YÖK'ün Kerameti
Nedir?
SİBEL ÖZBUDUN
"Asla, size verilen şeye kanmayın.
Bilinçli olun, kuşku duyun."[2]
"Türkiye'de akademide adam gibi
adam arıyorsanız hiç aramayın boşuna Yusuf Ziya
Özcan'ın yanına gidin."
"zor günlerimin hocası."
"gobi çölünün
dünyanın en kurak yeri olduğunu duymuştum bir zamanlar akademide
bazı vakitler bir gobi çölü gibidir ve yusuf ziya
özcan bu çölde gördüğünüz bir
subaşıdır ki en güzeli bu gördüğünüzün
gerçek olmasıdır."
"akp hükümetlerinin yaptığı en iyi
atamadır. biz öğrencileri cumurbaşkanı olsun derdik içimizden
olsun yök başkanlığı da kabul..."
Öğrencilerinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
tarafından YÖK başkanlığına getirilen Yusuf Ziya Özcan
hakkında Ekşi Sözlük'te dile getirdikleri kimi duygu
ve düşünceler bunlar… Harbî, babacan, tatlı-sert,
küfürbaz ama hoşgörülü bir hoca portresi
çiziyorlar genellikle.
Ola ki öyledir…
Şimdi de şuna kulak verin:
YÖK tüm üniversitelere
'Bölücü örgütleri etkisiz hâle getirmek
için akademik araştırma yapın' talimatı gönderdi.
Meslek örgütleri, uygulamayı üniversitelerin
özerkliğine ve özgürce bilim üretimine indirilen bir
darbe olarak nitelendirdi.
Türkiye'de birbiri ardına ortaya çıkan
eylem planlarına bir yenisi daha eklendi. Plan bu kez
Yükseköğretim Kurulu'nun ( YÖK ) imzasını taşıyor.
'Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı'
adlıplan, 'bölücü örgütleri tesirsiz
hâle getirmek ve meşruiyet kazanmalarını engellemek
için' bölge üniversitelerine ve Kürt
öğrencilere yönelik 'akademik çalışma'
seferberliği başlatılmasını öngörüyor.
YÖK'ün, geçtiğimiz 17 Mart'ta tüm
üniversite rektörlüklerine 'Bölücü
Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı' başlıklı gizli ibareli bir
yazı yolladığı ortaya çıktı. Yazıda, tüm
üniversitelerin 'Bölücü faaliyetler ile terör
örgütü ve destekçilerini tesirsiz hâle
getirmek' amacıyla çeşitli akademik faaliyetler
düzenlemesi ve bunları YÖK'e üç aylık düzenli
periyotlarla rapor etmesi isteniyor. (…)
Yazının ekinde, 'bölücü
faaliyetleri engellemek amacıyla" üniversitelerin yapması istenen
akademik çalışmaların hangi konularda olacağı da tek tek
maddeleniyor. YÖK' ün belirlediği konuların özellikle
bölge üniversiteleri ve gençlerine yönelik olması
dikkat çekiyor. Tüm üniversitelere gönderilen yazıda,
bölge gençlerine yönelik aktiviteler yapılmasının
istenmesi, 'Kürt öğrenciler fişleniyor mu?' sorusunu
da beraberinde getiriyor."[3]
"Tonton bir demokrat"ın, hızla,
Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği başkanı Tahsin
Yeşildere'nin deyişiyle, "totaliter zihniyet"e doğru
kayışının resmîdir bu…
Ve iktidara geldiğinde YÖK'ü
kaldıracağına yemin billah eden AKP'nin (ya da düzen
partilerinden herhangi birinin) YÖK'ten asla vazgeçemeyecek
oluşunun sırrı, bu resimde gizlidir!
Çünkü YÖK iktidar(lar)a, en
önemlilerinden biri, ülkedeki üniversiteler sistemini
denetlemek olan bir dizi işlevi gerçekleştirmektedir. Bu yazıda, bu
çok-yönlü araçsallığı ya da çoğul
işlevselliğinin YÖK'ü her iktidar için
vazgeçilmez kıldığını öne süreceğim.
BİR "TE'DİB" ARACI OLARAK
YÖK
Evet, üniversiteleri ve tabii üniversitelileri,
üstelik yalnızca öğrencileri değil, hocaları da zapt u rapt
altında tutmak, 12 Eylül yadigarı YÖK'ün en
önemli işlevlerinden biridir.
Öğrencileri zapt u rapt altında tutmanın birincil
aracı, soruşturmalar ve izansız-ölçüsüz disiplin
cezaları, hızını hiç kesmeden sürüyor – Ne 12
Eylül sonrası "normalleşme" değiştirdi bunu, ne İhsan
Doğramacı'nın tahtından inmesi, ne Erdoğan Teziç, ne
AKP'nin iktidara gelişi, ne de ODTÜ'lülerin sevgilisi,
tatlı-sert, küfürbaz, "öğrenci babası" Yusuf
Ziya Hoca'nın YÖK'ün başına getirilişi…
Soluk alamıyor çocuklar: Kampüs içinde ya da dışında,
fark etmiyor; hoşnutsuzluklarını dile getirmeye kalkıştıkları her
vesile, soruşturmaların zincirinden boşalmasına yol açıyor.
İstanbul'da Yıldız Teknik öğrencileri metrobüs
biletlerine gelen zamma mı karşı çıkmış? Hacettepeliler Tekel
işçilerine destek gösterisi mi düzenlemişler? Kocaeli
Üniversitesi resmî açılışında öğrenciler
protestolarda mı bulunmuşlar? Dicle Üniversitesi öğrencileri,
odalarında farelerin cirit attığı yurdu mu protesto etmişler?
Çoğu polis/güvenlik destekli, gözaltılı soruşturmalar
birbirini izliyor.
Baskı altına alınanlar yalnız öğrenciler mi?
Öğretim elemanları da "çizmeyi aştıklarında" bir
yandan soruşturmalar, bir yandan da "kadro" silahıyla
"te'dip" edilmiyorlar mı? Yıldız Teknik'ten
Özgür Sevgi Göral televizyonda Kürt sorununu
tartışırken "resmî görüşün dışına
çıktı" diye kadro dışı bırakılırken, aynı
üniversitede İİBF öğretim üyesi Yrd. Doç. Ergun
Aydınoğlu hakkında soruşturma açılması üzerinden ne kadar
zaman geçti, şunun şurasında? Ya da "üniversite
yerleşkesinde yöneticilerden izin almaksızın tam gün yasa
tasarısı ile ilgili basın açıklaması yaptığı"
gerekçesiyle Düzce Üniversitesi Tıp
Fakültesi'nce Bolu-Düzce Tabip Odası Yönetim Kurulu
üyesi Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu hakkında soruşturma
başlatılalı?[4]
Öğrencilerin denetlenmesi, hiç kuşkusuz ki
"millî güvenlik" pratiklerinin, o ezelden ebede uzanan
"gençlerimizi anarşi ve terörden, bölücü
odaklardan koruma" angajmanının bir göstergesi. Öğretim
elemanlarının zapt u rapt altına alınması ise, daha karmaşık bir
mevzu: işin bir yanı "devlet güvenliği" gibi akan suları
durduran bir konu (örneğin Sevgi Göral'a yönelik
baskılar, bir akademisyenin "destursuz" ağzına geleni
konuşamayacağı mesajını veriyor hepimize). Ama bir yanıyla da, spesifik
olarak (devletin değil) hükümetin stratejik bir kozu: kadrolaşma
aracı.
BİR "KADROLAŞMA" ARACI OLARAK
YÖK
Bu da bizi, YÖK'ün ikinci önemli
işlevine getiriyor. YÖK'ün misyonu öğretim
elemanlarıyla, öğrencileriyle, idarî-teknik personeliyle
üniversite "camia"sını te'dip etmekten ibaret değil
tabii.
Yeni başkanıyla birlikte enstrümanlığını
üstlendiği AKP siyasalarının üniversitelere nüfuz etmesi
yolunda baskı uygulamak, bir başka misyonu. Bu, birkaç
biçimde gerçekleştiriliyor. Bir örnek, akîm kalan
türban teşebbüsleri. Bu yoldaki Anayasa değişikliği
girişiminin Anayasa Mahkemesi'ne takılmış olması, bu konunun
şimdilik rafa kaldırılmasına neden olmuş olsa da, yeni başkanı ve
şimdiki Cumhurbaşkanı tarafından atanan üyelerinin
çoğunluğu elde etmesiyle YÖK'ün uzun vadeli
gündem maddelerinden biri olmayı sürdürüyor
türban.
Türbanın işlevsel olduğu bir başka konu daha var:
Hatırlardadır; bundan iki yıl kadar önce, akademisyenler arasında
bir bildiri imzaya açılmıştı: "Türbana
özgürlük" bildirisi. Kemalist öğretim
elemanlarının üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına
karşı bir bildiriyi imzaya açtıkları bir sırada, liberal
eğilimli akademisyenler de üniversitede kılık-kıyafet serbestliği
talebini gündeme getirmişlerdi. Bu bildiri, Cumhurbaşkanı
Gül'ün Anayasa Mahkemesi, YÖK gibi kritik kurumlara ya
da üniversite rektörlüklerine yaptığı atamalarda bir
çeşit referans mektubu işlevini üstlendiği anlaşılıyor.
Örneğin Anayasa Mahkemesi'nin YÖK kontenjanı için
kurumun gösterdiği üç aday da (Prof. Dr. Engin Yıldırım,
Prof. Dr. Recep Tarı ve Prof. Dr. Gülsettin Çelik)
"Türbana Özgürlük" bildirisi imzacıları
arasında yer almaktaydı.[5] Yanı sıra, Abdullah Gül,
2008 yılı içerisinde görev süreleri dolan 23
rektörün yerine yenilerini atarken bunlardan 11'ini
üniversitelerde yapılan seçimlerde birinci gelen adaylar yerine
daha az href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/oy"> color="#000000">oy
alanlar arasından atadı.
Gül'ün atadığı rektörlerin çoğunluğunun (16
rektörün) üniversitelerde türbana özgürlük
isteyen bildiriye href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/imza"> color="#000000">imza
atan rektörler olduğu ortaya
çıktı.[6]
AKP'nin (ve de Fethullah Gülen cemaatinin)
üniversiteler içerisindeki kadrolaşmasının tek
ölçütü, türban bildirisini imzalamış olmak da
değil. Kimi zaman AKP yöneticisi bir akraba (örneğin kardeşi AKP
ilçe başkanı olan Dokuz Eylül Üniversitesi
rektörü Mehmet Füzuz); seçimlerde AKP'den
adaylığını koymuş olmak (Dicle Üniversitesi rektörü Ayşe
Jale Saraç); parti sloganlarını kullanmak (Uludağ Üniversitesi
rektörü Mete Cengiz); Erdoğan ailesine yakın olmak (İstanbul
Üniversitesi rektörlüğüne atanan aile doktoru Yunus
Söylet)[7] … da yetebiliyor…
YÖK'ün AKP'nin özgül
siyasalarının akademik alandaki enstrümanlığını üstlenişinin
bir başka örneğiyse, katsayı cambazlıklarıyla "bypass"
etmeye çalıştığı, İmam-Hatip Liseleri sorunu.
YÖK'ün bu konudaki son hamlesi başarılı olmuş
gözükse de, bu konudaki direnişi Danıştay'a, bilindiği
üzere, bir hayli pahalıya mal oldu: Malûm, AKP, son Anayasa
değişikliği paketini gündeme getirmesini tetikleyen etkenlerden biri,
Danıştay'ın katsayı değişikliği karşısındaki
direnciydi…
BİR "NEO-LİBERALLEŞME" ARACI OLARAK
YÖK
Ne ki, YÖK'ün muhtelif işlevleri
arasında belki de en önemlisi, neo-liberal iktisadî siyasaları
üniversitelere nüfuz ettirmenin aracı oluşudur. Kurum bunu
çoğu kamuoyunca yakından bilinen birkaç yoldan
gerçekleştiriyor.
Bu yollardan ilki, sayıları her yıl artan kamu
üniversitelerine bütçeden ayrılan payın sabit kalması,
hatta göreli azaltılması karşısında, üniversitelerin
"kendi kaynaklarını yaratmaya teşvik edilmesi"dir. 2010 yılı
bütçesinde Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan payın
milli gelire oranı yüzde 2.74 (bu oran örneğin 2007 yılında
yüzde 3.40 idi); yükseköğrenime ayrılan payın milli gelire
oranı ise, yüzde 0.91'dir. Yükseköğrenim
bütçesinin düşüş trendi, aşağıdaki tablodan da
izlenilebilecektir:
TÜRKİYE'DE BÜTÇEDEN VE MİLLİ GELİRE ORANI | ||
Yıllar | Yükseköğretim | Yükseköğretim |
2002 | 2.55 | 0.89 |
2003 | 2.27 | 0.94 |
2004 | 2.45 | 0.86 |
2005 | 3.34 | 1.07 |
2006 | 3.35 | 1.04 |
2007 | 3.21 | 1.05 |
2008 | 3.29 | 1.02 |
2009 | 3.33 | 0.79 |
2010 | 3.24 | 0.91 |
Bu yüzde 0.91'lik payın 94 kamu üniversitesi arasında
pay edildiği ve 51 vakıf üniversitesinin de kamu kaynaklarından
desteklendiği göz önünde bulundurulduğunda, iktidarların
üniversitelere "Başınızın çaresine bakın,"
dediği ortadadır. Hele ki, bu payın parasal karşılığı olan 9 milyar
355 milyon TL.'nin yarıdan fazlasının (yüzde 50.52) personel
gideri olduğu düşünüldüğünde… Geri
kalanın tümünün kamu üniversitelerine harcandığını
varsaymamız durumunda dahi, 94 üniversitenin yuvarlak hesap 4.5 milyar
ile "idare edemeyeceği" ortadadır.
Bu nedenle, üniversiteler öncelikle ellerindeki
olanakları (araziler, binalar, hizmetler) özel sektöre açma
yoluna gitmektedirler. Üniversite arazilerinin doğrudan satışa
çıkartılması, üzerlerinde "kongre merkezi" adı
altında otel, "lojman" adı altında konut vb. yapılmasının
yanı sıra, "Teknokent" adı altında üniversite
arazilerinde faaliyet gösteren şirketlere "serbest
bölge" avantajları tanınarak ve stajyer öğrenciler
kişiliğinde ucuz işgücü temini olanağı sağlanarak kamu kaynak
ve olanaklarının özel kesime aktarılmasında üniversiteler
aracılık etmektedir.
Benzer biçimde, üniversite içi
hizmetlerin (yurtlar, öğrenci servisleri, öğrenci
restoranları…) özel sektöre ihale edilmesi yoluyla
yükseköğrenim kuruluşları "plazalaştırılmakta",
öğrenciler müşteriye tahvil edilmektedir.
Ancak üniversitelerin özel sektöre
açılması gayrımenkul, tesis ve hizmetlerinin özel sektör
kullanımına sunulmasından ibaret değildir. Daha da ötesinde,
üniversitenin ürettiği hizmetlerin (eğitim ve araştırma)
piyasaya eklemlenmesi süreci hızla ilerliyor. Bu durumun hukuksal
çerçevesi ise, Türkiye'nin YÖK eliyle
2000'de dâhil olduğu Bologna süreciyle
oluşturulmaktadır.
Bilindiği üzere Bologna süreci, Avrupa
üniversitelerinin, ABD üniversiteleri ile rekabet edebilmesi
amacıyla Avrupa ülkeleri eğitim, bilim ve kültür
bakanlarının 1998'de Paris, 1999'da Bologna'da
düzenledikleri toplantılarda aldıkları kararlar doğrultusunda
gelişen bir süreçtir. Avrupa Yüksek Öğrenim
Alanı'nın oluşturulmasını hedefleyen süreçte bakanlar,
2010 yılına kadar önlerine şu hedefleri koymuşlardır:
* Eğitilenlere kolay tanınabilir ve kıyaslanabilir
diplomalar verilmesi;
* Lisans ve lisans üstü eğitim için
süre standartları konulması;
* Yaygın öğrenci hareketliliğini özendirmek
üzere ortak bir ders kredisi sisteminin oluşturulması;
* Öğrenciler öğretim elemanları ve idari
personelin diğer Avrupa ülkelerindeki öğrenim, araştırma ve
eğitim faaliyetlerinin özendirilmesi ve tanınması;
* Kalite güvencesi için işbirliğinin
geliştirilmesi;
* Yüksek öğretimin Avrupalı boyutlarının
program geliştirme, kurumlar arası işbirliği, inceleme / araştırma /
eğitim bütünleşik programları yoluyla
zenginleştirilmesi.[9]
Bologna süreci, Mart 2000'deki Lizbon Avrupa
Konseyi başkanlık kararında, "küreselleşme ve
bilgi-ile-güdülen (knowledge-driven) ekonominin yol
açtığı büyük çaplı bir....meydan okuma"
karşısında "Birlik, bugün kendisine gelecek on yıl için
yeni bir stratejik amaç seçmiştir: Dünyanın en
rekabetçi ve dinamik, sürdürülebilir
büyümeyi, daha fazla ve daha iyi iş imkânlarını ve daha
fazla toplumsal birlikteliği (cohesion) sağlama kapasitesine sahip
bilgiye-dayalı ekonomisi olmak," denilmektedir. Bu amaçla
Avrupa Araştırma Alanı'nı oluşturmak için gerekli
adımların atılacağı da alınan kararlar arasındadır. Böylelikle
Bologna süreci, Avrupa Yüksek Öğrenim Alanı'na
dâhil olacak üniversiteler arasında müfredat, sınav ve
kredilendirme sistemi açısından bir standardizasyon sağlamanın
(böylelikle, örneğin bir Alman öğrencinin lisans
öğreniminin birinci yılını kendi ülkesinde, ikinci yılını
İngiltere, üçüncü yılını Polonya,
dördüncü yılını ise, diyelim ki Türkiye'de
tamamlamasının olanaklı olması öngörülmektedir) yanı
sıra, "bilgiye dayalı ekonomi"nin işgücü ve
know-how'ının üretildiği mekânlar olarak
tasarlanmaktadır.
Bu tasarım, Avrupa üniversitelerinin
önündeki 'meydan okumalar'ı sıralayan, AB
Komisyonu'nun Şubat 2003 tarih ve "Bilgi Avrupası'nda
Üniversitelerin Rolü" başlıklı iletisinde net bir
biçimde şekillenmektedir:
"i) Artan yüksek öğretim talebini
sınırlı insangücü ve finansal kaynakla karşılamak, fakat
eğitim ve araştırma kalitesinden fedakârlık etmemek;
(ii) Eğitim ve araştırmada uluslararasılaşmanın yol
açtığı handikapları (başka bir deyişle, Avrupa'nın
ABD'ye kıyasla öğrenci ve araştırma elemanı cezbetmekteki ve
mevcutları koruyabilmekteki yetersizliğini) gidermek;
(iii) Üniversiteler ve sanayi arasında etkili ve
yakın işbirliği kurmakta ve araştırma bulgularını ticarileştirmekteki
göreli yetersizlikten kurtulmak, bilgi üretimine rakip ya da ortak
yüksek teknolojili firmaların yarattığı rekabetçi ortamın
zorlamalarına dayanabilmek, (abç)
(iv) Bilgi üretiminin (özellikle temel
araştırmalarla uygulamalı araştırmalar arasındaki sınırların
belirsizleşmesi sonrasında) yeniden organize etmek,
uzmanlaşma-farklılaşma ile çok disiplinli uğraşların gelişmesi
arasındaki dengeyi kurmak
(v) Toplumun yeni beklentilerine cevap
verebilmek."[10]
Görüldüğü üzere, Türk
üniversitelerinin de YÖK eliyle hemen hemen başından itibaren
angaje olduğu Bologna Süreci, üniversite üretimini (eğitim
ve araştırma) bir piyasa dinamiğine dönüştürme
sürecidir. Ve Özgür Narin'in haklı olarak uyardığı
üzere, salt "bilimin metalaştırılması"ndan ibaret
değildir:
"… 'Bilimin meta hâline
gelmesi', yani bilimsel ürünün meta hâline gelmesi
laboratuarında fedakârca çalışan bilimcinin zanaatkâra
benzeyen üretiminde gerçekleşmekteydi. O, çoğunlukla
buluşunu satıyor, hatta patent alıyordu. Burada bilimcinin
ürünü bir metadır, ancak zanaatkâra benzeyen bilimcinin
emek süreci kendi özerk alanı olarak kendi denetimi altındadır.
Kapitalist para sermayesi ile bilimciyi kendi hizmetinde meta üretmeye
ancak dışsal olarak bağlayabilir. Bu bilimcinin emeğinin sermaye
tarafından biçimsel olarak belirlenmesidir. Sermayenin bilim ile
ilişkisi, bu evrede emek süreci ve mekanizması açısından
dışsaldır. Oysa bu devir neredeyse XX. yüzyılın başında
kapanmıştır! Bilimin metalaştığını hatırlatarak XXI. yüzyılı
irdelemeye çalışan 'kuramsal' önermenin, bir
betimlemeden öteye gidememesinin nedeni budur. O devir çoktan
geçmiş, kapitalizm epey bir yol
almıştır."[11]
Burada söz konusu olan, "bilimin
metalaşması"nın ötesinde, üniversite içi
üretimin kapitalist piyasanın bir parçası hâline
gelmesidir. Akademisyen/araştırmacı, bağımsız bir "buluş"
gerçekleştirip, onu patentleyerek temellük eden, ardından da
taliplere (ki bunlar çoğunlukla özel firmalardır) satışa
çıkartan bir "zanaat erbabı" değil, bölüm ya
da enstitüsünün aldığı sipariş doğrultusunda harekete
geçirilen araştırma mekanizmasının (ücretli) bir unsurudur
günümüzde. Ve üniversite BU anlamda
özerklikten çıkmış, piyasanın bir unsuruna
dönüşmüştür. Piyasanın talepleri doğrultusunda,
piyasa koşulları içerisinde işleyecek, onun kurallarına boyun
eğecektir. (I. Wallerstein, bir sınavda bir öğrencisinin kendisine
"Bu sorunuzun yanıtını veremem, çünkü yanıt X
şirketiyle imzaladığımız patent anlaşmasının kapsamına
giriyor," dediğini şaşkınlıkla aktarır!) Aslına bakılırsa,
(üniversiteyi piyasaya eklemlemeye zorlayan "mali
özerklik" dışındaki "özerklikler" (idari,
akademik, bilimsel vb.) piyasa açısından çok da dert
değildir; üniversite üretimi bir girdi oluşturduğu sürece,
üniversiteyi (becerebiliyorlarsa) akademisyenler de yönetebilir,
bürokratlar da, profesyonel işletmeciler de! Ve zaten piyasa
taleplerine yazgılanmış akademisyenlerin, "diledikleri"ni
araştırmalarında bir sakınca yoktur; değil mi ki, akademik terfileri
"liyakat"a, "liyakat" ise, bir yandan
yönetilen/katılınan projelere, bir yandan da atıf endeksli dergilerde
yapılacak yayınlara bağlanmıştır ve atıf endeksli dergiler,
ağırlıklı olarak küresel piyasa yönelimli soru(n)lara
öndelik vermektedir; araştırma "çerçeveleri"
piyasanın gizli eli tarafından dikte edilmektedir…
* * *
Evet, YÖK, bugün üniversite unsurlarının
denetim altına alınması, siyasi kadrolaşmanın yürütülmesi
ve üniversitelerin neo-liberal piyasa ekonomisine eklemlenmesi gibi,
birbirini tamamlayıcı, karma işlevleri yerine getirdiği içindir
ki, herhangi bir iktidar partisi için vazgeçilmez bir aygıt
oluşturmaktadır. AKP'nin muhalefette sürdürdüğü
"Yıkacağız! Kaldıracağız! Yok edeceğiz!" söylemi bu
nedenledir ki, partinin iktidara ilk geldiği gün sessiz bir
dönüşüm geçirmiş ve iktidar muhibbi, piyasasever
kadrolarıyla YÖK, bu kez de AKP iktidarının asli payandalarından
birine irca edivermiştir!
2 Mayıs 2010 13:19:26, Ankara.
N O T L A R
[1] Genç-Sen'in 16 Mayıs 2010
tarihinde Ankara JMO'da düzenlediği söyleşide yapılan
konuşma… Newroz, Yıl:4, No:130, 6 Mayıs 2010…
[2] Michael Haneke.
[3]"YÖK, Kürt
Öğrencilere Karşı Niyeti Bozdu!"
http://www.haberlink.com/haber.php?query=48290
[4] " href="http://www.ttb.org.tr/index.php/haberler/179-ttb/1801-duzce"> color="#000000">TTB'den, Basın Açıklaması Yaptığı
İçin Soruşturma Açılan Öğretim Üyesine
Destek
", href="http://www.ttb.org.tr/"> color="#000000">http://www.ttb.org.tr/
index.php/haberler/
179-ttb/1801-duzce
[5] "Türbana
Özgürlük Bildirisi İmzacıları Atanıyor", color="#ca0006"> href="http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/turbana-ozgurluk-bildirisi-imzacilari%20-ataniyor-haberi-26556"> color="#000000">http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/turbana-ozgurluk-bildirisi-imzacilari
-ataniyor-haberi-26556.
[6] "Siz Siyasallaşmayın, Biz
Gereğini Yapıyoruz", 08.10.2009.
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/siz-siyasallasmayin-biz-geregi...
[7] "Siz siyasallaşmayın, biz
gereğini yapıyoruz", 08.10.2009.
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/siz-siyasallasmayin-biz-geregi...
[8] href="http://www.egitimsen.org.tr/aramasonuc.php?arama=tum&id=2441"> color="#000000">http://www.egitimsen.org.tr/aramasonuc.php?arama=tum&id=2441
[9] Oktar Türel, "Avrupa
Üniversiteleri ve Bologna Süreci",
http://anti-bologna.blogspot.com/2009/04/avrupa-universiteleri-ve-bologn....
[10] Oktar Türel, "Avrupa
Üniversiteleri ve Bologna Süreci",
http://anti-bologna.blogspot.com/2009/04/avrupa-universiteleri-ve-bologn....
[11] Özgür Narin,
"Kapitalist Toplumda Bilim Yol Gösterici Olabilir mi?
Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler ve bilim",
23.12.2009,
http://anti-bologna.blogspot.com/2009/12/kapitalist-toplumda-bilim-yol-g....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder