, kirletir ve
böylece daraltmış olur. Mesela, ekilebilir toprakların
verimliliğindeki düşüş ancak sulama ve kimyasalların
kullanımı ile yavaşlatılabildiği için, bunu, su rezervlerindeki
azalma izler. Su rezervleri azaldıkça, sulama ile tarım yapılan
topraklardan ürün alınamamaya başlar, toprak verimliliği daha
da düşer.

Üretimine suyun dahil olmadığı hiçbir sanayi
ürününün olmaması dolayısıyla, su, endüstride de
çok yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Endüstrideki su
kullanımının boyutları hakkında fikir veren en çarpıcı veri
ise OECD-Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı'na üye
ülkelerde 1960 yılında kullanılan temiz su toplamının sadece
%12'si endüstriye giderken; 2000 yılında bu oranın %59'a
çıkmış olmasıdır. Bilindiği gibi OECD'ye üye toplam
33 ülke vardır ve bu üyelerin %90'ı merkez kapitalist
ülkelerdir. Ne var ki uluslararası kapitalist kurumlar
ölçeği, bölge düzeyinden ziyade dünya
düzeyinde ele almakta ve böylelikle  endüstride su
kullanımının ulaştığı boyutları gözlerden saklamayı olanaklı
hale getirmektedirler. Bu bağlamda en yaygın olarak kullanılan
istatistiklerde, dünyada kullanılan tüm suların %69'unun
tarımda, %21'inin endüstride, %6'sının evsel
tüketimde ve %4'ünün de rezervuarlarda harcandığı
belirtilmektedir. Tarımda su kullanımının ne kadar yüksek olduğunu
ortaya koyan bu istatistikler, suyun metalaşması yönünde
çalışmalar yürüten uluslararası kuruluşlar tarafından
oldukça sık bir biçimde kullanılmaktadır. Sulamadan
kaynaklanan tuzlanmadan, bitki köklerinin su içinde kalarak
zarar görmesine ve yer altı sularının aşırı oranda
kullanılmasına kadar eleştiri bombardımanına tutulan tarımsal sulama,
bu yöntemin ülke yönetimleri tarafından sübvanse
edilmesi dolayısıyla da mahkum edilmektedir. Suyun metalaşmasının
kaçınılmazlığına vurgu yapan teorisyenler "tarımsal
sulama suyunun çiftçilere girdi maliyetlerinin çok
altında verilmesinin suyun verimsiz kullanılmasına yol
açtığını" belirtmektedir. Bu çalışmalarda, suyun
kamusal bir mal olduğu düşüncesinin ve su kullanım fiyatlarına
çevresel kayıpların katılmamasının bu verimsiz kullanımı
kamçılamakta olduğu ve piyasa mekanizması içinde suyun
gerçek değerine ulaşmasını önlediği vurgularına
sıkça rastlamak mümkündür. Bu tür eleştirilerin
en temel nedeni ise suyun farklı kullanımlar arasındaki paylaşımının
yeniden düzenlenmesi yönündeki güçlü
eğilimlerdir.  Diğer bir boyut ise suyun metalaşması süreci
kullanılarak tarımdaki kapitalistleşme sürecine ivme kazandırma
çabalarıdır. Tarımsal su kullanımının fazlalılığı ile
küçük ölçekli tarım arasında bir ilişki
kurulduğu ve tarım üretiminde küçük
çiftçilik tasfiye edilerek büyük tohum tekellerinin
alanlarının genişletilmeye çalışıldığı
görülmektedir.

Su konusunda bir kamuoyu oluşturmak, devletlerin suyun metalaşması
sürecinde kapitalist sınıfın çıkarlarına ters düşecek
adımlar atmasını önlemek ve sürece toplum nezdinde bir
meşruiyet sağlamak amacıyla oluşturulan uluslararası yapıların
sayısı bir hayli fazladır. Bu yapıların çoğu ya BM-Birleşmiş
Milletler altında ya da BM'in tavsiyesi ve sponsorluğunda
kurulmuştur. Dünya Bankası ve IMF'nin suyun metalaşma
sürecine dahil oluşu ise çeşitli biçimlerdedir.
Uluslararası kuruluşlar tek tek ülkelerle kredi anlaşması yaparken
suyun ticarileşmesinin anlaşma koşullarından biri haline getirilmesi
dünyada çok sık rastlanan bir durumdur. Ya da standart
kalkınma verileri üzerinden yapılan karşılaştırmalarla üye
ülkeler suyu metalaştırmaya özendirilmektedir. Dünya
Bankası raporlarında merkez ülkelerin yeterli alt yapıya sahip
oldukları için temiz enerjiden en üst düzeyde
yararlanabildiklerine işaret edilmekte, buna karşın çevre
ülkelerin alt yapı finansmanı eksikliği yüzünden
böylesi tercih edilebilir bir enerji kaynağından mahrum olduğunun
altı çizilmektedir. Bu bağlamda Dünya Bankası, ihtiyaç
duyan ülkelere, suya bağlı enerji kaynaklarının alt yapısını
geliştirmek için kamusal ve özel kaynakların seferber edilmesi
konusunda gerekli desteği sunacağını da vaat etmektedir.

Uluslararası kuruluşların suya olan ilgisindeki bu artışın gerisinde
ikili bir dinamiğin söz konusu olduğu görülmektedir:
1.    Mevcut su kaynakları kapitalist üretimin
ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı ölçüde,
artık, suyun farklı kullanımlar arasındaki paylaşımı önemli hale
gelmiştir. Diğer bir deyişle, sermaye birikimine katkı sunmayan su
kullanım biçimlerinin olabildiğince kısıtlanması ve bu
tasarruftan sağlanacak artık su miktarlarının kapitalist üretimin
emrine tahsis edilmesi gerekmektedir. Bu hedefe ulaşmada en etkili olacak
strateji, suyun piyasada alınıp satılan ve değeri piyasada belirlenecek
olan bir metaya dönüştürülmesidir. Böylece,
yaşamsal su kullanımının sınırlanması olanaklı hale gelecek,
toplumun büyük bölümünün gelir düzeyi
düşük olduğu için halklar ihtiyaç duydukları
miktarlarda su kullanmak yerine, gelirlerinin imkan verdiği miktarlarda su
kullanacaktır. Bu hedef, tüm bir kapitalist sınıfın ortak
çıkarını temsil etmektedir.   
2.    Kendisi de bir metaya dönüşen su, diğer
metaların üretiminde yer aldığı ölçüde meta-değer
oluşumuna dahil olacak ve böylelikle sermaye birikimi hız
kazanacaktır.

Sürecin işçi sınıfı üzerindeki olası yansımalarıyla
ilgili olarak konuyu işçi sınıfının farklı katmanları
üzerinden ele almakta yarar vardır. Örneğin, işini koruyabilen
ücretliler açısından bakıldığında,  ücretli
kesimin yaşamsal ihtiyaç olarak suya erişimleri, diğer herkes
gibi, piyasa fiyatlarına endeksleneceği için, bu durumun,
işçi, memur ve tüm ücretlilerin ücret gelirlerine bir
düşüş biçiminde yansıyacağını öngörmek
yanlış olmayacaktır. Hiçbir kapitalist işletmenin suyun bir
piyasa malı haline gelmesi dolayısıyla çalışanlarına ekstra bir
zam yapmadığı bilinen bir durumdur. Mevcut ücret düzeylerinde
geçimini sağlamakta zaten zorlanan emekçiler, ya su
tüketimlerini kısmak ya da diğer yaşamsal ihtiyaçlarında
kısıntıya gitmek gibi, her ikisi de yaşam kalitesini daha da geriletecek
iki seçenekten birini tercih etmeye zorlanacaktır.  Ancak,
ücretli kesimi bekleyen bir diğer tehlike daha vardır ki çok
fazla bilinmemektedir. Metalaşan bütün ürünler gibi, su
için de bir borsa, yani bir finansallaşma süreci
öngörülmektedir. Mevcut finans piyasalarında krizleri
tetiklemesiyle ün yapan türev ürünlerine, suya endeksli
yeni finansal araçların eklenmesi gündemdedir. Özellikle
1997 yılından beri her üç yılda bir toplanan, beşincisi de
Mart 2009'da İstanbul'da düzenlenecek olan WWF-Dünya
Su Forumları'nın basına kapalı toplantılarında tartışılan ve
çeşitli raporlarına da girmiş olan bu planın topluma olası
yansımaları oldukça ciddi sonuçlara yol açacaktır.
Bilindiği gibi, bütün meta piyasalarında fiyatın belirlenmesinde
rekabet kadar etkin olan bir diğer durum da arz-talep dengeleridir.
Yağışların bol olduğu mevsimlerde su arzı talebe oranla daha
yüksek olacağı için piyasa fiyatında belli düşmeler
olabileceği gibi fiyatların birkaç ay süreyle istikrarlı bir
seyir izlemesi de görülebilecektir. Ancak, kurak mevsimlerde
piyasa fiyatları ikili bir baskı altında olacaktır: bir yandan arz
daralırken, diğer yandan da sıcaklıktaki yükselmeler dolayısıyla
suya yönelik talep artmış olacaktır. Dolayısıyla, halkların suya
en fazla ihtiyaç duydukları aylarda su fiyatlarında çok ciddi
artışlar görülebilecek; bu süreçlerde suyun
kısıtlı verilmesi suretiyle, halklar, fiyat artışları karşısında
tepkisizleştirilmeye çalışılacaktır. Finansal
spekülasyonlar ise piyasa fiyatında kısa süreli ve çok
sert iniş çıkışların olmasına yol açacağı için,
olası fiyat değişmelerinden en fazla ücretli ve işsiz kesimlerin
zararlı çıkacağını öngörmek yanlış olmayacaktır.

Suyun metalaşması karşısında oluşan toplumsal muhalefet denince
akıllara öncelikle Bolivya/Cochomamba mücadelesi gelmektedir.
Geride bıraktığımız son on yıla damgasını vuran bu mücadeleyle
birlikte, dünyanın diğer ülkelerinde olup bitenler daha kolay
izlenmeye başlamış, başka bir deyişle Bolivya mücadelesi toplumsal
tepkinin oluşmasında öncü bir rol üstlenmiştir. Bugün,
pek çok Latin Amerika ülkesinden, Afrika, Asya, Kuzey Amerika ve
Avrupa'ya kadar bütün kıtalarda esas olarak STK'lar
ve networkler üzerinden yürütülen mücadeleler
bulunmaktadır. Dünyadaki su hareketlerinin çalışmaları ve
söylemleri analiz edildiğinde bu mücadelelerin oldukça
parçalı bir görünüm arz ettiği ve gruplar
içerisinde "ihtisaslaşmanın" son derece egemen konumda
olduğu görülmektedir. Neredeyse her su hareketi, yukarıda
aktarılan farklı boyutlardan sadece bir tanesine odaklanmış durumdadır.
Toplumsal hareketlerin bu aşırı uzmanlaşmış konumlanışına karşı,
suyun metalaşması sürecini hızlandıran uluslararası kuruluşların
hepsinin ortaklaştığı strateji "bütünleşik havza
yönetimi"dir. Başka bir deyişle, su hareketlerinin
alabildiğine parçalanmış ve ihtisaslaşmış konumuna karşın,
sermaye sınıfı, kendi sınıfsal çıkarları dolayısıyla
metalaşma sürecinin bütün boyutlarını kapsayan, son derece
bütünsel bir yaklaşım sergilemektedir. Uluslararası kuruluşlar
bu stratejiyi, suyun yukarıda detaylandırdığımız farklı boyutlarıyla
açıklamakta ve bu boyutların tamamının bütünsellik
içinde ele alınması gerektiğini söylemektedirler.
Gerçekten de metalaşma söz konusu olduğu
ölçüde, bu boyutların bir tanesinin bile süreç
dışında düşünülebilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla, toplumsal muhalefetteki verili parçalanmış ve
aşırı uzmanlaşmış yapı, metalaşma sürecinin doğasına da
sermaye örgütlerinin olayı ele alış şekline de uygun
düşmemektedir. Bu bağlamda örneğin, kendilerini
"uluslararası nehirler" olarak isimlendiren bir çevre
hareketi için su sorunu yalnızca sınır aşan sulardan ve muhalefet
ise su akışını etkileyebilecek büyük barajlara karşıtlıktan
ibarettir. "Kamu Suyu Networkü" adındaki Avrupa
çıkışlı bir başka networkün temel talebi ise, su
kaynaklarının mülkiyeti ile suyun iletim ve dağıtımının
devletlerin elinde kalmasıdır. Oysa, kaynak mülkiyetinin özele
geçmesinin muhalefeti güçlendirdiğini fark eden sermaye
grupları daha bugünden bu ısrarlarından vazgeçmiş ve
mülkiyetin devletlerde kalmasının onlar açısından
hiçbir sorun yaratmadığını deklare etmeye başlamıştır.
Gerçekten de metalaşma sürecinde yapılandırılmış
mülkiyet yasaları vazgeçilmez özelliğe sahiptir ama tek
başına mülkiyet, metalaşmanın belirleyenlerinden biri değildir. Su
kaynaklarının mülkiyeti devletlerde kalmaya devam ederek ve su
dağıtımında asli aktör yine devlet olmak suretiyle de metalaşma
gerçekleştirilebilir. Halihazırda tanıtımı yapılmakta olan
"kamu-özel işbirliği" de tam bunu amaçlamaktadır.
Hatta, sermaye grupları artık "kamu-kamu işbirliğinden"
bahsetmekte, sürece özel sektörün hiç dahil
olmadığı bir modeli de kabul edebileceklerinin sinyallerini vermektedir.
Kamu-Kamu işbirliği modeline örnek teşkil edebilecek birkaç
uygulamada, devlet su işletmelerinin kapitalist firmalar gibi
ticarileştiği ve uluslararasılaştığı dikkat çekmektedir.

Su hakkı için mücadele eden hareketlerin bir diğer tepkisi ise
"yoksulların suya erişimi" ile ilgilidir. Bu tepkiye karşı,
OECD ve Dünya Bankası'nın halihazırdaki önermeleri ise,
toplumlarda en düşük gelirli kesime devletlerin bir tür su
destek ödemesi yapabilecekleri şeklindedir. En yoksul kesimin de suya
piyasa fiyatları üzerinden erişmesi gerektiğini belirten sermaye
örgütleri, çözüm olarak, devletlerin piyasa
fiyatına müdahale etmeden alt gruplara para yardımı yapmasını
önermektedir. Dolayısıyla, en düşük ücretli
işçi ya da işsizlerin suya ödediği bedel ile en yüksek
gelir gruplarının suya ödediği bedel arasında hiçbir fark
olmaması, düşük gelir gruplarının bir tür "sadaka
yardımı" ile desteklenmesi önerilmektedir. Su hareketlerinin
süreç karşısındaki talepleri ile suyu metalaştırmak isteyen
güçlerin yönelimleri arasındaki benzerliği gösteren
bir diğer örnek ise Meksika'daki Alternatif Su Forumu'nun
ardından yayınlanan deklarasyondan verilebilir. Bu deklarasyonda,
doğadaki su kaynaklarını kirleten şirketlerden belli bir tazminat
istenmesi talebi yer almaktadır. Bu talebin, suyun metalaşması
sürecinin öncü örgütlerinden WWC ve OECD gibi
yapıların söylemindeki karşılığı ise "Kullanan
Öder!" ilkesidir. Başka bir deyişle, suyu metalaştırmak
isteyenler de buna karşı çıktığını iddia edenler de
gerçekte aynı ya da benzer talepleri dile getirmektedirler.

Diğer yandan muhalif hareketler kendilerini Dünya Su Konseyi ve
Dünya Su Forumlarına (WWF) karşı konumlandırmakta ve WWF
toplantılarını topluma kapalı bir biçimde yapıldığı, halkı
karar süreçlerine dahil etmediği için "gayrı
meşru" ilan etmektedirler. Fakat, Çevre ve Orman Bakanı
Veysel Eroğlu, basın aracılığıyla Türkiye'nin ev
sahipliğini yapacağı 5. Dünya Su Forumu'na bütün
muhalif hareketleri davet ettiklerini deklare etmiştir. Gerçekten de
günümüzde kapitalist sistemin en belirgin eğilimlerinden biri
de "karşıtını içererek yoluna devam etmek"tir.
Karşıtlar, karşı durduklarını iddia ettikleri sürece
yakınlaştıkça, yani kökten bir karşı duruş sergilemekten
kaçındıkça, sistem tarafından içerilmeleri de
kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu "karşıtını
içerme" stratejisinin en çarpıcı örneklerinden
biri de Ekonomik ve Sosyal Konsey - ESK benzeri sosyal diyalog
kurumlarıdır. Sermayenin karşıtını içerme stratejisi
günümüzde öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki artık
"alternatif" yapılarını da sistem kendisi oluşturmaktadır.
Bu bağlamda, Dünya Su Forumlarının toplandığı ülkelerde
"Alternatif Su Forumu" toplantılarının yapılmakta olduğu en
azından 2006'daki Meksika Dünya Su Forumu'ndan bu yana
bilinmektedir. Oysa "Alternatif Su Forumu" adı, ilk kez 2003
yılında ve çok uluslu şirketler tarafından Bradford'da
düzenlenen bir toplantı için kullanılmıştır. Bu
toplantıda, Dünya Su Forumu'nun suyun metalaşması konusunda
yeterince hızlı davranamadığı ve radikal adımlar atamadığından
şikayet edilmiş ve alternatif çalışmalar yapma ihtiyacı
örgütte tespit edilen bu zaaflara dayandırılmıştır.
Ulusötesi şirketler 2. Alternatif Su Forumu toplantılarını ise 2005
yılında Cenevre'de düzenlemişlerdir. Buna karşın, muhalif
hareketler "alternatif" adı altındaki ilk toplantılarını
2006 yılında Meksika'da yapmışlardır. Başka bir deyişle,
sistem, kendi karşıtını içermek için öyle stratejilere
başvurmaktadır ki şu anda dünyada aynı isimle bilinen iki
alternatif su forumu vardır. Burada asıl sorun ise, suyun metalaşması
olgusunun kapitalist sistemin yapısal gereksinimleriyle nasıl
örtüştüğünü ve su sorununu aşmanın kapitalist
toplumsal sistemi aşmaya bağlı olduğunu görmemekte direnen karşıt
hareketlerin kendisiyle ilgilidir.

Su kaynakları üzerinde oynanan oyunların sadece Türkiye'de
değil, bütün dünyada daha görünür hale
geldiği son on yıllık süreçte, suyun bir hak mı ya da
ihtiyaç mı olduğu sorusu da sıkça sorulmaya
başlamıştır. İki seçenek arasına sıkıştırılan ve toplumun,
üçüncü bir seçenek daha olabileceğini
düşünmesi önünde engel oluşturan bu tarz soruların ne
denli yanıltıcı olduğunu ortaya koyan en somut örnek ise su
konusunda süregiden tartışmalardır. Dünyada suyun
ticarileşmesine karşı çıkan pek çok harekete göre su
temel bir haktır ve bütün sorun suyun son on yılda hak olmaktan
çıkarılıp bir ihtiyaç gibi tanımlanmaya başlanması ile
ilişkilidir. Öte yandan, hak kavramı yalnızca insana dair ve
tümüyle politik bir kavramdır. Başka bir deyişle,
örneğin, "güneş ışığı almak bitkilerin ve tüm
canlı yaşamın hakkıdır" benzeri bir savın hiçbir
gerçekliği yoktur. Çünkü, insan dışındaki canlı
organizmaların hiçbiri yaşam koşullarını sağlamak için
bilinçli bir mücadele veremez. Güneş ışığı bitkiler
için bir hak olarak tanımlansa da tanımlanmasa da bitkiler,
doğaları gereği yüzünü güneşe dönecektir. Oysa,
suyun metalaşması sürecinde de görüldüğü gibi,
haklar, çıkarları birbiriyle çatışan sınıflar arasında
bir dizi mücadeleyi zorunlu kılar. Üstelik, hak, eşitlik gibi
kavramlar ancak karşıtlarının da bulunduğu toplumlarda söz konusu
olabilir. Yani, bir toplumda eşitsizlikler varsa eşitlik talebi de
vardır; ya da haksızlıklar yaşanıyorsa haklarla ilgili taleplerden
söz edilebilir. Toplumda çatışmaların olması ise toplumların
sınıflı olup olmamasına bağlıdır. Sınıfsız toplumlarda
bütün alanlarda bir çıkar ortaklığı olacağı
için toplumu oluşturan bireylerin kafasında ne haklar ne de hak
ihlallerine dair kavramlar yer almaz. Bir diğer sorun ise hak kavramının
kendisinin hiçbir sınıfsal vurgu taşımıyor olmasıdır. Herhangi
bir konu hak olarak tanımlandığında ve hatta mücadeleler sonucunda
uygulanabilir bir hak biçimini aldığında, sınıfsal bir ayırım
gözetilmeksizin bütün insanlar için geçerli
sayılmaktadır. Uygulamaya bakıldığında ise, verili haklardan sadece
bir bölüm insanın yararlandığı, büyük bir
çoğunluğun ise bu "verili haklara" ulaşamadığı
görülür. Literatürde mevcut bütün hak
kavramları için geçerli olan bu tespiti örneklendirmek
gerekirse, örneğin "sağlıklı bir çevrede yaşama
hakkı" temel haklar kapsamında ele alınan bir kavramdır.
İçinde yaşadığımız toplumda bu hakka erişebilenler ise sadece
paraya, dolayısıyla güce sahip olan azınlıkla sınırlıdır.
Sonuçta, kapitalist toplumlarda herhangi bir talep "hak"
olarak tanımlandığında söz konusu talebin sadece bir azınlık
tarafından hak gibi kullanılabileceği daha baştan verilidir.  
/>

Dolayısıyla, su bir hak gibi tanımlandığı zaman suya erişimin her iki
sınıfa birden bir hak gibi sağlanması önerilmiş olur. Buna
karşın, gerek temiz suyun giderek kıtlaşması gerekse bu gelişmeye de
bağlı olarak suyun bir meta biçimini alması yönündeki
süreçler bu sınıflardan yalnızca birinin, sermaye
sınıfının birikim ihtiyacının bir sonucudur. Diğer bir deyişle,
haklar parayla ifade edilemeyeceği ya da alınıp satılamayacağı
için, suya erişimin bir hak olarak tanımlanması halinde su
kaynakları, kapitalizmin aşırı üretim süreçlerinde son
damlasına kadar sömürülmeye devam edecektir.

Yukarıdaki tespitler aynı zamanda şöyle bir gerçekliğe de
işaret etmektedir: Dünyanın bugün karşı karşıya bulunduğu
sorun, ne tek başına suyun parayla alınıp satılması, ne sadece baraj
göletlerinin altında kalacak olan tarihi ve kültürel
miraslar, ne de küresel iklim değişikliği ile sınırlı değildir.
Öyle ki sermaye sınıfının üretim araçları
üzerindeki mülkiyetinin hak olarak tanımlandığı bir toplumsal
sistemde suya erişimin bir hak olarak tanımlanması, su eşitsizliğini
azaltmadığı gibi çok daha derinleştirecektir. Su, tarım,
endüstri ve hizmetler sektörlerinin tamamında üretime bir
girdi olarak dahil olduğu ve üretim, toplumların
ihtiyaçlarını gidermeyi değil birikimi hedeflediği için
suyun aşırı tüketimi devam edecektir.

Suyun bir ihtiyaç olarak tanımlanması halinde ise, kapitalist
sistemde ihtiyaçlar meta üretimine ve dolayısıyla paraya
endekslenmiş olduğu için doğrudan ticarileşme sürecine
gönderme yapılmaktadır. Sonuç olarak en sağlıklı talep
tanımlaması "değişim değeri olarak değil; kullanım değeri
olarak su" gibi görünmektedir. Çünkü,
bugün gelinen noktada suya bir kullanım değeri olarak erişmenin
yegane koşulu meta üretimine dayalı kapitalist toplum
biçiminin ortadan kalkmış olmasıdır. Gerçekten de bu talebe
ulaşıldığında su artık sadece toplumun ihtiyaçlarını giderme
amacıyla yapılacak üretimde kullanılacağı için suyun
aşırı tüketimi söz konusu olmayacak, aşırı üretimin
olmadığı bu yeni toplumsal düzende insanın doğa ile kurduğu
ilişki de bugünkü birikim odaklı biçiminden kurtarılmış
olacaktır.

 

 Bu çalışma, Gaye Yılmaz'ın Kimya Mühendisleri
Odası dergisinin Ocak 2009 sayısında yayınlanan ve JMO'nun Şubat
2009 sayısında yayınlanan iki makalesinden yararlanılarak
hazırlanmıştır.

 

Sayı 7 Su Sayfa 14-21

İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder