4 Aralık 2010 Cumartesi

Başkaldıran Sanat İçin (Örnekler) / Temel Demirer

Başkaldıran Sanat İçin
(Örnekler) / Temel Demirer

 


“Başkalarına
vermeden

       size="2">sahip olamayacağınız

       size="2">tek şey hürriyettir.”[1]

       size="3">Kavafis’in, “Bineceğin gemi yok, çıkacağın
yol yok./ Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu
köşecikte,/ Öyle tükettin demektir bütün
yeryüzünde de,”
size="2">[2] size="3"> dizelerindeki uyarı elbette herkes içindir; ama en
çok da sanatçılar için…

       size="3">Hem de Theo Angelopoulos, “Şiir, inanç ve hayal eksik
artık hayatımızda. İnancımız yok, oysa yeni şeyler yapabiliriz,”
diye haykırırken…

       size="3">Evet, evet bir tekdüzelik, tekboyutluluk, tektiplilik dört
yanı kuşatırken; yani çok şey Susan Ertz’in,
“Yağmurlu bir pazar günü öğleden sonra ne
yapacaklarını bilmeyen milyonlar, bir de ölümsüzlük
isterler”; Michel de Montaigne’nin, “Çağın
yozlaşmasına, tek tek her insan katkıda bulunur; kimi
değerbilmezliğiyle, kimi yasa tanımazlığıyla, kimi zındıklığıyla,
kimi zorbalığıyla, kimi açgözlülüğüyle, kimi
hainliğiyle, herkes gücüne göre,” sözlerindeki
istihzada betimlenirken; şimdilerde sanatın sınırsız düş
gücünün mücadeleciliğiyle gerçeğe
sarılmalı… İçtenlikli bir inatla ılımlılığı,
ortacılığı reddetmeli… Yalın iyimserliğin umutlarıyla
ölümsüzlüğe inanıp, bağlanarak Henrik İbsen gibi
haykırmalıdır: “Çoğunluk her zaman
haksızdır”!

       size="3">SINIRSIZ DÜŞ GÜCÜNÜN
MÜCADELECİLİYLE GERÇEĞE
SARILMAK…

       size="3">Sınırsız düş gücünün
mücadeleciliğiyle gerçeğe sarılmak…
dedim!

       size="3">Düş  görmek… müthiş bir
güçtür; insan(lık)ın serüveni düşsüz
olmaz, olamaz…

       size="3">Çünkü Marcel Proust’un, “Bir insanın
çok acı çekmesini önleyen, çoğu zaman, düş
gücünden yoksun olmasıdır”; Carl Gustav Jung’un,
“İnsanlığın tüm yapıtlarının kökeninde yaratıcı
düşlem yatar,” sözleriyle betimlenmesi mümkün olan
düş gücünün gerçekle toplumsallaştırılması
gerekir.

       size="3">Gerçek, her zaman öne çıkan, çıkartılan
görüngü değildir; hatta perdelenen, arkada
bırakılandır…

       size="3">Tam da bunun için Umberto Eco, “Gerçek,
güzel olduğu kadar alçakgönüllü  bir
genç kızdır; onun için her zaman
örtünür”; Jean de la Bruyere, “Gerçek,
çoğu zaman, çoğunluğun inandığının tam tersidir”;
William Blake, “Gerçeği söylüyorsam, amacım onu
bilmeyenleri ikna etmek değil, bilenleri savunmak,” notunu
düşerler…

       size="3">Sınırsız düş gücünün mücadeleciliğiyle
gerçeğe sarılanlardan söz edilince, elbette Enver
Gökçe, Pablo Neruda, Nâzım Hikmet Ran, Bedri Rahmi
Eyüboğlu, Leonardo da Vinci, Victor Jara’dan söz etmeden
olmaz…

       size="3">Örneğin “Ve döne döne ateş/ Döne
döne madde /.../Dövüşe dövüşe madde/ Değişe
tokuşa madde/ Öyle bir vakte erdi ki devran/ Döne döne esir/
Döne döne gaz/ Döne döne atom/ Döne döne madde/
Dövüşe çekişe madde/ Ve zaman değişe değişe/ Yosun
titreşe, yeşilleşe/ Işık dura değişe,” dizeleriyle -40
Kuşağı’nın kuyuya atılmış Yusuf’u- Enver
Gökçe…

       size="3">Yoksulluğun, onun şiirindeki dışavurumu,
güçlünün karşıtı olmadır;
çünkü Onun için halk çoğul
öznedir.

       size="3">Kolay mı? 1940 Kuşağı içinde, Türkiye’nin
gerek doğusu ile batısını, gerekse köy ile şehri, poetik bir
yarılmaya düşmeden aynı tinsel evren içinde gösteren tek
şairdi Enver Gökçe.

      O
bir dirençtir; vazgeçmeyiştir Pablo Neruda
misali…

       size="3">Söz konusu dirençtir; vazgeçmeyiş olmadan
sanatçı sanatçı olmuyor; sanat da sanat…

      *
* * * *

       size="3">Milton Friedman’ın, “Tarih, kapitalizmin siyasal
özgürlük için zorunlu bir koşul olduğunu
söylüyor,” zırvasına inat; insanın insana kulluğunu
aşmaktan yanadır sanat…

       size="3">Hem de “Yedi kat yerin altından uğultular geliyor./
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır./ Haram sevaboldu, sevap
haramdır./ Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir,/ çekin ki
körükleri/ ateşe girdi demir./

       size="3">Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır./ Duyuldu kim
ölüm satılıp kâr edile,/ kendi kendilerin reddü
inkâr edile/ ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin./ Duyuldu
uykusundan uyandığı/ zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan
devin./

       size="3">Yedi kat yerin altından uğultular geliyor./ Medet yoktur, bakma
geri./ Kantarma zapteyleyemez oldu beygiri./
Çıkmış üzengiden, ayağı yok mu?/ Kan sızar, şâk
olmuş, dudağı yok mu?/ Gider, böyle gider, dahi gider/ bu âteş
yolların durağı yok mu?/ Bu yol orda biten yoldur./ ‘Türabolmak
ne müşküldür...’

       size="3">Çekin ki körükleri/ ocağa girdi demir./ Bir ateş
külçesi düştü buzların ortasına./ Alâmetler
belirdi, kıyamet alâmetleridir./ Haberdir, erişmekte kaynayan su
galeyan noktasına,” diye haykıran Nâzım Hikmet
Ran’ın- dizelerindeki üzere…

      *
* * * *

       size="3">Ayrıca, “Ey Sanat! Seni bana musallat ettiler. Eğer ben de
seni başkalarına musallat etmezsem, yuf olsun!!!” diyen Bedri Rahmi
Eyüboğlu …

      O,
renklerin ustası, sözün ustası, şair ve ressamıydı 
(1911- 21 Eylül 1975)...

       size="3">Hem resim dünyasında yaşadı, hem de şiir
dünyasında... Ama en çok, en çok bu ülkenin
toprağında, suyunda, havasında yaşadı. 

       size="3">Doğaya tutkundu. Yaşama tutkundu. Anadolu’ya tutkundu. En
çok tutkularında yaşadı.

       size="3">Yaşamının her anını doludizgin yaşamaya, soluk soluğa
yaşamaya adamıştı. 

       size="3">Yaşamı  coşkuyla sevmeye, tutkuyla sevmeye
adamıştı: “Sevmek bu dünyayı çerden
çöpten/ Sevmek bir zerresini ziyan etmeden/ Sevmek dinlenmeden
sevmek,” dizelerindeki üzere…

       size="3">Renklerle, çizgilerle ya da bin bir sözcükle,
şiirinde ya da resimlerinde yaptığı, bu sevgiyi ve yaşama sevincini
ortaya koymaktı. 

       size="3">Şiirlerini hep bu coşkuyla yazdı. Resimlerini hep bu coşkuyla
yaptı.

       size="3">Şiirlerine resmi, resimlerine şiiri kattı.

       size="3">Halk şiirinin deyişlerinden, türkülerin, masalların,
tekerlemelerin özelliklerinden yararlandı.
Onları çağdaş bir kucaklayışla, yalın bir dille, hani
neredeyse yüreğine banarak yeniden yarattı.  Şiirleri
tanığımdır.

       size="3">“İçerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum.
Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter. İğri büğrü, kör
topal, kabulüm...” derdi.

       size="3">Yüreğinde sevda taşıyan her delikanlı, cebinde onun
şiirini taşırdı:  “Karadutum, çatal karam,
çingenem/ Nar tanem, nur tanem, bir tanem/ Ağaç isem
dalımsın salkım saçak/ Petek isem balımsın ağulum/
Günahımsın/ Vebalimsin./ Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan/
Yoluna bir can koyduğum/ Gökte ararken yerde bulduğum/ Karadutum,
çatal karam, çingenem/ Daha nem olacaktın bir tanem/
Gülen ayvam, ağlayan narımsın/ Kadınım, kısrağım,
karımsın,” dizelerindeki gibi…

      *
* * * *

      Ve
“Akıl ve bilgelik deneyimlerin ürünüdür.”
“Yalınlık, yetkinliğin doruğudur,” diyen Leonardo da Vinci
(1452-1519) bir dâhi olması yanında; tıpkı Cervantes (1547-1616),
Shakespeare (1564-1616), Mozart (1756-1791) gibi, Rönesans’ın
tetikleyicisi, öncü bilimcisi, sanatçısı,
düşünürü, kuramcısı, göstermenin
ustasıydı…
size="2">[3]

       size="3">Aydınlanmacıların  öncüsü olarak
Leonardo’nun çok yönlülüğüne kafa
yorulmalıdır. Çünkü O, hep olay
sonuç bağlantısı içinde nesnelerin, bunlar arasındaki
ilişkilerin kökenine inmeye çalışmış bir
sanatçıydı.

       size="3">Leonardo da Vinci metinleri, ilkçağdan kalan şaşırtıcı
fragmanlar gibi insanı alabildiğine büyüleyip derinden sarsar. Bu
metinlerde bir antikçağ filozofu gibi düşüncelere dalmış
görünse de, ayakları yere sağlam basan biri olduğu sezilebiliyor
ilk ağızda onun. Bunun için Leonardo’ya özgü,
özgün bir dille sanata, bilime bakmak zorunlu hâle
gelir.

       size="3">Ayrıca hayvanseverliği ünlü büyük
dâhinin. Kafesteki kuşları  satın alıp salıveriyor, sonra
hayvanlarla ilgili içten, sıcacık öyküler yazıyor, bir
vejetaryen aynı zamanda.

       size="3">Yapayalnız ama güçlü bir kişilik
yapısı yansıttığı hâlde, ömrünün
sonlarına doğru, yine de hiçbir şey öğrenememiş  biri
olduğundan yakınıyor Leonardo.

       size="3">Yaşamasını  öğrendiğini sanırken, belki aslında
ölmeyi öğreniyor, bunu yine kendisi dillendiriyor. Oysa Freud,
“Daha herkes uyurken karanlıkta, erkenden uyanan bir
insan” olarak tanımlıyor onu.

       size="3">Cemal Yıldırım, Leonardo’yu şu satırlarla tanıtıyor
bize: “Onun gözünde sanat, felsefe ve bilim
kültürün bütünlüğünde birleşen,
etkileşim içinde gelişen çalışmalardı. Sanatı salt
yaratıcı imgelemin, felsefeyi soyut düşüncenin, bilimi deneyin
ürünü sayıp birbirinden ayrı tutmak yanlıştı. Leonardo
değişik ölçülerde de olsa, hepsinde yaratıcı imgelemin,
soyut düşüncenin ve olgusal deneyimin payı var
demekteydi.”

      *
* * * *

       size="3">Sonra “Çevremde gördüklerimden
gittikçe daha fazla etkileniyorum... Ülkemin, Latin
Amerika’nın ve diğer dünya ülkelerinin yoksulluğu...
Varşova’da Yahudiler için dikilen anıtları, Atom bombasının
yol açtıklarını, savaşın insanlığa ve çocuklarına
verdiği çürümeyi, yıkımı kendi gözlerimle
gördüm... Ama aynı zamanda sevginin, şefkatin,
özgürlüğün neler yapabildiğini, mutlu insanın neler
başarabildiğini de gördüm. Tüm bunlar yüzünden,
sadece barış aramam yüzünden hüzün ve mutlulukta
gitarımın tellerine ve ağacına, yüreği yara gibi delen dizelere,
hepimizi kendi içimize baktıracak ve dünyayı yeni gözlerle
görmemizi sağlayacak sözlere sarılıyorum,”
face="Times New Roman" size="2">[4] diyen Victor Jara…

      O,
yoksunluğun gerçek şiddetine karşı derin duyarlılığa sahipti.
Şarkıları günlük yaşam mücadelesinde rol oynuyor,
bazılarını oldukça rahatsız ediyordu. “Sonuç”:
Elleri kesildi, işkence görerek öldürüldü. Tek
suçu müzik yapmaktı…

       size="3">Ancak diz çökmedi, vazgeçmedi; devrimci
şarkıların en önemli isimlerinden birisi olarak; asla
unutulmamacasına…

      *
* * * *

       size="3">Bir de Marc Chagall var. O, XX. yüzyılın en
ilginç sanatçılarından biridir.

       size="3">1887’de, Rusya’nın güneyinde, Polonya sınırı
yakınındaki Vitebsk kasabasında, orta hâlli bir Yahudi ailesinin
dokuz çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Chagall, Birinci
Dünya Savaşı’nı, saflarında yer aldığı Büyük Ekim
Devrimi’ni, İkinci Dünya Savaşı’nı, Nazilerin Yahudi
soykırımını yaşamıştır…

       size="3">Sanatçının  şiirsel imge dünyasına ışık
tuttuğu Chagall biyografisinde, o kargaşalı, zorlu yıllar boyunca kocaman
buketleri, melankolik palyaçoları, uçan sevgilileri, düş
ürünü hayvanları, İncil peygamberleri, damda çalan
kemancılarıyla folklorik, şiirsel ve usdışı bir imge dünyası
yaratan sanatçının yapıtlarına yeni yorumlar getiren Jonathan
Wilson, Chagall’in ünlü ‘Damdaki
Kemancılar’ının büyülü bir yanı olduğu vurgusuyla
ekler:

       size="3">“O dönemde Vitebsk’te yaşayanların dama
çıkmaları hiç de tuhaf bir olay değildi. Bazen çok
korktuklarında, bazen de çok sevindiklerinde dama
çıkarlardı. Örneğin, Chagall’in büyükbabası,
sık sık dama çıkar, havuç yiyerek çevreyi
seyredermiş...”

       size="3">Wilson’ın bu sözleri, Gabriel Garcia Marquez’in
yapıtlarını anımsattı bize, özellikle de ‘Yüz Yıllık
Yalnızlık’ını... Garcia Marquez, sonradan, romanında dile
getirdiği o büyüleyici öykülerin çoğunu
ninesinden, dedesinden dinlediğini anlatmamış mıdır?

       size="3">Chagall de, Garcia Marquez de, çoğu kez,
gerçeklikten, yaşamın ta kendisinden, hem de kendi yaşamlarının
gerçekliğinden yola çıkarlar, esinlenirler; dahası, kimi
zaman, gördüklerini, dinlediklerini, yaşadıklarını, biri
resimlerinde, öbürü anlatılarında nerdeyse olduğu gibi
yansıtır. “Olduğu gibi”, ama bir farkla: Birinin tuvaline,
öbürünün sözlerine uçsuz bucaksız
düşgücünün tılsımlı değneği değer. Böylece,
gerçeklik, olanca olağanlığından sıyrılır; bize
gerçekliği çok daha iyi sezdiren kendine özgü bir
olağandışılığa bürünür…

       size="3">Chagall ne denli büyülü gerçekçi
ise, Garcia Marquez de o ölçüde
gerçeküstücüdür belki de…

       size="3">Evet, büyülü olan, Chagall’in
‘Damdaki Kemancıları’ değil, onları resmedişidir. Tıpkı
gerçeküstü olanın, Garcia Marquez’in anlattıkları
değil de, onları anlatışı olduğu gibi.

       size="3">Her ikisi de “yalan söylerler”, gerçeği
daha güçlü kılmak adına…

      Ki
bu da bir tür gerçeğe sarılmaktır…

       size="3">İÇTENLİKLİ  İNATÇILIKLA ILIMLILIĞI,
ORTACILIĞI REDDETMEK… 

       size="3">İçtenlikli inatçılıkla ılımlılığı,
ortacılığı reddetmeye… dedim!

       size="3">Konfüçyüs’ün, “İçtenlik ve
doğruluk tüm erdemlerin temelidir,” dediği şey; Arthur
Schopenhauer’in, “İnatçılık, iradenin kendini zihne
dayatmasının sonucudur,” sözlerindeki kararlılıkla
bütünleşirse; işte o zaman sanatı sanat olmaktan çıkaran
ılımlılık, ortacılık aşılabilir.

       size="3">Çünkü Oscar Wilde’ın, “Ilımlılık
ölümcül bir şeydir”; Horatius’un, “Azla
yetinerek yaşamayı bilmeyen, köle kalır yaşamının sonuna
dek”; Jean de la Fontaine’ın, “Eski bir nakarat değil
midir ılımlılık, kulaklarımızda çınlayıp duran, ama hep
kulaklarımızı tıkadığımız,” saptamalarıyla betimlen
ılımlılık, ortacılık sanatın düşmanıdır.

       size="3">Söz konusu bağlamda içtenlikli bir inatla
ılımlılığı, ortacılığı reddedenler örneklemek gerekirse Ruhi
Su’dan, Can Yücel’den, Caravaggio’dan, Claude
Chabrol’dan söz etmek gerekir…

       size="3">Ezgileri susturulamayan Ermeni kökenli komünist bir
yürekti Ruhi Su…

       size="3">“Ama benim memleketimde bugün/ İnsan kanı sudan ucuz/
Oysa en güzel emek insanın kendisi/ Kolay mı kan uykularda kalkıp/
Ninniler söylemesi,” diye haykıran O, komünist olduğu
için uzun yıllar yasaklı bir sanatçı olarak yaşamayı
göze alarak, diyetini hayatıyla ödemişti…

       size="3">1912’de doğan ve Ermeni tehciri nedeniyle ailesini yitiren
Ruhi Su, “Ender sanatçılarımızdandı”
face="Times New Roman" size="2">[5] diye anılmayı sonuna dek hak eden; acılarla,
çilelerle dolu yaşamı cezaevlerinde törpülenmiş bir
isyandı...

      O,
“Benim için türkü söylemek bir aşk
hâlidir: Ne onlar beni ne de ben onları aldatırım,” derken;
Refik Köksal da Ona ilişkin olarak eklemişti: “Ruhi Su,
yaşamının her döneminde büyük sıkıntılar
görmüş yurtsever bir sanatçı. Dünyaya geldiği 1912
yılından aramızdan ayrıldığı 1985 yılına kadar,
‘kaç-göç yılları’ diye adlandırılan
Birinci Dünya Savaşı, Adana Öksüzler Yurdu’nda
yaşadıkları, müzik hayatında yaşadığı baskılar, tutuklanmalar,
işkenceler ve nihayet pasaport alamadığı için ölüme
mahkûmiyeti...73 yıllık hayatında, tüm bu baskılara boyun
eğmeden onurlu bir direnişin, kararlı bir devrimcinin, üretken bir
sanatçının disiplini ile şiirde, operada, halk
türkülerini seslendirmede, toplumsal sorumluluğunu ön planda
tutan bir kişilik görüyoruz.”

       size="3">Gerçekten de Nâzım Hikmet’in şiirde
gerçekleştirdiği sanat ve siyaset ustalığını Ruhi Su da
müzikte büyük bir başarıyla hayata
geçirmişti.

       size="3">Çünkü O, ezilen, sömürülen, soyulan
halkının sesi olmayı yeğlemişti. Yunus Emre, Köroğlu,
Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal gibi halk ozanlarının yapıtları onun
sesinde ve sazında yeniden yaşam bulurken, Alevi-Bektaşi ekin ve
geleneğinin ürünleri de daha geniş toplum kesimleriyle tanışma
şansını yakalamıştı.

       size="3">Yaşamı  boyunca yılmadan sesi, sazı, türküleri ve
mücadelesiyle “Halkımın desteğini gördüğüm
için sürdürdüm ve hep bu işle yaşadım” diyen
Ruhi Su’nun, “Devrimci müzik nedir?” sorusuna
yanıtı; “Halkın özlemleridir. Ekmekten aşka kadar halk neyin
özlemini çekiyorsa odur”du…

       size="3">Özetle O Anadolu insan sevgisini ve felsefesini
türkülerle günümüze taşırken şöyle
haykırmıştı: “Benim kâbem insandır./ Kuran da kurtaran da/
İnsan oğlu insandır.”

      *
* * * *

       size="3">Can Yücel ilk anımsadığım, “Sevgi emekmiş,/ Emek ise
vazgeçmeyecek kadar,/ ama özgür bırakacak kadar
sevmekmiş...” dizeleriyle; ‘Yakın Tarih’indeki umut dolu
pırıl pırıl ışıklı, “Gün gelir bu işe millet de şaşar/
Tam kurşun işlemez deminde karanlığın/ Bir ateşböceğidir
başlar,” haykırışıyla; yine ‘Mesel’indeki “Ters
bir nota verdi Tanrı Elçisi:/ Zaptiyelerdeydi en büyük
hata!/ Denize dökünce Marx’ı, Engels’i,/ Kitaplardan
geçti balıklara da.../ Diyalektik Materyalizm illeti!../ Ne mucize,
ne ağ, ne de tırata,/ Yutmuyorlar artık!”
istihzasıdır…

       size="3">Sevdası  Güler Yücel’in, “Bizim evde
şiir pişerdi, aşk pişerdi... Harlı  bir adamla, şiir ve aşk
pişirmek kaç insana nasip olur? Düşünün ne kadar
şanslı olduğumu.” “Gitgide ona yaklaşıyorum
galiba. Bilmiyorum beni nasıl kabul edecek? Umarım iyi karşılar.
Yaşarken taşınması ağırdı. Yaşadıktan sonra o adın taşınması
daha da ağırlaştı. Bu ağırlık nereden geliyordu? Başka
türlü bir yaşam modeli örneğiydi bizim yaşamımız.
Günlük yaşamın değerleri bizim için önemli değildi.
Hiç arabamız olmadı ya da hiç kaloriferli evde oturmadık...
Doğanın içinde yaşamayı istedik,” diye anlattığı O;
şiirin isyancı, ele avuca sığmaz afacan çocuğuydu...

       size="3">Her daim genç, her daim âşık, her daim bilge...
Özgünlükte en hızlı koşan... Birikimlerde ve birikimlerden
yararlanmakta ipi en önce göğüsleyen... Eleştiri oklarıyla
kahkahaçiçeklerini sarmaş dolaş kılan... İsyanı,
başkaldırıyı, baştacı edendi...

       size="3">Evet bir şiirinde “Benim en güzel şiirim
yaşamımdır” dedi Can Yücel kendini en iyi anlatarak:
“Yaşamayı yaşamak istiyorum, demiştim,/ Neylersin ki bu damda bu
dem/ Ayaklarımla uyaklarımda zincir,/ Böyle topal koşmakla
geçiyor günlerim,/ Oysa -methetmek gibi olmasın kendimi ama-
/Yaşamım benim en güzel şiirim.”

       size="3">Evet tam da böyleydi; bunu bir kez daha teyit ederken yine Onun
‘Bi Sen Eksiktin Ayışığı’ başlıklı şiirini anımsamakta
yarar var:

       size="3">“Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,/
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra/ Sekiz saat
oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,/ Başımızda
pirensip sahibi bir başçavuş./ Niğde üzerinden Adana
Cezaevi’ne gidiyoruz.../ Bi sen eksiktin ayışığı /
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!”

       size="3">Evet buydu Can Baba; sosyalist, itirazcı ve
reddeden…

      *
* * * *

       size="3">“Aydınlığın ve karanlığın ressamı” olarak
Caravaggio (1571-1610), Barok dönem resminin en ilginç
sanatçılarındandı…

      39
yaşında ölen Caravaggio’ya zamanla kısa sanat yaşamında
yapmış olabileceğinden çok daha fazla yapıt yakıştırılmış;
hangi resmi Caravaggio’ya, hangilerinin onun izinden giden ressamlara
ait olabileceği her zaman tartışma konusu olmuştu.
face="Times New Roman" size="2">[6]

       size="3">Üretkenliğiyle Caravaggio, gençlik döneminden
başlayarak, gelenekselleşmiş kalıpları kırmaya yönelmiş, Kardinal
Francesco del Monte’nin koruması altına girdiği yıllarda bile
özellikle azizleri betimleyen resimlerinde hep alışılmışın
dışına çıkarak papalık çevrelerinin tepkisini
çekmişti. Dinsel resimlerinde sokaktan seçtiği serserileri ve
fahişeleri model olarak kullanan sanatçı, beş parasız olduğu
yıllarda bile hep dik başlı ve geleneklere karşı bir tutum içinde
olmuştu.

       size="3">Caravaggio’nun Roma’daki S. Luigi dei Francesci Kilisesi
Contarelli Şapeli için yaptığı resimlerden “Aziz Matta
ve Melek”in ilk biçimi, rahiplere o kadar ters gelmişti ki,
resmin yeniden yapılmasını  istemişlerdi. İncil yazarlarından biri
olan Aziz Matta resimde sıradan bir işçi ya da rençber
görünümündeydi. Büyük ayakları resmin
dışına taşıyor gibiydi, bacak bacak üstüne atmış olarak
oturması ise hem tuhaf hem de kabaydı. Zarafetten yoksun melek
figürü de cahil birine yol gösterircesine azizin elini zorla
kitaba doğru bastırır gibiydi. Kilise ileri gelenleri,
Caravaggio’nun sıradan bir kişiyi yüceltirken aslında Aziz
Matta’yı sokaklardan kurtaran İsa’ya
öykündüğünü kavrayamamışlardı.

       size="3">Caravaggio’nun yerleşik estetiğe ters düşen ve insanı
hayrete düşüren resimleri sanatçıları, aydınları ve
ileri görüşlü kilise önderlerini büyülerken,
pek çok tutucu kilise yetkilisi ile akademik ressamların da olumsuz
tepkisini çekmişti. Ama sanatçının başı yalnızca tutucu
yetkililerle değil, yasalarla da sık sık belaya girmişti.

       size="3">1600’de bir ressama saldırmakla suçlanan Caravaggio,
ertesi yıl bir askeri yaralamış, 1603’te bir başka
ressamın şikâyeti üzerine hapse atılmış, bir yıl sonra
da Romalı muhafızları  taşladığı için
tutuklanmıştı. 1605’te sevgilisini korumak amacıyla bir adamı
yaralamış, 1606’da bir tartışma sonucunda Ranuccio Tomassoni
adında birini öldürmüştü.

       size="3">Sanatta da hayatta da uzlaşma nedir bilmeyen Caravaggio çok
genç yaşta zatürreeden öldüğünde, ardında,
Caravaggioculuk ya da “tenebrismo” 
akımını bırakacaktı.
size="2">[7]

      *
* * * *

       size="3">Sonra da “Seyirciyi tokatlayan yönetmen” anılan
Claude Chabrol, ‘Yeni Dalga’ akımının
kurucularındandı...

       size="3">Sevin Okyay’ın, “Claude Chabrol seksen yaşında
aramızdan ayrıldı. Fransa burjuvazisi rahat bir nefes almıştır
herhâlde. Üstat onların kusurlarını yüzlerine vurmaktan
pek hoşlanırdı. Bu işi de sık sık yapardı”; Defne
Gürsoy’un, “Claude Chabrol’ün akıllardan ve
gönüllerden silinmeyecek hatırası kuşkusuz Fransız
burjuvazisini bezmeden, yorulmadan tekrarlara düşmeyerek eleştiren
bakışı olacak,” dedikleri Chabrol’ün ölüm
haberini ‘Libération’ gazetesi, “Fransa’nın
aynası kırıldı” başlığıyla verirken; eski Kültür
Bakanı Jack Lang, “Chabrol yaşamın simgesiydi”
diyordu.

       size="3">Fransız burjuvazisi ve kapitalizmini kıyasıya eleştiren,
güzel ve neşeli yaşamayı seven, mizahı gündelik dilinden
hiç eksik etmeyen Chabrol’ün eserleri uzmanlara göre
Fransız toplumunun bire bir yansımasıydı.

      24
Haziran 1930’da Paris’te dünyaya gelen Claude Chabrol bir
eczacının oğluydu. II. Dünya Savaşı sırasında ailesinin
yerleştiği Creuse bölgesinin Sardent kasabasında
büyüdü. İlk gençlik yıllarında bu taşra şehrinin
sinema kulübünde projeksiyonculuk yaparken sinemaya tutuldu. Kendi
deyişiyle “15.5 yıl hukuk, 4 yıl da babamın ısrarıyla eczacılık
fakültesinin 1. sınıfında 4 sene okuyarak” eğitim faslını
ebediyen kapattı. Paris’te Hollywood filmlerine uyduruk Fransızca
başlıklar bulmakla özetlediği Amerikan Fox şirketinde basın
ataşeliği yaparken bir yandan da film eleştirileri yazmaya
başladı.

       size="3">‘Cahiers du Cinéma’ ve ‘Arts’
dergilerindeki yazılarıyla dikkat çekecekti. Daha o tarihlerde
ustası, esin kaynağı olarak gördüğü Alfred Hitchcock
hakkında Eric Rohmer ile ortaklaşa bir kitap yazar. Dergide tanıştığı
François Truffaut ve Jacques Rivette ile çok yakınlaşır,
klasik sinemanın kurallarına aykırı bir anlayışı burada birlikte
geliştirirler. Chabrol’ün ilk eşi Agnes’e kalan bir
mirastan yararlanan genç eleştirmen bu parayla, daha sonraları Yeni
Dalga’nın açış manifestosu kabul edilecek ‘Le Beau
Serge/ Yakışıklı Serge’i (1958) çeker.

       size="3">Chabrol bir süre sonra Eric Rohmer, François Truffaut,
Jacques Rivette ve Jean-Luc Godard’dan oluşan Yeni Dalga ekibinden
uzaklaşacaktır. 1964’te evleneceği ikinci eşi, Fransız
sinemasının önemli kadın oyuncularından Stéphane Audran
fetiş aktrisi olacaktır. İçinden çıktığı ve yakından
tanıdığı, hayatı boyunca kendine konu, hedef edineceği burjuvaları
kıyasıya yerdiği, dalga geçtiği filmlerinin ciddi bir
bölümünde Audran’ı kullanacaktır. Sonraları en
büyük fetişi hâline gelecek Fransız sinemasının
küçük “büyük” kadını Isabelle
Huppert gibi.

       size="3">Sanatçının genellikle taşra eşrafının yaşamını
işlediği eserleri zaman zaman kara mizaha varan komedilerle, XIX.
yüzyıl yazarı Maupassant’ın hikâyelerini andıran
popüler ve istihzayı elden bırakmayan polisiyelerle bezenmiştir.
Angaje bir yönetmen olmadığını söylese de, her vesileyle
Fransız burjuvazisi ve kapitalizmini tam bir sosyo-psikolojik yaklaşımla
kıyasıya eleştirmişti.

       size="3">Özetle “Chabrol ne aşka inanacak kadar
‘Fransız’, ne kefarete inanacak kadar romantiktir.
Küçük burjuvalar da onun ‘insan
kötüdür’ünden paylarını
alırlar”dı;
size="2">[8] size="3"> Onu betimleyen de buydu zaten…

       size="3">YALIN İYİMSERLİĞİN UMUTLARIYLA
ÖLÜMSÜZLÜĞE İNANIP,
BAĞLANMAK… 

       size="3">Nihayet yalın iyimserliğin umutlarıyla
ölümsüzlüğe inanıp, bağlanmak…
dedim!

       size="3">Öncelikle Henry Wadsworth Longfellow’un,
“Karakterde, davranışlarda, üslupta, her şeyde en yüce
yetkinlik yalınlıktır”; Philip James Bailey’in,
“Yalınlık doğanın ilk adımıdır, sanatın ise son adımı”;
Walt Whitman’ın, “Sanatların sanatı, anlatımların en
görkemlisi, edebiyatın gün ışığı, yalınlıktır,”
saptamalarındaki üzere yalın olmak, olabilmek önemli ve ayırt
edicidir…

       size="3">Düşünceden davranışa, görmekten kavramaya yalın
olabildiğiniz kadar iyimser olabilir ve karamsarlıkla aranıza mesafe
koyabilirsiniz.

       size="3">Halen Katlar’ın deyişiyle, “İyimserlik başarıya
götüren inançtır. Umut ve güven olmadan hiçbir
şey yapılamaz”ken; karamsar, her fırsatta
güçlüğü görür; iyimser ise her
güçlükte fırsatı…

       size="3">İşte umut da, “ölümsüzlük” de
anlamı böyle bulabilir…

       size="3">Yani Terentius’un, “Hayatın olduğu yerde umut da
vardır”; Pearl S. Buck’un, “Umut olmadan ekmek yemek de
yavaş yavaş açlıktan ölmektir”; Fyodor
Dostoyevski’nin, “İnsanlığın ölümsüzlüğe
olan inancını yok ederseniz, yalnızca sevgi değil, dünyayı ayakta
tutan tüm yaşam güçleri o saat kurur gider”; Jean
Giraudoiu’nun, “Bu dünyada ölümsüz olmanın
bir tek yolu vardır: Ölümlü olduğunu unutmak,”
sözlerindeki toplumsal bilinçli inancın ne olduğunu
kavrayabilirsiniz…

       size="3">“İnanç”, o; Franz Kafka’nın,
“İnanç, giyotine benzer, onun kadar ağır, onun kadar
hafiftir”; Pearl S. Buck’un, “İnsana olan inancımın
dışında hiçbir inanca gereksinim duymuyorum,” sözlerine
yansıyan insanî bir güçtür…

      Bu
insanî gücün yani yalın bir iyimserlik ve umutla
ölümsüzlüğe inanıp, bağlanmanın en çarpıcı
örneklerini Yılmaz Güney’de, Paul Gauguin’de, Marc
Chagall’da, Frederic François Chopin’de, Jack
London’da bulabilirsiniz…

       size="3">Yılmaz Güney eğilip bükülmeyen birisi, adı ve
soyadı gibi.

       size="3">Adının anlamı çok açık, ama soyadının
anlamı da bunu bütünlüyor. Pütün, bir
dağ yemişinin kırılmaz, parçalanmaz çekirdeği
anlamına geliyor. Zorluklar ve baskılar karşısında parçalanmadan
ve her mihnete katlanarak, kendi yolunda gidiyor.

       size="3">Yılmaz Pütün’ün hikâyesi
Güney’de başlar. Ama ailenin bileşimi ilginçtir.
Siverek’ten kan davası nedeniyle göç etmiş bir baba, Muş
yöresinden Rus işgali nedeniyle göç etmiş bir anne,
Adana’nın Yenice köyünde evleniyor. Topraksızlar, baba
yetenekli, anne desen destanlarla büyümüş ve
çocuklarını da destanlarla büyüten birisi.

       size="3">Yoksulluk bir yandan, gurur ve onur diğer yandan, bir tür
kendi kendine yetme çabası, çocuklarının ise okuyup bir
gün bu illetten kurtulacağı inancı hepsi bir arada bulunuyor.
Pütün ailesinin özü “varolanla tatmin olmamak
üzerine kurulu”, dengesiz bir aile, kabına sığamıyor. Annede
ve babada isyan hâli yakın çevresiyle sınırlı kalırken, bu
isyan Yılmaz’da büyüyor ve Anadolu toprağına
düşüyor.

       size="3">Çukurova’dan İstanbul’a yazarlık,
“komünizm propagandası”ndan mahpusluk, sinema
güzergâhında Yılmaz Güney, eşkıyalıkla başlayan
hikâyesinden yeni bir aşamaya geçip, toplumcu bir kahraman, bir
yönetmen olur. Eşkıya, halkının hikâyelerinden ve direniş
destanlarından besleniyor, bu kez bir halk önderine ve halkın
içinden gelen devrimciye dönüşür.

       size="3">Yaşamı  ve mücadelesiyle Yılmaz Güney, yalnızca
Türkiye’de değil, bütün dünyada
Üçüncü Dünya’nın sinemasıyla
sözcüsü olmuş birisidir. O kadar kritik sorulara hayatıyla
ve eserleriyle yanıtlar vermiştir ki, Güney bundan sonra da bu
insanların tarihinin, direnişinin bir sembolü
olacaktır…

      O,
doğrudan aktif siyasal yaşama katıldı, yıllarca hapis yattı, bir kez
boynunu büktüğü görülmüş müdür? Bir
yandan yazılı eser verirken, öte yandan filmleri dağıttı, yazdı,
yönetti, oynadı, kurgusunu yaptı, hatta seslendirdi. Sinema işini
bütün boyutlarıyla ondan daha çok aktif bir şekilde yapan
bir başka sanatçı ismini buyurun siz söyleyin?
face="Times New Roman" size="2">[9]

       size="3">Onu en iyi anlatan şeylerden birisi de mahkemede söylediği
sözdür: “Kapitalist sistemde sermaye sahiplerinin bir sınıf
teşkil ettiğini ve nasıl bu sınıfın
tahakkümü önlenmiyorsa, ben de aksi düşünce
ile emekçi sınıfın sömürülmesine karşıyım. Ben
komünist propaganda yapmıyorum diyemem. Başarabilirsem gerçek
bir komünist olabilirim.”

       size="3">Yılmaz Güney’in hayatı bir destandır. O insanlık
tarihinin en etkileyici Eşkıyalık destanını yazdı. Eşkıyalık
hikâyelerinde halk kendisini ezen iktidara başkaldıran kişiyi korur
kollar, onu kendinden biri olarak görür, Türkülerinde ve
anılarında onu yüceltir. Yılmaz Güney gerçekten bu
hikâyelerle büyümüş birisi olarak onları
gerçekleştirmek için belirli açılardan mazbut bir
hayat süren gerçek bir devrimciye dönüşmüş
büyük bir sanatçıdır.

      *
* * * *

       size="3">Tıpkı  bir diğer
Çukurovalı gibi… Zülfü Livaneli’nin,
“Romanları şu an yaşadığımız çağı en
insanı  boyutta anlatıyor,” diye betimlediği yaşayan
“efsane” Yaşar Kemal’e gelince; 1956’dan beri Yaşar
Kemal’in fotoğraflarını çeken, yarım yüzyılı aşan
dostu Güneş Karabuda’nın, “Dilinin zenginliği ve kendine
has kalemi onun en büyük başarısı. Herkesin hayranlıkla
okumasının en büyük nedeni bu olmakla birlikte, ele aldığı
konular, olaylar o kadar vurucu ki insanlar büyük bir merakla
okuyorlar,” dediği Onun ilk şiir kitabı ‘Bugünlerde Bahar
İndi’ başlıklı yapıtını hazırlayan Güven Turan’ın,
kitabın önsözünde ifade ettiği üzere, “Yaşar
Kemal’in 1940’lardan 1970’lere uzanan bütün yazı
hayatı içinde ilkgençlik yıllarının
‘Âşık’lığını, ‘Âşık
Kemal’liğini, hiç bırakmamış”tır.

       size="3">Evet “O zaten şairdir. İlle de şiir
ölçülerinde yazanlar mı  şairdir? Onun
hikâyeleri, romanları şiirin en hasını,  şairaneliğin
en yüce örneğini taşırlar…

       size="3">Destanları, halk edebiyatını, halk şiirini bilen bir
düzyazı ustası elbet şiirde de ustalığını
gösterecekti.”
size="2">[10]

       size="3">Kolay mı? O Yaşar Kemal’dir…

       size="3">*   *    *

       size="3">“Köpeğe atılan bir kemik yardımseverlik değildir.
Yardımseverlik en az köpek kadar aç olduğunda etini onunla
paylaşmaktır...”; “Zaman bulamıyorsanız, dünyanın da
sizi dinleyecek zaman bulamayacağından emin
olabilirsiniz,”
size="2">[11] size="3"> haykırışlarıyla ve ‘Yanan Günışığı’,
‘Beyaz Diş’, ‘John Barleycorn’, ‘Uçurum
İnsanları’, ‘Deniz Kurdu’, ‘Martin Eden’,
‘Demir Ökçe’, ‘Vahşetin
Çağrısı’, ‘Elsinore’da İsyan’,
‘Yol’, ‘Atalarının Tanrısı’, ‘Kurdun
Oğlu’ (‘Kurt Kanı’), ‘Soğuğun
Çocukları’, ‘İnsanın Sadakati’,
‘Âdem’den Önce’, ‘Balık Devriyesi
Hikâyeleri’, ‘Kızıl Veba’, ‘Güney Denizi
Hikâyeleri’ başlıklı yapıtlarıyla tanıdığımız Jack
London…

       size="3">O, ‘68 Kuşağı için çok önemli bir
yazardı...

       size="3">Söz konusu geleneğin halkalarından,
güçlü yazarlarından olan Jack London, 12 Ocak
1876’de San Francisco’da doğdu.
Özgünlüğünü, yaşama sınıfsal perspektiften
bakmakla sağlayan ve Amerikan romanına ilk kez işçi sınıfının
sorunlarını sokan O, bu güçlü romancı kadrosu
içinde kendini var etmeyi başaran bir yazardır.

       size="3">Üretken bir yazar olan Jack London, imzasını attığı
romanlarının ve öykülerinin konularını kendi serüvenlerle
dolu yaşamından, yolculuklarından, görüp izlediklerinden aldı,
yazdıklarıyla toplumunun -özellikle alt kesimlerinin- yaşamlarını
aktardı. Gerçeği bulma aşkıyla dolu olan, düşüncelerini
yazdıklarında cesurca sergiledi; dünyayı kavrayışı,
düşünsel zenginliği, olanca yoğunluğu, dobra dobra, yalın
anlatımı ile güçlü ve etkileyici bir yazar
oldu.

       size="3">Asıl adı John Griffith London’dı. Evlilik dışı bir
çocuktu ve soyadını, o sekiz aylıkken annesinin evlendiği
kocasından aldı. Çocukluk yılları yoksulluk içinde
geçti; küçük yaşından itibaren gazete
satıcılığı, teknelerde tayfalık, deniz polisliği, balıkçılık
gibi işlerde çalıştı ve buralarda toplumun alt tabakalarındaki
insanları tanıyıp onların yaşamlarını gördü. Tekneyle San
Francisco körfezini dolaşıp istiridye korsanlarını izledi (Balık
Devriyesi Hikâyeleri bu serüvenin öykülerinden oluşur),
bir gemiyle tayfa olarak Japonya’ya gitti. 18 yaşındayken, 1893
ekonomik paniği sırasında yük trenleriyle Washington’a
yürüyen işsizler ordusuna katıldı, ABD’nin birçok
bölgesini gezdi.

       size="3">1894 yılında artık o sosyalist bir militandı ve
kütüphanelerde Darwin, Marx, Spencer, Nietzsche okuyarak kendini
eğitti. Bu düşünürlerin düşüncelerinden
etkilendi. 4 yıllık liseyi bir yılda bitirip California
Üniversitesi’nde kısa bir süre okudu. 1896’da
Sosyalist İşçi Partisi’ne girdi, aynı yıl partisinin Oakland
Belediye Başkan adayı olarak seçime katıldı. 1897’de okuldan
ayrılıp “Altına Hücum” döneminde Alaska’ya
giden altın arayıcılarına katıldı. Bir süre hapiste kaldı.
Döndüğünde yine yoksul ve işsizdi ve şansını yazarlıkta
denemeye karar verdi.

       size="3">Jack London müthiş bir enerjiyle yaşadı ve yazdı. 17 yılda
ilginç konularla dolu 50’den fazla kitaba imzasını
attı.

       size="3">Sosyal Darwinizme inanan Jack London’da bireycilikten
sosyalist düşünceye doğru ağır ağır ilerleyiş vardır.
İnsana karşı olan düzenlerin getirdiği toplumsal adaletsizlikler
Jack London’ın asıl sorunudur ve bunların üstesinden gelebilmek
için insan güçlü olmak zorundadır.

       size="3">Güçlü  kahramanlar Jack London’ın
belirgin özelliğidir. ‘Âdem’den Önce’de
“uzak geçmiş”i, ‘Kızıl Veba’da “uzak
geleceği” anlatır. İnsanı insan yapan uygarlık tasarımına
büyük değer verir ve uygarlık olmadığında toplumsal yaşamın
nasıl olacağını ‘olmayana ergi’ yöntemiyle araştırır.
London, uygarlığın insana getirdiklerini anlatırken bu alegorik
öyküleri aracılığıyla kendine özgü sosyalizm
anlayışını da aktarmaya çalışır.

       size="3">Özellikle ‘Martin Eden’ ve ‘Demir
Ökçe’
size="2">[12] size="3"> ile devrimci bir yazar olarak Jack London, bireysel
başkaldırı felsefesiyle ilerici demokratlıktan sosyalistliğe
geçen, kendine özgü bir edebiyat çizgisi izledi. (Dos
Passos, Upton Sinclaire, Sinclair Lewis ve John Steinbeck’in
gelişmesinde önemli etkileri oldu.)

       size="3">Ve nihayet Jack London, en çok okunan romanlarından
‘Martin Eden’ın kahramanı gibi yaşamına kendi eliyle 22
Kasım 1916’da son verdi.

       size="3">“SONUÇ”: BİR HATIRLATMA!

       size="3">Sanatın işlevi üzerinde çokça tartışma
yapılabilir hâlâ…

       size="3">Ancak bu konuda Ernst Fischer’in sözleri bize ışık
tutar: “Toplumsal işlevinden kaçmadığı sürece, sanat,
dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardımcı
olmalıdır.”

       size="3">Söz konusu saptama, sanat ile sanatçının ne yapması,
ne olması gerektiğini yeterince açıklar.

       size="3">Sanatçının, sanat yapıtına taşıdığı, taşıması
gereken toplumsal bir sorumluluk söz konusudur. Yani sanatçı,
sanatı dünyayı temsil etmenin yolu, bir toplumsal bağ, sınıfsal
mücadelede silah, insanî bir zenginlik, toplumsal bilinç
olarak kabul etmelidir.

       size="3">Bunun için bizim sanatımız, insanın insanî
niteliklerine yabancılaşmasına, yozlaşmaya karşı mücadele ederek,
onu tekrar insanîleştiren başkaldıran estetik eylemdir.

       size="3">Bu bağlamda başkaldıran sanat için (örneklerdeki
üzere), K. Marx’ın, “Bütün ölmüş
kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların
beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri,
bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni
bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile,
özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile
geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni
sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla
ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını,
kılıklarını alırlar... Yeni bir dil öğrenmeye başlayan kişi, onu
hep kendi anadiline çevirir durur. Ama ancak kendi anadilini
anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini
tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu
özümseyebilir,” sözü unutulmadan Henrik
İbsen gibi, cüretkârca haykırmalıdır: “Çoğunluk
her zaman haksızdır”!

      3
Ekim 2010 13:32:04, Ankara.

       size="3">N O T L A R

       size="2">[*] Newroz, Yıl:4, No:152, 10 Kasım
2010…

       size="2">[1] Alan White.

       size="2">[2] Cevat Çapan, Kavafis’ten
Yüz Şiir-Bir Başka Deniz Bulamazsın, Helikopter Yay.,
2010.

       size="2">[3] Leonardo da Vinci’nin
Türkçe kaynakçası: Defterler (Çev: Turhan Ilgaz,
Hil, 1992), Bilmeceler/ Kehanetler, (Çev: Samih Rifat, Sel, 2001), Da
Vinci’nin Not Defteri, (Çev: Kasım Doğan, Carpe Diem, 2006),
Paragone/ Sanatların Karşılaştırılması (Çev: Kemal Atakay,
Notos, 2007)

       size="2">[4] Joan Jara, Victor Jara-Yarım Kalan Şarkı,
Çev: Algan Sezgintüredi, Versus Yay., 2010.

       size="2">[5] Sönmez Targan,
“Ölümünün 25. Yılında Ruhi Su’yu
Anlamak”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2010, s.2.

       size="2">[6] New York Metropolitan Sanat
Müzesi’ndeki ‘Çalgıcılar’, St. Petersburg
Hermitage’daki ‘Lavtalı Çocuk’, Berlin
Gemäldegalerie’deki ‘Amor Omnia Vincit’,
‘Vaftizci Yahya’nın Roma’daki Capitoline Müzeleri ile
Corsini Galerisi ve Kansas kentindeki Nelson-Atkins Müzesi’nde
bulunan üç ayrı versiyonu, Vatikan Müzeleri’ndeki
‘İsa’nın Çarmıhtan İndirilmesi’, Roma Borghese
Galerisi’ndeki ‘Meyve Sepeti Tutan Çocuk’, Floransa
Uffizi Galerisi’ndeki ‘Genç Bacchus’ gibi
başyapıtlar, Caravaggio’nun kısa sanat yaşamının tüm
evrelerini gözler önüne serdi.

       size="2">[7] Bu yepyeni akım, aydınlık ve karanlık
alanların dramatik etkiyi arttırmak amacıyla karşıtlık oluşturacak
biçimde düzenlenmesine dayanıyordu. Koyu bir fon
üstünde verilen figürler, bir ışık demetiyle aydınlanıyor
ve oluşan ışık-gölge karşıtlığı sonucu hacim kazanıyordu.
Caravaggio’nun etkileri Rembrandt ve Velázquez gibi
büyük ustaların yapıtlarına da yansıyacak, ama onun
anlayışının en önemli temsilcisi Fransız ressam Georges de La Tour
olacaktı.

       size="2">[8] Fatih Özgüven,
“Haneke’nin Babası Chabrol”, Radikal, 16 Eylül 2010,
s.20.

       size="2">[9] “Nihat Behram ile Güney arasında
gerçek anlamda bir efendi/köle diyalektiği işledi... Tipik bir
durum olarak Behram, yurtdışına çıktıklarında, büyük
işler başarmış adam edasına büründüğünde
herhâlde yediği tokadın etkisiyle, efendisinin ‘kirli
çamaşırlarını ortaya dökmeyi’ büyük bir
marifet saydı. Ama tarihin diyalektiği burada da işlemektedir: Ortaya
dökülenler, yalnızca Behram gibi bakıldığında kirliydi.
Anlatılmayanlar, ya da ortadaki gerçek çatışmayı
derinliğine kavrayanlar için bir insanın nasıl korkunç
koşullarda böylesi eserleri üretebilmesi arasındaki mesafeyi
gösterdiğinden Yılmaz Güney’in gerçek bir
‘masal kahramanı olacak denli’ işler yaptığını, nihai
olarak ise inadını, isyanını, öfkesini, meşruiyetini, erdemini
göstermektedir. Elimizde iki seçenek var, korkunç
koşullarda üreten, yaratan ve sevilen bir sanatçı, ya da
büyük sanatçıydı ama ipe sapa gelmez bir insandı. Aklı
başında herkes için ilki geçerlidir, ikincisini yalnızca
köle ruhlulara bırakalım, onlar da kaçınılmaz bir
biçimde sanal zaferlere ihtiyaç duyacaklardır.” (Zahit
Atam, “Yılmaz Güney Gittiği Yerde Kendi Nizamını
Kuruyordu”, Birgün, 25 Eylül 2010, s.11.)

       size="2">[10] Doğan Hızlan, “Yaşar Kemal Zaten
Şairdir”, Hürriyet, 15 Eylül 2010, s.20.

       size="2">[11] Jack London, Bana Göre Hayatın
Anlamı, Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz, İmge Kitabevi, 2009,
s.103.

       size="2">[12] Demir Ökçe (1907),
emekçilerin direnişi ve yenilgisinin romanıdır. 1900’lü
yıllarının ekonomik bunalım sırasında, kapitalizmin emperyalizme
dönüşmesinden doğan toplumsal sorunlar, sendikalar, grevler,
işsizlik, açlık yıllarıdır. Devrim için her şey
hazırdır ama oligarşi de hazırlıklı, örgütlü ve
acımasızdır. Bu “oligarşik yapı”nın adıdır Demir
Ökçe. Epik, öğretici bir anlatım vardır bu yapıtta.
Faşizmin yükselişinin düşsel anlatımıdır ve Jack
London’ın siyasal tavrını belirleyen yapıtlarından
biridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder