10 Aralık 2010 Cuma

"Naipaul Olayı"nın Düşündürdükleri / Sibel Özbudun

"Naipaul Olayı"nın
Düşündürdükleri / Sibel Özbudun

       size="2">“Özgürlük her zaman

      ve
yalnızca farklı 

       size="2">düşünenin
özgürlüğüdür.”[1]

       size="3">Mutlaka farkındasınız, ama art arda sıralayınca işin
boyutları daha net çıkıyor ortaya… Bu ülkede bir
şeyleri yapmak ya da yapmamanın uygunluğu giderek dine (İslâm)
endekslenmeye başladı. Türban mı tartışılacak örneğin,
Başbakan, Şubat 2008 tarihinde ATV’nin canlı yayınında soruları
yanıtlarken buyuruyor: “Beş yıl başörtüsü konusunda
ses çıkarmadık. Hep sabır, sabır dedik. Din İşleri Yüksek
Kurulu 1980’de Kur’an-ı Kerim’den bir ayeti alıyor
şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile cahiliye devrinin bu
âdetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman kadınların
başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını,
boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine
salmalarını emretmiştir.”
size="2">[2]

      Ya
da Cemil İpekçi Mardin’de Kasımiye medresesinde bir defile mi
düzenleyecek, “50 kadar sivil toplum örgütünün
temsilcilerinden oluşan 300 kişi”, medresede toplu namaza durup,
dikleniyor: “Devletin görevi; halkın inanç, duygu ve
kültürüyle kavga etmek değil, onlara saygılı
olmaktır… İstemezük!”
size="2">[3]

       size="3">Yine Başbakan, sık sık yinelediği “Dinin
istismarı ne kadar yanlışsa, dinin toplumsal problemleri
çözmede oynayabileceği sosyal rolü görmezden
gelmek de o denli yanlıştır,”
size="2">[4]
savıyla, örneğin Kürt sorununun çözümünde
bölgede görev yapan din adamlarının aktif rol oynayacağına
ilişkin açıklamaların birbirini izlemesi…

       size="3">Hükümet üyelerinin
“Alevî açılımı”
patırtıları sürerken Diyanet’in “Cemevleri
ibadethane değildir” “fetva”sı karşısında aniden frene
basışları…

       size="3">Bugünlerde cuntacı eskisi liberallerden TKP eskilerine,
birçok yenilmiş pehlivanın hevesle sarıldığı “yeni”
bir söylem var: “Türkiye tarihiyle, İslâm’la
barışmalı!”
size="2">[5] Bu
söylem, bir yandan çeşitli düzeylerden yetkililerin
yaşamın çeşitli veçhelerine Sünni
İslâm’ın düsturları doğrultusunda
“çekidüzen” vermelerini, bir yandan da “sivil
toplum”un sokaklarda içki içilmesi, kadınlarla
erkeklerin ortalık yerde elele, kolkola dolaşması, Ramazan’da umuma
açık ortamlarda bir şeyler yenilip içilmesi gibi
“dinî hassasiyet”e müteallik konularda
“kolluk” görevi üstlenmesini perdelemekte…
“Piyasa”nın her şeye kadir olduğuna iman etmiş Yeni
liberaller (bunlara “neoliberaller” diyelim mi?) AKP’nin
“Vesayetçi sistem”e karşı yürüttüğü
kayıkçı dövüşüne kendini o kadar kaptırmış
durumda ki, yükselen sınıf “küresel Anadolu
bezirgânları”nın elinde İslâmî ideolojinin nasıl
bir yıkım silahına dönüşebileceğini umursamıyorlar
bile…

       size="3">“Naipaul hadisesi”, “entelektüel
yaşamın” da bu süreçten arî kalamayacağını
gösterdi.

       size="3">Olay malûm; 2010 yılında İstanbul’un
“Kültür Başkenti” ilan edilmesini fırsat bilip mantar
gibi biten “kültür” ajanslarından biri, “Avrupa
Yazarlar Parlamentosu”nun İstanbul’da toplanması işini
üstlendi. Düzenleyicilerin edebiyatla ilişkileri bir yana (PR
piyasasının yeni “İslâmî-liberal”, genç
“harika çocukları”ndan olduklarını
varsayıyorum
size="2">[6])
toplantıya, hangi ölçütlere göre seçildiği
(ahbap-çavuş ilişkilerinden kalkınıldığını varsayıyorum) bir
türlü anlaşılamayan bir takım Türkiyeli ve Avrupalı
yazarları davet etti. Parlamento’nun “onur konuğu” olarak
ise, Türkiye’den Yaşar Kemal, dışarıdan ise, 2001 Nobel
Edebiyat ödülü sahibi, Hint asıllı Britanyalı yazar V. S.
Naipaul çağrılmıştı.

       size="3">Parlamento’da ne(ler) mi konuşulacaktı? Ajans 2010’un
taşaronu Kült Refleks Ajans, ya da belki de organizatör Ahmet Kot,
dört tema belirlemiş: 1. Endüstrileşme, Kitlesellik ve Edebiyat;
2. Avrupa Edebiyatının Sınırlarının Yeniden Tanımlanması; 3. Dijital
Çağda Edebiyat ve 4. Edebiyat Coğrafyaları…

       size="3">Alâ… Ama galiba ‘İnsanokur
sitesinin vurguladığı, “nelerin” konuşulmayacağı daha
önemli: “Bu durumda parlamentoda şu konuların tartışılması
beklenmiyor: Kapitalizmin insanlığa ve doğaya acımasız saldırısı,
emperyalizmin dünyayı tüketim ve şiddetle boğma girişimleri,
faşizme karşı dünya halklarının ayakta kalma ve
özgürlük sorunları… Ve edebiyatta piyasacılık. Ve
medyada sermaye tekeli…”
size="2">[7]
Konuşulmayacaklara tabii bir de, son derece güncel ve yakıcı olan
anadil meselesi, bu toprakların “anlaşılmayan bir dil”i,
Kürtçe edebiyat da eklenmeli…

       size="3">Her ne hâl ise…

       size="3">İşaret fişeğini, Hilmi Yavuz ateşledi.
Zaman’ gazetesinde yayınlanan makalesinde, bu davete
verip veriştiriyordu: Naipaul, tipik bir “sömürge
aydını”ydı. “Allahlık Türk medyası, sırf Nobel
Edebiyat Ödülü’nü aldı diye göklere
çıkardığı bu ‘ehl-i salibin utanmaz
yüzü’nü tanımıyor”du. Oysa “Rana Kabbani,
Naipaul’un 1990 yılında dört İslâm ülkesine (İran,
Pakistan, Malezya ve Endonezya’ya) yaptığı gezilere dair
kitaplarından yola çıkarak bu Hintli İngiliz asilzadesinin
Müslümanlara ilişkin gözlemlerini aktarmakta”ydı. Ve
öyle anlaşılıyordu ki Naipaul’ün gözlemleri
hiç de “olumlu” değildi: Acıma,
küçümseme, onları “saf, saçma ve geri
zekâlı gibi” gösterme… İslâm, Naipaul’e
göre, “bütünüyle yararsız bir coşku uyandıran
bağnazlık dini”ydi
size="2">. Soruyordu Hilmi
Yavuz: “Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun Türkiye
temsilcileri ve bu oturumda konuşmayı kabul eden yazar dostlarımız,
Müslümanları, bunca hakareti reva görerek aşağılayan bu
adamla yan yana oturmayı nasıl içlerine
sindirecekler?”
size="2">[8]

       size="3">Sindirmediler tabii… İslâmcı basın, bu
çağrıya anında icabet etti: Okuyan-okumayan
[9] size="3"> herkes, “Naipaul uzmanı” kesilmişti: Örneğin
Yeni Şafak’ta Salih Tuna örneğin, köşe
yazısına “Bu şerefsizin burada ne işi var” başlığını
veriyor, “Lavuk diyorum; çünkü “bu adam”
Naipaul’dan başkası değil” gibi ifadeler kullanıyordu. Ahmet
Hakan ‘Hürriyet’teki köşesinde
“(…) tarihin en büyük sömürge
imparatorluğunun kucağında oturduğunu unutuyor. Yani o derece zavallı
bir ‘koloni çocuğu’ Naipaul” deyip ekliyor: Naipaul
gelirse gelsin, “yeter ki bütün bu toz duman arasında benim
‘Naipaul’dan nefret etme hakkım’ elimden
alınmasın…” Zaman gazetesi yazarlarından Ali
Bulaç da “Hiç davet edilmemeliydi” başlıklı
yazısında “hüccet getiriyordu”: “Kur’an-ı
Kerim, İslâm’ın kutsallarının alay konusu olduğu sohbetlere
katılmayı yasaklamakta, bu sohbetlere tanık olanların hemen toplantıyı
terk etmelerini emretmektedir. Yasaklanan, gayrimüslimlerle sohbet,
fikri alışveriş, seviyeli ve zihin açıcı tartışma (dünya
barışına, insanların huzur ve refahına zemin hazırlayacak müzakere
ve muarefe) veya faydalı beşeri ilişki değil, İslâm’ın
kutsallarının, (mesela Allah’ın birliği, Kur’an, Hz,
Peygamber’in şahsiyeti, sahabeler, İslâm’ın
hükümleri, inançları vb. konuların) alay konusu
olmasıdır. Bunun “hoşgörü”yle veya
“düşünce ve ifade özgürlüğü”yle
ilgisi yoktur. Belli bir edeb dairesi içinde her düşünce
dile getirilebilir, tartışılır. Ama alay, hakaret/tahkir,
küçük düşürme başka bir şeydir.
Müslümanlar eğer bu meclislerde sohbetin yönünü ve
konusunu değiştirmeyecek konumda iseler, toplantıyı terk etmeleri
gerekir. Ayet, böyle yapmayacak olurlarsa, kulaklarının bunlara
alışacağını, kalplerinin nasır tutacağını ve bunun sonunda
Müslümanların da onlara benzeyeceğini söyler
” .

       size="3">Etkinlik davetlileri arasında bulunan Cihan Aktaş ve Beşir
Ayvazoğlu, Hilmi Yavuz’un çağrısına uyup programa
katılmayacaklarını duyurdular. Aktaş, yaptığı açıklamada
“Onur konuğunun kim olduğunu Hilmi Yavuz’un yazısını
okuyunca öğrendim,” diyordu. “Her şeye rağmen edebiyat
demiyorum, edebiyat benim için çok önemli olduğu
hâlde. Doğrusunu isterseniz, onu çağıranlar da
Naipaul’u iyi tanımıyorlar gibi geldi bana. Aksi hâlde davet
ederken iki kez düşünürlerdi. Naipaul’un yazar olarak
sahip olduğu konumu Hilmi Yavuz yazısında çok güzel
anlatmış…”

       size="3">‘Taraf’ın “liberal” yazarı Rasim
Ozan Kütahyalı da bu furyaya kayıtsız kalamayıp, İslâmcı
kardeşlerinin yarımına yetişti: “İçine doğulan bir
kimlik ve kültür olarak Müslümanlardan nefret ediyor
Naipaul, yani Yahudilerden sırf Yahudi oldukları için nefret eden
anti-semitizm ırkçı hastalığı gibi bir İslâmofobya
ırkçı hastalığına sahip… Yani Richard Dawkins gibi bir
adam değil. Hem İslâm’ın hem de tüm dinlerin
entelektüel karşıtı olan Dawkins de Türkiye’ye geldi,
tutkuyla bağlı olduğu ateizmin propagandasını yaptı, basın da epey yer
verdi. Buna yönelik tek bir itiraz da okumadım
ben…
size="2">[10]

      Bu
kampanya düzenleyici ajansın da eteklerini tutuşturmuş olacak
ki, “Parlamento’nun toplanmasına birkaç gün kala,
Naipaul arandı, hakkında yazılıp çizilenler aktarılıp,
gelmemesi, ısrarını sürdürecek olursa davetin geri
çekileceği” söylenildi kendisine… Naipaul de bu
“uyarı”ya kulak verip, bilindiği üzere, İstanbul’a
gelmeyeceğini açıkladı…

       size="3">Bu, “vahim” bir olaydır. Naipaul
kötü bir yazar, tipik bir “sömürge
aydını” olabilir; bu nedenle Kraliçe’den
“Sir” unvanı, tam da 11 Eylül saldırılarının ardından
ödül komitesinden Nobel Edebiyat Ödülü almış
olabilir. Yeni türeyen ikbal avcısı İslâmcı-liberal harika
çocuklar tarafından, salt Nobel’li olduğu için,
“iddialı bir proje” olarak çağrılmış olabilir.
Hayır, kastettiğim bu değil.

       size="3">Vahim olan, bu ülkedeki herhangi bir (edebiyat, sanat, bilim,
gazetecilik, ne bileyim, filateli…) toplantıya
“İslâm’a bakışı uygun değil” diye birinin
çağrılmayışı ya da kapının gösterilmesi… Vakit,
Zaman, Yeni Şafak ya da her ne ise, yazarlarının, İslâmcı
yazar-çizerlerin uluslar arası toplantılara kimlerin
çağrılıp kimlerin çağrılmayacağını belirler hâle
gelmeleri… Ve daha da vahimi, toplantıya katılanlar dâhil
yaşamlarında İslâm’ı referans almadığını bildiğimiz
“liberal” aydınların bu konuda (biraz mırın-kırın
dışında) seslerini çıkartmayışları…

       size="3">[Nuray Mert, bu “susuş”a çok
çarpıcı bir örnek veriyor, örneğin: “Son
tartışma etrafında benim asıl takıldığım, bazı büyük
Türk demokratlarının, konunun ‘gelmesin bu gavur’ şekline
bir linç kampanyasına dönmesine ve yazarın gelmekten
vazgeçmesine karşı, bu olayı demokrasi ve fikir
özgürlüğü açısından değerlendirenler arasında
olmaması. Laik kesimde benzer bir tepki söz konusu olsa, demokrasi diye
kıyameti koparacak olan bazılarının hiç ses çıkarmaması.

       size="3">Bunlardan özellikle birinin sesinin hiç 
çıkmamasını izah etmek mümkün değil. Naipul Nobel
aldığında, Yeni Şafak gazetesinde yazan Cengiz Çandar, Naipul
hayranı yakın arkadaşı Fuad Ajami’ye gönderme yaparak,
Naipul’un bakışının Müslüman dünyayı anlamak
açısından ne kadar önemli olduğunu belirtmişti. Bununla da
yetinmeyip, konuyu Türkiye’ye bağlamıştı; ‘Yirmi birinci
yüzyılda ayakta kalmak için bizdeki ahlaksız, akılsız,
ufuksuz, iradesiz ve kafası karışıkları, içerden ve dışarıdan
kurulacak psikanaliz masasına yatırmamızın zamanı geldi’ diyordu
(21 Ekim 2001).

       size="3">Bu arada hatırlatayım, şimdilerde, Naipul’u
kışkırtıcı biçimde manşet yapan Yeni Şafak gazetesi
içinde, liberaller ile İslâmcılar kavgası vardı. Başta
Çandar olmak üzere o sırada bu gazetede yazan liberaller,
İslâmcıları 11 Eylül olayını samimi biçimde
kınamadığı için eleştiriyorlardı. Başka gazetelerden liberaller
de, 11 Eylül olayından yola çıkıp, Naipul’u
çağrıştıran Müslüman dünya değerlendirmelerine
girişmişti. Hasan Cemal, Demirel ile gittiği Pakistan gezisinde tanık
olduğu Türkiyeli Taliban’ların Türkiye’deki izlerini
sürme gereği duymuştu.
size="2">[11]
Devir öyle bir devirdi. İslâmi kesim
güçsüzdü ve neredeyse 11 Eylül’ün
hesabı bile onlardan sorulabiliyordu. Sonra işler değişti, tüm
bunlar unutuldu. Başta iktidar olanlar, güç ellerine
geçince kendilerine biat edenleri, ‘demokrasi
mücadeleleri’nde baş müttefik saymaya
başladılar
….”
size="2">[12] size="3">]

      Bu
ülkede “kamuoyu oluşturucusu” entelektüellerin
“pozisyonları”nı  politik
konjonktür üzerinden belirlemesinin gündeme getirdiği
“çap” sorunu bir yana, son dönemlerde olup bitenler,
bir şeyin altının döne döne çizilmesini gerektiriyor:
Türkiye’de bugüne dek sürdürülen
“devletçi laisizm”i eleştirmek, laiklikten
vazgeçmek değildir; olmamalıdır…

       size="3">Evet, bu ülkede Laiklik, kurucu elitin
“Batılılaşmacı” retoriğinin bir unsuru, bir baskı aracı
olarak uygulana geldi. Evet, bir Sünni İslâm kurumu olarak
Diyanet’i bünyesinde barındıran, yurttaşlığı
“Müslüman” (tercihan Sünni-Müslüman)
olma üzerinden tanımlayan, gayrımüslim yurttaşlarını her zaman
“potansiyel tehdit” olarak gören T.C. laikliği,
hiçbir zaman sözcüğün tanımına uygun bir laiklik
olmadı. Evet, yurttaşlarına verdiği kimliklerde “din”
hanesine, onlara sormaya gerek duymadan “İslâm” yazıp
ölünce dinî törenle Müslüman mezarlığına
defneden, ama ara zamanda inanç özgürlüklerine durmadan
müdahale eden bir “Laiklik”, otoriter bir
sultadır…

       size="3">Bunları  vurgulamak başka, Sünni İslâm’ın
(ya da onun verili bir yorumunun) gündelik yaşama her gün biraz
daha tasallut edişi karşısında suskun kalmak, başkadır!

       size="3">Sosyalistlerin
“özgürlük” anlayışı, “vesayetçi
rejime karşı  çıkmak” ya da
“dinle/İslâm’la barışmak” uğruna birilerinin
İslâm adına zücaciyeci dükkânına girmiş filler gibi
kırıp dökmesi, beğenmediklerine karşı linç kampanyaları
düzenlemesi karşısında suskun kalmak olamaz.

       size="3">“Özgürlükçü” ya da
“toplumsal(laştırılmış) bir laiklik”ten yana olmak,
bireylerin inanç ve ibadet özgürlüğünün
güvence altına alınmasından yana olmak kadar, herhangi bir dinin
toplumsal yaşamda sulta kurmasına, diğer dinler, inançlar, farklı
yorumlar ya da herhangi bir dine inanmayanlar üzerinde baskı kurma
girişimlerine karşı militan bir karşı duruşu
gerektirir.

       size="3">Gidişat bu gerçeği bugünlerde hiç aklımızdan
çıkartmamamız gerektiğini ortaya koyuyor…

       size="3">30 Kasım 2010 09:53:25, Ankara.

       size="3">N O T L A R

       size="2">[*] Kaldıraç, No: 116, Aralık 2010...

       size="2">[1] Rosa Luxemburg.

       size="2">[2] “Mahkeme Erdoğan’ın 12
Açıklamasını Delil Saydı”, Radikal, 25 Ekim 2008,
s.4.

       size="2">[3] Nezir Güneş, “Cemil
İpekçi’nin Medrese Defilesi Toplu Namazla Protesto
Edildi”, Radikal, 22 Eylül 2010, s.8.

       size="2">[4] İsa Yazar, “Sosyal Problemlerin
Çözümünde Dinin Rolü Göz Ardı
Edilemez”, Zaman, 13 Ekim 2009, s.13.

       size="2">[5] TKP’nin eski yöneticisi, ‘Yeni
Demokrasi Hareketi’ kurucularından Zülfü Dicleli Neşe
Düzel ile söyleşisinde diyor ki: “Sol baştan beri, Fransız
Devrimi’nden beri, din düşmanı oldu. Dini, gericiliğin
kaynağı olarak gördü. Elbette gericiler dini hep kullandı o
ayrı bir sorun ama... Bu ülkede halkın yaşadığı bir din, bir
İslâm kültürü var. Bu, onun yaşam tarzı. Sol bunu
karşısına almak yerine, onunla temas içinde olmak zorunda. (Sol,)
İlk önce dinin gericilik kaynağı olduğu saçmalığından
vazgeçmeli. Din bir yaşam tarzıdır. İslâm
kültürü bizim kültürümüzdür. Halkın
diniyle, yaşam tarzıyla arana mesafe koyduğunda, halk seni ciddiye
almıyor. Sol bugün namaz kılanı, türban takanı, oruç
tutanı gerici görüyor. Oysa bunlar insanların sosyal ilişki
biçimleridir, ritüellerdir. Bunların karşısına
geçmenin anlamı yok.” (Zülfü Dicleli, “Şimdi
İslâmcı Kesim Bölünecek”, Taraf Gazetesi, 20-21
Temmuz 2009).

       size="2">[6] İşte “Yazarlar Parlamentosu”
düzenleyicilerinden 2010 Ajansı ve Parlamento’nun
organizatörü İslâmcı yazar, Türkiye Yazarlar Birliği
İstanbul Şubesi Başkanı Ahmet Kot hakkında geçen yıl
Hürriyet gazetesinde çıkmış bir haber. Biraz uzunca, ama
okumaya değer:

       size="2">“2010 Ajansı, İstanbul’u Avrupa Kültür
Başkenti olmaya hazırlamak amacıyla kurulmuştu. Ancak geçen
sonbahardan bu yana birbiri ardına patlayan skandallarla sarsılmaktan
çalışmaya vakit bulamadı. Önce 5 milyon TL’lik
Boğaziçi Festivali’nde çakma sanatçıların
sahneye çıkarıldığı anlaşıldı, ardından İstanbul camilerine
15 milyon TL’lik Uşak halısı döşenmesi projesinin şartnamesiz
işleme konduğu gündeme geldi. Yürütme kurulu ve genel
sekreterlik arasında yaşanan gerilim çatışmaya
dönüşüp, ajansta yaşanan tuhaf olaylar dışarı
sızdırılmaya başlandı.

       size="2">İşte bu dönemde neler duyduk, neler. Yöneticilerin
elektronik imzalarını kullanarak bankalardan promosyon otomobil isteyenler,
babasının ölüm ilanlarını ajans bütçesinden
gazetelerde yayımlatanlar, her fırsatta business class biletle kıtalar
arası inceleme gezilerine çıkanlar...

       size="2">Şubat sonunda Yürütme Kurulu Başkanı Nuri
Çolakoğlu, dört kurul üyesiyle birlikte “kan
uyuşmazlığı” nedeniyle istifa etti. Başbakanlık Teftiş Kurulu
Başmüfettişliği görevindeyken, 2010 Ajansı’ndaki
işlemleri kontrol etmesi için atanan Genel Sekreter Eyüp
Özgüç de görevinden alındı. Nedeni
açıklanmadı. Kimileri basına izinsiz demeç verdiği
için, kimileri Yürütme Kurulu’ndaki İTO Temsilcisi
Şekip Avdagiç’in üzerine yürüdüğü
için ipinin çekildiğini söylüyor.

       size="2">Nihayet, bir hafta önce Yürütme Kurulu
Başkanlığına Şekip Avdagiç’in, Genel Sekreterliğe Yılmaz
Kurt’un atanmasıyla ajansta sular duruldu. 2010’a sekiz ay kala,
yeni ekip zorlu bir görevi devraldı.

       size="2">Gelin görün ki, yeni atamalar da 2010 Ajansı’nın
üzerindeki bulutları ortadan kaldırmadı. Çünkü yeni
kadronun geçen cumartesi düzenlediği basınla buluşma
toplantısından bir gün sonra yeni bir skandal patlak verdi. 2010
Ajansı Edebiyat Yönetmenliği’ne yeni atanan Ahmet Kot’un,
2004’te eşinin şirketi üzerinden Kültür
Bakanlığı’na bir kitap hazırlarken usulsüz işlemlere
karıştığı, şirketin ihale yasaklılar listesine alındığı ortaya
çıktı. Skandalı ortaya çıkaran CHP Yalova Milletvekili
Muharrem İnce oldu. 2010 Ajansı’yla ilgili TBMM’ye soru
önergesi vermekle yetinmeyen İnce, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Teftiş Kurulu’nun Ahmet ve Hatice Kot hakkında
hazırladığı raporu, Meclis Genel Kurulu’nda okudu.

       size="2">Raporda inanılmayacak ayrıntılar sıralanıyor. Kültür
ve Turizm Bakanlığı’ndaki bir tanığın ağzından anlatılıyor
olaylar. Ahmet Kot, eşi Hatice Hanım’la 2004 Kasım’ında bir
gün mesai saatinin sonuna doğru bakanlığa gitmiş. Eşinin adına
kayıtlı Yazıevi İletişim’in, bakanlığın İlhan Berk’in
anısına düzenleyeceği gecede kullanılabileceği bir kitap
hazırladığını söylemiş. İlgili birimin müdürü,
rapordaki tanık bürokratı çağırmış. Durumu izah edip
“Kendisine yardımcı olacağız, ihalenin sorunsuz tamamlanmasını
istiyorum” demiş. Bizim bürokrat Kot’a kaç ayrı
firma adına teklif mektubu vermesi gerektiğini, aralarındaki fiyat ve
içerik farklarını anlatmış. Buna rağmen, iki hafta sonra
Yazıevi’nden bakanlığa üç ayrı firma adına fakslanan
teklif mektuplarında hata bulununca, müdürün talimatıyla
yeniden arayıp, hataların düzeltilmesini sağlamış. Nihayet ihale
tamamlanmış. Komisyonun kararı Kamu İhale Kurumu’ndan onanmadan iş
41 bin TL’ye Yazıevi’ne verilmiş. Anlaşmayı eşi adına Ahmet
Kot imzalamış. Ayrıca İlhan Berk’e Saygı Gecesi için afiş,
davetiye basımı karşılığında 13 bin TL’lik işi de Yazıevi
almış.

       size="2">Müfettiş  raporuna göre, ihale
danışıklı döğüş yapılmış. İhale Kanunu’nun
dört maddesi ihlâl edilmiş. Kitaba ödenen ücret
bakanlığın Döner Sermaye İşletmesi’nce verilen fiyattan
yüzde 231 fazla! Dahası proje için Yayın Değerlendirme
Kurulu onayı alınmamış.

       size="2">Şimdi merak ediyorum. Acaba Ahmet Kot, 2010 Ajansı’na
edebiyat projeleri sunanlara, Ankara’da bakanlıkta kendisine
öğretilenleri öğretecek mi? Yoksa bu bilgileri kendisine mi
saklayacak?” (“İstanbul 2010’da son olay,
Hürriyet, 26.04.2009. href="http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=11514274"
target="_blank">http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=11514274)

       size="2">[7] “Naipaul’e Karşı Linç
Kampanyasının Perde Arkası”,
href="http://www.insanokur.org/?p=22939" target="_blank"> size="2">http://www.insanokur.org/?p=22939 face="Times New Roman" size="2">.

       size="2">[8] Hilmi Yavuz, “Avrupa Yazarlar
Parlamentosu’nun Onur Konuğu Naipaul’ü Tanıyalım”,
Zaman, 17 Kasım 2010.

       size="2">[9] Bu arada Hilmi Yavuz’un da
Naipaul’ü okumayıp, hakkında Rana Kabbani’nin dediklerini
aktardığı da sıkça dile getirilecekti!

       size="2">[10] “Naipaul’e Karşı Linç
Kampanyasının Perde Arkası”,
href="http://www.insanokur.org/?p=22939" target="_blank"> size="2">http://www.insanokur.org/?p=22939 face="Times New Roman" size="2">

       size="2">[11] Milliyet, 16 Eylül 2001.

       size="2">[12] Nuray Mert, “Naipaul Kavgası ve
‘Demokratlar’…”, Hürriyet, 27 Kasım
2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder