14 Mayıs 2010 Cuma

Kızıldere "Son" Değil; Her Daim Başlangıç!

Kızıldere "Son" Değil;
Her Daim Başlangıç!

TEMEL DEMİRER

 
"Onlar ki her an
yanıbaşımızda
Ne kaçtılar ne
göçtüler uzaklara
Dalgalarla tüllenen
kıyılarımızda
Baharımızda yazımızda
Biz oldular
Karıştılar
kalabalığımıza…"
size="2">[1]
 
Stefan Zweig, "İnsanlığın
büyük kahramanlıklarında hep inanılmaz bir şeyler vardır,
çünkü ortalama dünyevi ölçülerin
çok üzerindedirler; ama insanlık kendine olan inancını
onların inanılmaz başarıları sayesinde geri
kazanır,
" derken; bundan 38 yıl önce, 30 Mart
1972'de, Tokat
'ın Niksar ilçesine bağlı
Kızıldere köyünde katledilen ON'ları anlatır
sanki…
ON'lar sadece kendileri değil;
iyi-güzel-doğru olan her şeydi; hepimizdi…
ON'lar, hepimizdi, bitmedi! Mart ayının
21'inde Dehak'(lar)a karşı başkaldıran Mazlum'la, Kemal
Pir'le, Ferhat ve ötekilerle Newroz'dular…
ON'lar, 8 Mart'tılar…
13 Mart'ta idam edilen üç
TKEP'li; Seyit Konuk, Necati Vardar, İbrahim Etem
Coşkun'dular…
16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesinde
bombalanıp, taranarak katledilen yedi devrimci
öğrenciydiler…
Yine 16 Mart 1988'de Halepçe'de
kimyasalla boğularak hunharca katledilmiş katledilen 5.000
Kürt'tür…
12 Mart 1995'de Gazi Mahallesi'nde bir
kahvehanenin taranmasının ardından çıkan olaylarda katledilen
16'lar (Halil Kaya-Mehmet Gündüz-Zeynep Poyraz-Fadime
Bingöl-İsmihan Yüksel-Ali Yıldırım-Dilek Sevinç-Reis
Kopal-Fevzi Tunç-Mümtaz Kaya-İsmail Baltacı-Hasan Pugan-Hasan
Sel-Sezgin Engin-Dinçer Yılmaz-Hasan Gürgen) ve yaralanan
yüzler şahsındaki direniştir…
Gazi katliamının üçüncü
gününde, yani 15 Mart'ta katliamı protesto eden
Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde otomatik silahlarla taranıp
katledilen Genco Demir, Hakan Çubuk, İsmihan Yücel, İsmail
Baltacı, Hasan Puyan ve Yaşar Aydın'dılar…
Nihayet 139 yaşındaki Paris
Komünü'ydüler…
Ve vurgulayalım: Mülksüzleşen
mülksüzleştiriciler, Paris Komünü karşısında dehşete
düşmekte haklıdırlar; çünkü Friedrich
Engels'in, "Paris Komünü proletarya
diktatörlüğü" dediği 1871 isyanı "Toplumsal
Devrimin Şafağı"ydı…
 
KIZILDERE NEDİR?
 
Aşka hayata, isyan ve devrime dair her şeyi kucaklayan
ON'lar, radikal sosyalizme inançları, kararlılıkları ve
dayanışma bilinçleriyle devrimci sosyalist hareketin onurlu
tarihinde, yol gösteren yerlerini aldılar…
Kızıldere Katliamı, Türkiye sermayesinin ve
devletinin, devrimcilerin kararlılığından ve dayanışmasından duyduğu
korkunun bir göstergesiydi.
Katliam, Türkiye kapitalizminin, devrimcileri
ezmede, ülkenin sosyal yapısını emekçiler aleyhine
dönüştürmede daha da pervasızlaşabilmesinin önemli
adımlarından birisini oluşturdu. Bu sürecin son durağı bilindiği
üzere 1980 askerî darbesi olacaktı.
Bir diğer ifade ile Kızıldere katliamı Türkiye
kapitalizmi için İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan
sürecin 1980'lerde (ve sonrasında) mantıki sonuçlarına
ulaşabilmesinde önemli rol oynadı.
Malum, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından,
1950'ler boyunca, Türkiye'de, bir yandan ABD'den
aktarılan kaynaklarla, ticaret sermayesinin, yani tüccar ve
büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu bir yapıdan, sanayi
sermayesine dayalı birikim sürecine geçişin şartları
oluşturuldu bir yandan da TSK, ABD ordusuna benzer bir yapıya
büründürüldü. Aynı dönemde, onlarca subay ve
sendikacı, ABD'de komünizmle mücadele ve sınıf uzlaşmacı
sendikacılık eğitimine tabii tutuldu.
27 Mayıs askerî darbesi ile başlayan
1960'larda, bir yandan sanayi sermayesine dayalı birikim süreci
hızlandı, diğer yandan da, kırdan kente göçün etkisiyle,
işçi sınıfı sosyolojik ve politik bir aktör olarak
varlığını daha fazla hissettirmeye başladı. 1963 Kavel direnişi, 1964
Sungurlar Kazan Fabrikası Grevi, 1965 Kula ve Yün Mensucat direnişi,
1966 Paşabahçe grevi, 1967'de DİSK'in kurulması, 1969
Demir-Döküm ve Gamak direnişleri ve 15-16 Haziran 1970
ayaklanması, işçi sınıfı mücadelesinin önemli
örneklerini oluşturdu.
1965 seçimlerinde Meclis'e 15 milletvekili
gönderen ve parlamenter taktiğinin önü AP ve CHP
işbirliğiyle seçim sistemini değiştirilerek kapatılması sonucu
ve 1969'da tek milletvekiliyle Mecliste kalan TİP'in
parlamentarizm ısrarını benimsemeyen devrimciler "öz
örgüt" arayışına girmişti.
DEV-GENÇ'in kitlesel mücadeleleri
içinden doğan TİKKO, THKO ve THKP-C gibi örgütlerin
işçiler, köylüler ve gençlik içerisinde
etkinlik kazanmaya başlaması, örgütlülük sağlaması,
dahası devrim düşünü gerçek yapmaya soyunması ise
sosyalist hareketteki devinmenin işaretleri idi.
Sermayenin ve devletin, yükselen sınıf hareketine
ve sosyalist harekete cevabı gecikmedi. Devlet destekli, faşist komando
kampları ve Komünizmle Mücadele Dernekleri görevlerini ifa
etmeye, devrimciler üzerinde terör estirmeye çoktan
başlamışlardı. 1969 Kanlı Pazar'ı ve ardından Taylan
Özgür'ün öldürülmesi bunun en önemli
göstergesiydi.
Öte yandan, devletin sermaye sınıfının
ihtiyaçlarına dönük önlemleri faşist saldırılarla
sınırlı kalmadı. Birincisinden farklı olarak İkinci ve
Üçüncü Kalkınma Planları'nın özel
sektörün ihtiyaçlarını dikkate alan bir şekilde
hazırlanması bunun ilk göstergesi idi. İkinci ve daha kanlı olanı
ise 12 Mart 1971 tarihinde gelen muhtıraydı.
Muhtıranın hemen ardından yakalanan Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararının parlamentoda
onaylanması üzerine Deniz'lerin idamını engellemek için
THKP-C üyeleri Mahir Cayan, Ertuğrul Kürkçü,
Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan ve Ahmet Atasoy, THKO
üyesi Cihan Alptekin Ünye'deki NATO radar üssünde
görevli iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyeni kaçırarak
THKP-C üyeleri Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet
Alp ve THKO üyesi Ömer Ayna'nın daha önceden
yerleştikleri Tokat'ın Niksar ilçesi, Kızıldere
Köyü'ne geçtiler.
İşkenceli sorgulamalarda aldıkları istihbarat sonucu
köye askerî yığınak yapan güvenlik güçleri,
devrimcilerin saklandıkları yer ile ilgili bilgi almak için köy
muhtarının kapısını çaldığında, devrimcilerin muhtarın evinde
saklandığı öğrenildi. 11 genç devrimciye karşı binlerce
asker ile evin çevresi sarıldı. Dönemin Başbakanı Nihat
Erim'in, "yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne
çıkar" ifadesinin de gösterdiği gibi, devletin niyeti
çoktan ortaya konmuş durumdaydı. Devrimciler ise, ölmek
pahasına teslim olmayı reddettiler. Güvenlik güçlerinin,
makineli tüfekler, havan topları ve bombalarla
gerçekleştirdiği saldırı saatler sürdü, 10 devrimci
hayatını kaybetti, bombalamadan kurtulan Ertuğrul Kürkçü
ise ertesi gün yapılan aramada sağ yakalandı.
Dönemin Başbakanı Nihat Erim'in, yakın
dönemde yayınlanan günlüklerinde itiraf ettiği gibi,
çatışma sonrasında sağ yakalanan devrimciler olmuş, ancak
güvenlik güçlerince
öldürülmüştü.
Ve darbelerle hesaplaşıldığı "iddia"
edilen Türkiye'de, Kızıldere'nin failleri hâlâ
yargı önüne çıkarılabilmiş değil. Ancak
"onlar", devrime olan inançları, kararlılıkları ve
devrimci dayanışma bilinçleriyle Türkiye sosyalist hareketinin
onurlu tarihinde yerlerini çoktan almış durumdalar. size="2">[2]
 
KIZILDERE'NİN DEVRİMCİ ANLAMI
 
30 Mart 1972 Kızıldere'si, toplumsal tarihimizde
unutulmayan bir yere sahiptir. Toplumsal belleği zayıf coğrafyamızda 30
Mart 1972 Kızıldere'sinin unutulmamasının nedenleri üzerinde
düşünmemiz gerekir.
Gerçekten de nedir Kızıldere'nin anlamı,
"sihri"?
Kızıldere, yoldaşları için canlarını ortaya
koyma fedakârlığı, cüreti ve sorumluluğudur…
Bu radikal sosyalistleri, sosyalist yapan değerlerin ne
ve ne pahasına olduğunun somut ve doğrudan kanıtıdır.
Ayrıca Kızıldere, darbeye, emperyalizme ve
kapitalizme karşı bir isyandır…
Devrimcilerin iktidara-düzene karşı
çıkışıdır...
Toplumsallaşmış militan bir umuttur…
En önemlisi de, "geleneksel soldan bir
kopuş" olmasıdır!
Bugün 1971'in, Kızıldere'nin,
İbrahim'in, Deniz'in, Mahir'in hâlâ
güncel olmasının anlamı, düşünce ve duruşlarıyla tarihte
nakşettikleri izlerdedir…
Düzen içi olmayan ON'ları, ödlek
liberallerin, düzen içi duruşların anlaması mümkün
değildir; iktidara karşı cepheden bir karşı çıkış, alternatif
olarak ON'lar, egemenlerle uzlaşma ve kapitalist düzene
teslimiyetten topyekûn kopan radikal sosyalizmdir…
Bu gerçekliği, Selahattin Erdem gibi, "12
Mart 1971 Askerî Darbesi, sol veya radikal demokrasiye karşı
geliştirilen bir darbeydi. Deniz Gezmiş, Mahir Cayan ve İbrahim
Kaypakkaya'nın temsil ettiği gerçek sol demokratlar ezilerek,
yerine sahte sol demokratlar geçirildi…
Genel ve gerçek bir demokrasi hareketini en
geniş güçlerin birliği temelinde yaratmayı bilmek gerekir.
Darbenin kırkıncı yılında sol (radikal) demokratların kesin hedefi bu
olmalıdır. Askerî darbelere karşı demokrasinin zaferi böyle
sağlanır. Başta Deniz, Mahir ve İbrahim olmak üzere tüm
demokrasi şehitlerinin anısı da ancak böyle yaşatılır," size="2">[3] diyen bir yanılgı temelinde
kavrayamayız.
Çünkü ON'lar
"demokrasi" değil, "devrim şehidi"dir!
Çünkü ON'lar
"demokrat" değil, "devrimci"dir!
Nihayet onların bizlere gösterdiği yol bugün
de, "Hâlâ Tek Yol Devrim"den başka bir şey
değildir…
Evet, evet Kızıldere devrimci tavır ve devrimciliğin
ne olması gerektiğinin özetidir!
Mahir Çayan'lar devrimciydi, Deniz
Gezmiş'ler devrimciydi, İbrahim Kaypakaya'lar devrimciydi...
ON'lar bizden ölüm yıldönümlerinde kendilerini
anımsamamızı istemediler. ON'lar, kendileri adına bizden
hiçbir şey istemediler…
Devrimciliğin ne olduğunu, nasıl olduğunu yaşayarak
ortaya koyan ON'lar bizlerden sadece, "Açkı tartiç
uni, Nayvadzkı triçk"[4]
diyen Ermeni Atasözü'ndeki üzere görmemizi,
kavramamızı istediler…
Devrimi sevmeden, onun için her şeyi göze
almadan yani devrim olmadan devrimci olunamayacağını
anımsattılar…
Devrim, devrimcinin cüretini "olmazsa
olmaz" kılar; bunu kavramayan, göze almayan devrimci
olmaz…
Devrimi istiyorsak, onu sadece sevmekle yetinmeden, ona
sınırsızca emek vermeliyiz; varlığımızı devrime
adamalıyız…
Oysa devrimcilik, Kızıldere gibi bir bağlanmadır;
yanıtı Kızıldere gibi çok nettir…
Bu bağlamda devrimci, statükoya teslim olmayan,
bağlanmayan; statükoya tabi olmadan devrimci gerçeği
üretendir.
Kolay mı? Statükoya bağlı olan, mümkün
olan mücadeleyi sürdürendir; V. İ. Lenin'in, 'Ne
Yapmalı?'daki deyişiyle, "Mümkün olan
mücadele... kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran,
sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir…"
Evet devrimci, Kızıldere gibi, kendi gerçeğini
statükoya dayatandır; tıpkı Mahir Çayan'ın şu
sözlerindeki gibi:
"Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır,
sarptır. Kurtuluşun bayrağı, bu yolu tırmanan gerillaların bayrağı
birbirine iletmesi ile oligarşinin burcuna dikilecektir. Her engebede
düşen gerillaların kanı, devrim yolunu kızıllaştırır,
aydınlatır... Düşenler geride kalmazlar. ON'lar; emekçi
halkın kalbinde, ruhunda ve bilincinde devrimin önder ve itici
sembolleri olarak yaşarlar... Ve onlar; liderdirler, liderler devrim
savaşında masa başında oturmazlar, bu savaşta ön safta
savaşırlar... Düşenler devrim için, devrim yolunda vuruşarak
düştüler... Kalbimize, ruhumuza ve gönlümüze
gömüldüler...
ON'lar; kurtuluşa kadar savaş şiarını, devrim
yoluna kanlarıyla yazdılar... Yolumuz, devrim yolunda düşenlerin
yoludur..."
Bu elbette kolay değildir!
Spinoza'nın, "Özgürlük,
zorunluluğun bilincine varmaktır"; K. Marx'ın, "Tarihi
yapan insandır"; Aeschylus'un, "İnsan, acı
çekerek öğrenir"; Yılmaz Güney'in, "Bir
köle olarak yaşamaktansa, bir özgürlük
savaşçısı olarak ölmek daha iyidir"; Sokrates'in,
"Doğru bilgi, doğru eylemi gerektirir"; Ovidius'un,
"Cesaret her şeyi fetheder; gövdeye bile güç verir.
Cesaret, bütün silahlardan üstündür,"
uyarılarının bilincinde olmayı gerektirir…
Liberallerden "sivil toplumcular"a bilumum
döneklerin, yılgınların anlamadığı, anlamak istemedikleri tam da
budur…
Evet şimdi "Taraf"ında AKP
"demokratlığı" yapan Ahmet Altan'ın, 'Sudaki
İz'in de, "Hepimiz düşler kurduk, herkes düşler
kur­du. Ne düşler hem de, ne büyük düşler...
Yıllarca besleyip bü­yüttük düşlerimizi,
düşlerimiz uğruna yaşamlarımızı bile feda ettik. Ama
düşbozumu zamanı şimdi. Uğruna gençliğimizden
vazgeçtiğimiz düşler iyi hasat vermedi. O kadar besleyip
bü­yüttük, şimdi bir de bakıyoruz hepsi ezilmiş,
parçalanmış, kav­rulmuş, yok olmuş, düşlerimizin hepsini
kaybetmişiz," demesi bundandır...
Ya da Murat Belge'nin, "…
'Önder' olan kişiler, zor kişiliklerdir. İnatçı,
sert, tavizsiz vb. olurlar, önder olmak için öyle olmaları
gerekir," palavrası…
Veya Hadi Uluengin gibi, "NATO'ya
e-v-e-t!"[5] demeleri…
 
"SOL(SUZLUK)"U DURUMU
 
Hepimize "Miyapanutyunı parikneri mayrin e,
anmiyapanutyunı dzınum e charikner," size="2">[6] diyen Ermeni atasözünü
anımsatan Kızıldere pratiği aynı zamanda yoğun liberal ve ulusalcı
etkiler altındaki "sol(suzluk)"u durumunun da köklü
bir eleştirisidir.
"Sol" üzerine, "ezber bozma
ezberi"yle ahkâm kesilmesinin moda olduğu bugünler,
hepimize sunulan aslında "Birer tutam Habermas, Polanyi ve Keynes
bulamacı"ndan[7] başka bir şey
değildir…
Gerçekten de "İşçi sınıfının
sorunları, hayati önem taşıyor ve acil çözüm
bekliyor. Gerçek solculuk ve devrimcilik, bu ülkedeki hakkı
yenen, ezilen ve özgürlüğü kısıtlanan bütün
toplumsal kesimleri ayırt etmeksizin savunmaktır. Sivilleşmeden ve farklı
renklerin özgürlüğünden yana olmaktır," size="2">[8] veya "Türkiye demokrasi
mücadelesinde hayati bir dönemeçte duruyor. Nicel
gücünden ve geleceğinden ayrı olarak solda her partinin, her
oluşumun, her çevrenin askerî darbelere, askerî vesayete
karşı sivil demokrasiden yana ses vermesi"nden size="2">[9] söz eden sol liberaller,
"militarist vesayet devleti"ni etkisizleştirdiğini
düşündükleri ABD ve AB destekli AKP programını
onayladığı; kapitalist devletin sınıfsal (ve emperyalizmin
işbirlikçisi) özüyle ilgili temel bir farklılığa
tekabül etmeyen dalaşmada AKP'yi "ehveni şer",
karşısındakileri devletin kendisi olarak gören zihniyet, nihai
kertede "sivil"-"demokrat" atfettikleri AKP'nin
yanında yer almaktadır…

Örneğin 'Zaman' gazetesinin
"çok iyi bir dansçı, koreograf; aynı zamanda bir
aktivist. Darbe ve savaş karşıtı birçok eylemde en önde
yürüyenlerden, sözcülük yapanlardan biri o,"
diye takdim ederek; "Başbakan'a bir teşekkür yazısı
kaleme alıp Taraf'ta yayınladınız. Teşekkür yazısı yazmak
fikri nereden çıktı?" sorusunu yönelttiği Zeynep
Tanbay'ın verdiği yanıttaki üzere:
"Teşekkür ettim, çünkü
Kürt açılımında AKP'nin ve Başbakan'ın tavrını
doğru buluyorum. Bir şey doğru yapılıyorsa onun yanında durulmalı,
destek verilmeli. Türkiye'de en büyük sorunlardan biri
kutuplaşma. İyi ve doğru bir şey yapılsa da karşı çıkılıyor.
Bu tutumdan çok sıkılıyorum. Hiçbir örgüte,
cemaate ait değilim. Ben özgür bir insanım. Başbakan'a
teşekkür ederek tamamıyla insandan, insan haklarından, barıştan
yana tavır aldım. Hem de beklemeden, anında..." size="2">[10]
"Açılamayan açılımın kurt
kapanına dönüştüğü" bu günlerde Zeynep
Tanbay, şu hızlı değişen "değerler borsası"nda bu
dediklerini anımsıyor mu hâlâ?
Liberallerin temel özelliği amorf ve unutkan
olmalarıdır; tıpkı, "Roman Açılımı'nda
yüzünde o insani, sevecen ifadesiyle eğlenen Başbakan'ın
vicdanından kuşkulanamayız," diyen Cengiz Çandar'ın
izansızlığındaki, vicdansızlığındaki üzere…
Neo-liberaller yüz kızartıcı yanılgı ve
vazgeçişlerini çabucak unutan "balık hafızalı"
omurgasızlardır!
Mesela, mesela "Uzun bir süreden beri,
CHP'nin sol parti sayılamayacağını düşünenlerdenim...
Türkiye'nin halkçı, özgürlükçü,
demokratik, AKP'ye solun evrensel değerleri açısından
muhalefet eden, Avrupa Birliği (AB) standartlarında bir ülke arzulayan
bir sol partiye duyduğu ihtiyacı çok uzun zamandan beri dile
getiriyoruz," diyerek "solu" AB'nin Kopenhag (yani
piyasa ekonomisi) standartlarına eşitlemeye kalkışan Oral
Çalışlar gibi…
Hani, "Kendini AK Parti ile ulusacılara
'eşit mesafede' tanımlamak, 'sol duruş'un ve
tarafsızlığın temelini oluşturuyor. Bu kesimlerin 'bak ben herkese
aynı uzaklıktayım' diyerek kendilerine bir misyon biçme
eğiliminde olduklarını da gözlemliyoruz. Bu tavırı benimseyenler,
'yesinler birbirlerini' gibi üstten bakan ifade
biçimlerine de eğilim gösterebiliyorlar.
'İki tarafa eşit mesafede' olmak ne anlama
geliyor? Böyle bir mesafeli duruş ne kadar reel temellere
oturtulabilir? (…)
Tayyip Erdoğan, Kürt sorununun
çözümü konusunda bir 'açılım'
yapmak isteyince, buna nasıl yaklaşacağız? 'Hayır' mı
diyeceğiz? 'Bunlar bunu yapamaz, ya da bunlar yapacağına hiç
olmasın daha iyi' değerlendirmesinde mi bulunacağız? Alevi
açılımı yapmak istediğinde, 'istemezük' tavrı
içine mi gireceğiz?" şaşkın sorusunu dillendiren Oral
Çalışlar'dan söz ediyorum…
Ama bir dakika, gerçekten de, "Tayyip
Erdoğan'ın, Kürt sorununun çözümü
konusunda bir 'açılım' yapmak istediği" bir yalan
ya da liberal körlerin dileğinden başka bir şey midir ki?
Sözünü ettiklerimiz böylesi bir
körlükle; devrimci hareketin tarihinden koparak; "yeni bir
sol"un çağrısını, Ufuk Uras'ın ağzından,
"Yeni bir kurucu idare, yeni bir sayfa, birey merkezli bir tür
adalet ve vicdan hareketi diye tarif ettiğimiz, var olanlardan yola
çıkan ama bunları aşan birey merkezli bir hareket, işin
büyüsü. Partileşme konusunda kararlıyız," diyerek
yükseltiyorlar…
E. Fuat Keyman'ın, "CHP, giderek merkez
sol, hatta merkez partisi olma niteliğinden uzaklaşıyor, esneklik ve
değişim kapasitesi taşımıyor. CHP, AKP'ye siyasi rakip
olamıyor," düşüncesini yüksek sesle dillendirdiği
koordinatlarda, "Yeni parti girişiminin temel…
gerekçesi, 'CHP'nin giderek milliyetçi bir
yönelime girmesiyle sosyal demokraside olan boşluğu doldurmak'
uzun başlığı altında özetlenebilir." size="2">[11]
Bu elbette yeterli olmasa da,
böyledir…
Örneğin Ömer Laçiner'in,
"Tekrar düşünmenin başlangıç notları" size="2">[12] türünden "kocaman"
lafına; ondan aşağı kalır yanı olmayan, "…
'Sosyalist hareket'in son intihar girişimi devrimci inkâr
suretiyle feci şekilde can verdi," size="2">[13] saptamasıyla eşlik eden Ümit
Kıvanç'a; veya kapitalizm karşısında "Kapitalizm
dışı yaşam alanları yaratmak"tan size="2">[14] söz eden Mert Aslanalp'a uzanan
yelpazenin kotarmak istediği "yeni sol"un
"çözümü" "Sorarak ilerlemenin yolunu
sormaktır",[15] Tanıl
Bora'nın yanıtındaki üzere…


Bunlardır "yenilikçilik"!
Hayır, sakın ola, "Yetmedi mi bu
çokbilmişliklerin, kırık plağı andıran
tekrarları…" demeyin!
Bu, "yenilikçilik" olmaz; hatta
"yenilikçilik"in inkârı bir tutuculuk oluverir
ha…
Bu "uyarı" eşliğinde devam edersek:
Bu "yeni sol"; emek-sermaye
çelişkisinin önemsizleştirilmesi, toplumsal
"çatışmalar"dan biri sayılmasını…
Sistem içi bir politik perspektifle,
"sosyal liberalizm"i önermesinde…
Özelleştirmelere karşı
olmamasında…
AB'cilikte…
NATO, IMF gibi emperyalist örgütler
karşısında Ahmet İnsel'in, "gerçekçi olmak
gerekir" uyarısındaki üzere "reel
olmak"ta…
"Devrim mümkün değildir, sosyalizm
ütopyadır…" demekte… size="2">[16]
"Elveda proletarya"
anlayış(sızlığ)ının anti-Marksist söyleminde
somutlanmaktadır…
Evet, "Sınıf temelli söylemlerin
bırakılması gerekiyor," diyen Ahmet İnsel ekliyor: "Mutlak
KURTARICI anlayışından ve sınıf indirgemeciliğinden kurtulmamız
lazım…"
Aynı geminin yolcularından Ufuk Uras da ekliyor:
"Devrimciler ve reformcuların birlikte mücadele edebileceğine
inanıyorum. Reformların hatta bazen en büyük Devrimler olduğuna
inanıyorum…"
Bu bağlamda "Yeni Sol'un
çerçeve metninde hiç olmayan sözcükler:
Sosyalizm, işçi sınıfı, sınıf mücadelesi, devrim, emek
iktidarı, kamulaştırma'dır...
Dolayısıyla, çoğu sosyalist gelenekten geliyor
olsa da, bu siyasi oluşuma öncülük edenlerin sosyalist bir
parti kurma niyetinde olmadığı açık. O zaman, geriye bu partinin
nasıl bir sol parti olacağını anlamak kalıyor. İçerik
analizinde, geleneksel merkez solda, mesela CHP sözlüğünde
yer alan şu tür kavramlara da yer vermedikleri
görülüyor: Devletçilik, halkçılık, kamu
müdahalesi, KİT, planlama, özelleştirme karşıtlığı... Hatta
devletçi sözcüğü 2 yerde, negatif, itici anlamda
kullanılmış. Demek ki, Yeni Sol, CHP türü bir merkez sol parti
de olmak istemiyor.
Devam edelim; Yeni Sol, sınıf kavramını pek
sevmiyor. Sadece iki yerde 'sınıfsal eşitsizlik' ifadesi
kullanılmış, ama hiçbir yerde emekçi sınıflar, sermaye
sınıfı vb. ifadeleri yer almıyor. Oysa, sol, sosyal demokrat partiler,
burjuvazinin varlığına itiraz etmemekle beraber, yerlerini emekçi
sınıfın yanı olarak tarif ederler. Yeni Sol'da bu yok.
Buna karşılık Yeni Sol'u tanımlayan temel
kavram 'yurttaş'. Çerçeve metinde 11 yerde
yurttaş sözcüğü kullanılıyor. Eşit yurttaşlık, anayasal
yurttaşlık, yurttaş katılımı, yurttaş inisiyatifi, Yeni Sol'un,
sınıftan çok önem verdiği kategoriler. Bu, emek-sermaye
karşıtlığı yerine 'sivil toplum-devlet' karşıtlığını
önemsemek aslında. Ama bunun sol bir partinin alameti farikası
olmadığı, sağ liberallerin de benimsediği bir ayrıştırma olduğu
açık.
Yeni Sol'un küreselleşme ile ilgili fikri
ne? İki yerde sermayenin küreselleşmesinden söz ediliyor.
Birincisinde sermayenin küreselleşmesinin muazzam zenginlik
yarattığından söz ediliyor. İkinci yerde de bu küreselleşmenin
yarattığı sosyal tahribat ve adaletsizlikten söz ediliyor.
Anlaşılan şu ki, Yeni Sol, küreselleşmeye
karşı çıkmanın yersiz olduğuna, ama bazı savunma mekanizmaları
geliştirerek küreselleşmenin ortaya çıkardığı
adaletsizliklerin azaltılabileceğine inanıyor.
Yeni Sol'un, AB'nin liberal ve elitist
yanına itirazı var ama AB sürecinin Türkiye'nin
demokratikleşmesine destek verdiğine inanıyor; AB'de, sosyal bir
Avrupa isteyenlerle dayanışmak gerektiği ifade ediliyor. (…)
Özetle, Yeni Sol, sermayenin küreselleşmesine
karşı değil, onu bir realite olarak kabul ediyor. Eşitsizlikten
şikâyetçi ama bunun kaynağı olan emek-sermaye karşıtlığı
ile ilgili bir sorunu var görünmüyor. Hem devletçi, hem
piyasacı yaklaşımlara karşı olduğunu ifade ediyor ama
üçüncü yol olarak ne önerdiği belli değil. Bol
katılım, bol adalet sözcükleri var ama eşitsizlikleri yaratan
sınıfsal farklılıkların reddiyle, onun yerine, gri bir yurttaşlık
vurgusuyla solcu olunur mu?
Dikkat çeken bir husus da, Yeni Sol'un
bildirgesinde, küresel krizin piyasacılık, küreselleşme, AB gibi
süreç ve olguları, bunun Türkiye'ye etkilerini
hiç dikkate almaması, eski ezberle yola devam etmesi...
'Yeni Sol', çerçeve metninde
yer alan takdimiyle, ne 'yeni', ne de sosyal demokrat anlamda
bile, 'sol' gibi…" size="2">[17]
Evet, evet buraya kadar izaha gayret ettiklerim
ekseninde neo-liberallerin "önemi", olsa olsa, Efesli
Herostratos kadardır![18]
 
İNSAN(LIK)IN HÂL-İ PÜR MELALİ
 
Böylesine "sol" ol(a)mayan bir
"yenilik" insan(lık)ı kurtaramaz, onlara Kızıldere gibi
kurtuluş yolunu gösteremez…
Hele hele Franz Kafka'nın karakterleri
için yarattığı evrenin, modern insanın içinde yaşadığı
evrene eşitlendiği kapitalist yabancılaşmaya, yok oluşa eşitlendiği
insan(sızlık) tablosunda…
Anımsanırsa Kafka,
'Dönüşüm' başlıklı öyküsüne şu
cümleyle başlar: "Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı
düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe
dönüşmüş olarak buldu."
'Dava' ise daha ilk cümlesiyle
hikâyeye başlamak konusunda oyalanmayacağını gösterir:
"Biri iftira atmış olacaktı ki Joseph K'ya, bir sabah
hiçbir neden yokken tutuklandı."
Kafka'nın ifade ettiği kapitalist yabancılaşma
evreninde insan(lık), karşısına dikilen, onu
dönüştürüp parçalayan sınıflı yapı
karşısında çaresiz bırakılmıştır.
O yapı, insana iki seçenek arasında bir tercih
hakkı sunar; ya yapının bir parçası olacak, böylece iktidar
mekanizmasının kendisini yeniden üretmesini sağlayarak, özneden
nesneye dönüşerek, yabancılaşacaktır ya da yok edilecektir;
hayır, hayır hiçbir şeyi abartmıyorum; böyle bu
hâlâ!
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine
göre, 1974-1999 yılları arasında yüz binde 2.28 olan intihar
ortalaması 2006'da yüz binde 3.88 kişiye
çıkmışken!
Veya Dr. Nurhan Özcan'a göre intihar
edenlerin 2000 yılında 18.800'e, 2006'da 47.452'ye, 2008
yılında ise 131.390'a çıkması yanında 2005'den beri
oranlar yüzde 10, ve 2008'de ise yüzde 44 artmışken!
2008 yılında her üç evlilikten biri
ayrılıkla sonuçlanırken!
Her yüz kişiden 3'ü panik atak
hastalığından duçarken!
TÜİK'e göre 2009 yılında 2008'e
göre mutsuz oranı artmış, mutlu oranı düşmüşken; yani
"Vatandaşın umudu yok"ken! size="2">[19]
Türkiye'de silah sayısı 2000-2009 kesitinde
10 kat artıp, her 65 kişiden biri silah sahibi olmuşken!
Erdal Atabek'in belirttiği üzere,
Türk(iye) öfke kültür(süzlüğ)ünün
şiddet toplumuna dönüşmüşken!
Stefan Zweig'ın, "İçinde
yaşadığımız zaman çok tuhaf oldu, insanlar arası ilişkiler de
değişti. Başkasından gelen bir selam kişiyi sanki büyük bir
armağan almış gibi sevindiriyor," size="2">[20] sözlerine yansıyan insan(lık)ı bu
durumdan Kızıldere'nin devrimci praksisi kurtararıp, onlara tekrar
insan oma imkânı sunabilir…
 
"YDD" VE KRİZ DÜNYASI
 
Gerçekten de kapitalist küreselleşmenin
"Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i" ("YDD")
vahşeti koşullarında tek çözüm Kızıldere
isyancılığıdır!
Çünkü dünya nüfusunun en
zengin yüzde 2'si tüm dünya servetinin yarısına
sahip… Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 40'ını
oluşturan 2.6 milyar insan, günde 2 doların altında bir gelirle
yaşamını sürdürmeye çalışıyor. En zengin ülkenin
kişi başına ulusal gelirinin en yoksul ülkeninkine oranı XIX.
yüzyıl sonunda 1/9 iken günümüzde 1/60'a
çıktı.
"1950'de dünyada 2.5 milyar insan
vardı. 2000 yılı itibarıyla 6 milyar, 1950'den beri dünya
nüfusu önceki 4 milyon yıldan daha fazla arttı. (...) XX.
yüzyılın son yarısında dünya ekonomisi 7 kat
büyüdü. Dünya ekonomisindeki en vurucu özellik,
sadece 2000 yılında, yani tek bir yılda dünya ekonomisindeki
büyümenin bütün XIX. yüzyıl büyümesini
aşmış olması. (...) Ekonomi büyüdükçe... gezegenin
doğal kapasitesini aşıyor. Dünya ekonomisi sadece 50 yılda 7 kat
artarken dünyanın doğal yaşam sistemleri aynı kaldı." size="2">[21]
Birleşmiş Milletler Örgütü
"Dünyada hiç bu kadar çok sayıda aç insan
görülmediğini" açıkladı. FAO Başkanı Jacques
Diouf'un açıklamasına göre, 2007'de açların
sayısı 75 milyon, 2008'de 40 milyon ve 2009'un ilk
çeyreğinde 140 milyon artmış, 1 milyarın bir hayli üzerine
çıkmıştır. Açlık kapitalizmin gerçeği ve artışı
kapitalist kriz ile bağlantılı. Dünya nüfusunun altıda biri
aç ve sayı giderek artıyor. 2.8 milyar insan yoksulluk koşularında
yaşıyor. Krizin neden olduğu işsiz sayısı 50 milyon civarında.
Yalnızca iki yıl içinde 30 milyondan fazla işçi işsiz
kaldı. Bir yanda aşırı meta yığışması, öte yanda
açların ve yoksulların sayısında artış ve sefil bir yaşam. Bu
kapitalizmin en temel gerçeğidir.
Ayrıca The World Watch
Enstitüsü'nün raporuna göre, 6.5 milyarlık
dünya nüfusunun tümünün Amerikan tüketim
standartlarına göre yaşaması hâlinde, gerekli kaynakların
sağlanabilmesi için toplam dört buçuk dünyaya
ihtiyaç var. Fakat insanlar Avrupalı standartlarında yaşarsa
üç dünya yeter…
Konuya ilişkin olarak BM Çevre Programı
Başkanı Achim Steiner şu açıklamayı yapıyor: "200 yıldan
kısa bir sürede nüfusu 1.5 milyardan 6.5 milyara yükselen bir
gezegende yaşıyoruz. Bundan yaklaşık 40 yıl sonra dünya
üzerinde 9 milyar kişi olacağız. Gelecekte yaşayacağımız tek
sıkıntının petrolle ilgili olmayacağını artık fark etmemiz gerekiyor.
Tüm kaynaklar konusunda sıkıntı çekeceğimiz günler
gelecek."
Bütün bu göstergeler, Marx'ın
çok önceden işaret ettiği gibi, burjuva uygarlığın
insanlığı, "...tamamen 'mülkiyetten yoksun', ve
aynı zamanda, gerçekten mevcut olan bir zenginlik ve kültür
dünyasıyla çelişki hâlinde bulunan bir yığın
hâline" getirdiğini, dünyayı kapitalizmin kendisine
karşı bir toplumsal devrimi kaçınılmaz kıldığı eşiğe
taşıdığını gösteriyor.
Sermayenin doğası onu, "insan"la birlikte
doğanın yıkımı pahasına, verimliliğin "düşük
maliyet", "yüksek kârlılık" olarak
tanımlandığı ekonomik bir mantık çerçevesinde sürekli
büyüme arayışına zorluyor. "Durgunluk" bile sermaye
için ölümle eş bir anlam taşıyor. Tarihin kendisine
verdiği kredi çoktan tükenmesine karşın, kapitalizmin
varlığını sürdürüyor olması insanlık açısından
yıkıcı sonuçlar doğuruyor.
Mesela açlık içindeki dünya
çılgınca silahlandırılıyor! Örneğin Uluslararası Barış
Araştırmaları Enstitüsü SIPRI'nin verilerine göre,
dünya genelinde silah ihracatında başı çeken ülkeler ise
ABD ve Rusya. ABD, yüzde 30'luk oranla ilk sırada yer alırken,
yüzde 23'lük paya sahip olan Rusya ise ikinci sırada…
SIPRI'nin raporuna göre, dünya genelinde de silah
harcamaları artış eğiliminde olduğunu gösteriyor; silah
satışları dünya genelinde 2005-2009 döneminde önceki beş
yıla oranla yüzde 22 arttı…
Özetle kapitalist sermayenin doymak bilmez birikim
isteğinin kamçıladığı doğrusal üretim artışı,
dünyanın fiziksel sınırlarını zorluyorken;
sürdürülemez kapitalizmin kriziyle de sarsılıyor!
"Bitti, bitiyor" denilen kriz; derinleşip,
genişleyerek tüm sarsıcılığıyla sürüyor…
Dubai, ardından da Yunanistan'la tekrar alevlenen
kaygılar ile Avrupa'ya yeniden krizin ateşine düştü. Tabii
dünya da…
Barclays Capital'in hesaplarına göre,
Yunanistan'ın net dış yükümlülükleri
GSYH'nın yüzde 87'sine erişmiş. İspanya'da bu oran
yüzde 91, Portekiz'de yüzde 108, İrlanda'da yüzde
68, İtalya'da ise yüzde 23.
Bu ülkelerin sorunla anılması, kriz
kaygılarını bu ülkelerle sınırlı kılmıyor.
İş giderek bir Avrupa krizine dönüşecek
gibi görünüyor.
Kolay mı? Krizden önce Avrupa'da 8 milyon
kişi yoksulluk riski altındaydı. Bugün ise nüfusun yüzde
8'inin çalıştıkları işler kendilerini yoksulluk
sınırının üstüne çıkarmaya yetmiyor. size="2">[22]
Bunun yanında OECD'ye göre, 30 üye
ülkede işsiz sayısı 20 milyonun üzerine çıkacak, bu da
İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en yüksek rakam
olacak…
Ayrıca Küresel krizle birlikte birçok
ülkede rayından çıkan bütçe açıklarının
2010'da İspanya'da yüzde 10, ABD'de yüzde 11.2
ve İngiltere'de yüzde 12.6 düzeyinde gerçekleşmesi
bekleniyor.
AB Komisyonu, 17 Mart 2010 tarihli raporla Almanya,
Fransa, İspanya, İtalya ve Hollanda'yı borçlarını
düşürme konusunda uyarıp, beş ülkenin büyüme
öngörülerinde ve bütçe açığında AB
limiti olan Gayri Safi Yurtiçi Hasılası'nın (GSYİH)
yüzde 3'üne düşürme konusunda "fazla
iyimser" olmakla suçlayarak, büyüme yavaş olduğu
sürece bütçe verilerinin daha kötü olabileceğini
belirtti.
Aynı biçimde Uluslararası Para Fonu (IMF)
zengin ülkeleri artan borç yükleri nedeniyle uyardı. IMF
Birinci Başkan Yardımcısı John Lipsky, ABD, Kanada, İngiltere, Japonya,
Almanya, Fransa ve İtalya'dan oluşan G-7 ülkelerinin
önümüzdeki yıl büyük borç sorunlarıyla baş
edebilmek için harcamalarını azaltıp, vergileri yükseltmesi ve
emekli maaşları ile sağlık paketlerinde reforma gitmesi gerektiğini
söyledi.
Kanada ve Almanya'nın durumunun kısmen daha iyi
olduğunu ifade eden Lipsky, teşvik paketlerine son vermenin zamanının
geldiğini belirtti. Lipsky, teşvik ödemelerinin azaltılmasının tek
başına yeterli olmayacağını çünkü bu ödemelerin
varlıklı ülkelerin GSYİH'sını sadece yüzde 1'ine
eşit olduğunu söyledi. Borç oranının hâlihazırda
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından toparlanmanın başladığı
1950'lerdeki seviyeye ulaştığına dikkat çeken Lipsky,
2014'e kadar en gelişmiş ekonomilerin büyük
bölümünde borcun, yıllık GSYİH'yi geçeceği
öngörüsünde de bulundu.
Bu durum karşısında, 2008'de ABD'nin
büyük bankalarının iflasa sürükleneceği
öngören ekonomist Kenneth Rogoff, kamu borçları nedeniyle
birkaç ülkenin iflasını beklediğini açıkladı.
Rogoff, iflas öngörüsüyle ilgili
ülke ismi vermese de gözler bütçe açığının
gayrisafi milli hasılasına oranı yüzde 12.7 ve kamu borcunun
GSMH'ye oranı yüzde 112.6'yı bulan Yunanistan'a
çevrildi. Bu ülkeyle birlikte borç oranları AB
sınırlarının çok üzerinde olan Portekiz, İrlanda, İtalya ve
İspanya da endişe yaratıyor.
Yunanistan'ın 2009 yılı sonunda
borçları toplamı 300 milyar euro'yu buluyor. Bu rakam,
1998'de borçlarını ödeyemez duruma gelen Rusya ve 2001
yılında iflas durumuna gelen Arjantin'in borçlarının 5
katından fazla.
Hurşit Güneş, "Bu havayla euro
çökebilir," derken; yine "kriz kahini" diye
anılan New York Üniversitesi Ekonomi Profesörü Nouriel
Roubini de, bütçe açıklarının ekonomide toparlanmaya
dair en büyük endişe kaynağı olduğunu açıkladı.
Evet "Küresel kriz, bugün geldiği
aşamada sadece ekonomik boyutlu bir kriz değil artık. Dünyadaki
parasal bloklar ile siyasal kutuplar değişiyor.
Yunanistan krizi, 'yerel' bir sorun
değil… 'Akdeniz kuşağı' ülkelerinin bir sorunu
hâline geldi.
Portekiz, İtalya, İrlanda, Yunanistan ve
İspanya'yı içine alan bu ülkeler grubu odağa
yerleştirilerek konuşuluyor artık; AB krizi…" size="2">[23]
Nihayet Harvard Üniversitesi'nden
Profesör Martin Feldstein, Yunanistan'ın kemer sıkma
tedbirlerinin başarısız olacağını ve içinde bulunduğu mali kriz
nedeniyle ortak para biriminden ayrılabileceğini belirtirken; Niall
Ferguson'a göre de tamamı olmasa da çoğu
imparatorlukların çöküşünün mali krizlerle
ilişkilidir. Yine onun seslendirdiği gibi ABD'de de ani ve kaotik
çöküş yaşanması gerçekleşebilir.
Bu tabloyu görmezden gelmekte ısrarlı bir
neo-liberal, Etyen Mahçupyan, "Amerika'da finans
türevleri piyasasından başlayarak küreselleşen son kriz ortamı
birçok solcuda kapitalizmin 'nihayet'
çökeceği hayallerini yaratmıştı.
Bu gerçekçi olmayan beklentinin temelinde,
sadece kapitalizmin nasıl işlediğini bilmemek ve bu 'var olma
biçimini' Marksist bir perspektife sıkıştırmış olmak
yatmıyor,"[24] dese de;
sınırsız kârsız yani sınırsız kâr yayılmacılığı
olmadan yaşaması mümkün olmayan kapitalist aşırı üretim,
eksik tüketim ve ortalama kâr oranlarındaki düşme eğilimi,
emperyalist kapitalizmin bugününe de damga vuran
çelişkilerin ve krizin etmenleridir…
Sermayenin organik bileşimini yükselterek emek
üretkenliğini artıran, aynı anlama gelmek üzere üretimde
canlı emek oranını sürekli olarak azaltan ve artı-değer
sömürüsünü tarihte görülmemiş oranlarda
tırmandıran üretici güçlerdeki gelişme süreci,
ortalama kâr oranlarının düşme eğilimini ağırlaştırmakla
kalmıyor, sistemi teorik sınırlarına yaklaştıran bir itici
güç işlevi görüyor.
Öte yandan, artı-değer
sömürüsü ve emek üretkenliğindeki büyük
artış, servet dağılımındaki dengesizliğin uç noktalara
tırmanması, finansal köpüğün akıl almaz
ölçülerde büyümesi ve gezegenin fiziksel biyolojik
yaşam ortamını tüketen gidiş, sistemin güncel krizini,
varlığını sorgulayan tarihsel bir krize
dönüştürüyor…
Bu da, emek cephesi açısından
"değiştirilmesi" elzem olan kapitalist dünyayı alt
üst ederken, imkân ve tehlikeleri öne
çıkarıyor…
 
TÜRK(İYE)
EKONOMİ-
POLİTİKASI
 
Türkiye de sözünü ettiğim
imkân ve tehlike sarmalında salınıyor…
Siz bakmayın Oral Çalışlar isimli, AKP
amigoluğunu üstlenmiş neo-liberalin "Bu yıl (2010-yn.)
Türkiye'nin krizin etkisinden bir ölçüde
sıyrıldığı söylenebilir."
"Türkiye'de işsizlik artıyor mu? Evet
artıyor. Dünyada işsizlik artıyor mu? Evet artıyor. Örneğin
İspanya büyük işsizlik dalgası altında... Yunanistan
çöken ekonomisi nedeniyle siyasi krizin eşiğinde...
Türkiye ekonomisi ne durumda? Komşularımızla,
dünyadaki genel gidişatla kıyaslandığında (bazıları
korkunç tablolar çizse de) 'hâllice'
sayılabileceği söylenebilir. Son dünya krizi sırasında
ülkemizdeki banka ve şirketlerin büyük oranda sağlam
durmayı başardıklarını söylemek mümkün,"
demesine…
Türk(iye) ekonomisinde Timur Selçuk'un
1970'li yıllardaki şu şarkısındaki gerçeklik olanca
yakıcılığıyla yaşanıyor:
"Ekonomi tıkırında/ ekonomi tıkırında/ kriz
var kriz var/ bunalım var/ ekonomi tıkırında...
İşsizlik pahalılık konjonktür enflasyon/
milletçe fedakârlık/ kriz bunalım derken/ bilançoya bir
baktık:/ bu yıl iki misli kâr
hayret su işe bak sen/ nerden geldi bu kârlar/
kime gitti bu kârlar/ aman kimse sormasın/ kim kazandı bu işten/
aman kimse duymasın.
Evet her şey Timur Selçuk'un her dem
tazeliğini koruyan şarkısının sözlerindeki gibi
Türkiye'de...
Örneğin her dört gençten biri
işsizken; Patronlar, bir yandan çalışan sayısını azaltarak bir
yandan da ücretleri azaltarak maliyetleri düşürüyorlar;
bu avantajla rekabet gücü edinip kaybettikleri pazarları,
ciroları, dolayısıyla kârları yeniden yakalama
peşindeler…
Sanayici sermayedarları krizden çıkma konusunda
ümitlendiren bir unsur, daha az istihdam ile üretim artışına
geçmek ise diğeri de reel ücretlerin yerlerde
sürünmesi, 3.5 milyon resmî işsiz ordusunun da
çalışan sınıfı açlıkla terbiye etmesidir.
Evet, evet dünyanın en zengin 30 ülkesinin
işsizlik rakamlarının yer aldığı listede Türkiye, 25 sıra birden
yükseldi… Forbes dergisinin hazırladığı listeye göre,
Türkiye işsizlik sorunu en fazla yükselen ülkeler arasında
29. sıradan 4. sıraya yükseldi.
Türkiye'de işsizlik oranı 1995-2000
döneminde yüzde 6.5-7.7 aralığında geziniyordu. 2001 krizi ile
birlikte işsizlik oranı bir üst platoya sıçradı: 2002-2007
ortalaması yüzde 10.5 oldu. İlginci, bu düzey etrafında oynama
çok azdı: En fazla yüzde 10.8, en düşük yüzde
10.2. Üstelik bu dönemde Türkiye ekonomisi potansiyel
büyüme hızının üzerinde
büyümüştü.
2009 yılının tümü için
açıklanan işsizlik oranı ise bir yıl öncesine kıyasla 3 puan
artış gösteriyor: Yüzde 14…
Yani Aralık 2009 itibariyle Türkiye'de
işsiz sayısı 3 milyon 361 bin kişiyi bulurken işsizlik oranı yüzde
13.5 oldu. Böylece 2009 sonu itibariyle işsizliğin yüzde 14
olduğu teyit edildi. İşgücüne dahil olmayan 2.8 milyon bir iş
verilse çalışmaya hazır olduğu Türkiye'de 8.5 milyon
kişinin ise işi var ama sosyal güvencesi bulunmuyor.
Bir şey daha: Emekçiler açısından 2009
reel ücretlerinde, 2008'e göre tarihi bir gerileme yaşadı
ve yüzde 9.2 oranında düştü.
Sanayi işçisi, 2005-2008 döneminde
sağlamış göründüğü reel gelir artışını bir
yılda, krizde kaybetti.
Önemli bir daralma yaşayan inşaat
sektöründe de TÜİK verilerine göre, 2009'da reel
ücretler yüzde 12.9 geriledi.
Bu işin bir yanı; "bilançoya bir baktık:
bu yıl iki misli kâr" kısmına; yani sermaye cephesine
gelirsek…
Tam da Timur Selçuk'un şarkısında
olduğu gibi işsizlik, enflasyon (resmî verilere göre iki haneli
rakamlara çıkmış gayri resmî olarak başını almış
gidiyorken!), pahalılık artıyor.
Ancak tüm şirketler ardı ardına kâr
açıklıyor. Hepsi de "krizi fırsata
çevirmiş"ler!
İşte bir kaç örnek:
Gelirlerini bir önceki yıla göre yüzde 1
artırmayı başaran iletişim ve teknoloji şirketi Turkcell, 2009'da
1.7 milyar lira kâr etti.
Petrol Ofisi, 2009 yılında 14 milyar lira ciro elde
ettiğini, net kârını ise yüzde 185 artırarak 287 milyon liraya
yükselttiğini bildirdi.
Kuveyt Türk Katılım Bankası, 2009 yılı net
kârının önceki yıla göre yüzde 22 artarak 127 milyon
133 bin liraya yükseldiğini bildirdi.
Fortis Bank Türkiye, net faiz gelirlerini
yüzde 7'lik bir artışla 725.5 milyon liradan 777.7 milyon liraya
yükseltirken; 169 milyon lira olarak gerçekleşen net ücret
ve komisyon gelirlerinde de sahip olduğu düzeyi korudu. Kontrol
altında tutulan diğer faaliyet giderleri ise, 652.6 milyon TL'den
667.7 milyon liraya çıktı.
Doğuş Otomotiv Servis ve Ticaret A.Ş'nin,
Geçici Vergi Beyannamesi ekinde vergi dairesine sunulan ve Kamuyu
Aydınlatma Platformu'nda yayımlanan 1 Ocak 2009-31 Aralık 2009
dönemine ait gelir tablosuna göre, şirketin net satışları 2
milyar 33 milyon 431 bin 239.38 lira olarak gerçekleşti. Şirket,
2009 yılında 51 milyon 39 bin 908.84 lira kâr elde etti.
TOFAŞ Türk Otomobil Fabrikası A.Ş'nin
Kamuyu Aydınlatma Platformu'nda (KAP) yayımlanan, 1 Ocak 2009-31
Aralık 2009 tarihlerini kapsayan döneme ait bağımsız denetimden
geçmiş finansal raporlarına göre, şirketin konsolide net
kârı 360 milyon 351 bin lira oldu.
Anlayacağımız, kriz bahanesi ile kitlesel olarak
çalışanları işten çıkaran şirketler kârlarına
kâr kattı.
Başbakan haklıymış; "Kriz teğet
geçmiş"; ama her zamanki gibi patronları, zenginleri
tabii...
Ancak emekçiler ve yoksulları ise, yıkıp,
geçmiş ve geçiyor!
İyi de bu hâl ve gidişatta Türk(iye)
siyaseti "Nasıl" mı?
ABD'nin dizaynı ve T."C"nin iç
çatışmaları ekseninde aktüalize edilmeye çalışılan
bir "Yeni Osmanlıcılık Teranesi"yle "bölgesel rol
oynamayı isteyen Türkiye"yle size="2">[25] karşı karşıyayız; bu aynı zaman da
bir kriz, kamplaşma ve kaos demek…
Öncelikle ABD'nin AKP'ye "kredi
açıp, avans verdiği" doğrudur; ancak sürekli ve mutlak
değildir!
Evet Amerika'nın stratejik araştırma kuruluşu
Stratfor'un, 2010-2020 dönemini kapsayan tahmin raporunda,
Türkiye'nin bölgenin hâkim gücü hâline
geleceğini açıklanıp; "Akdeniz ve İran, hatta Kafkaslar ve
Orta Asya arasındaki dinamikler, Türkiye'nin yeniden ortaya
çıkışıyla tanımlanacak. Buna tek engeli ise
Türkiye'deki muhtemel kaos oluşturacak," denilip;
"Bölgede İran'a karşı denge oluşturmaya en yakın aday
Ankara... Irak'tan çekilme takvimi belirleyen ABD'nin,
'bir tehdit olarak görmediği Türkiye'ye
güvendiği" eklense de; tekrarlıyorum: ABD'nin AKP
"kredi"si sürekli ve mutlak değildir!
ABD'deki Johns Hopkins
Üniversitesi'ndeki 'Türkiye'yi Kaybetme
Tartışmasının Ötesine Geçmek: Türkiye'nin Orta
Doğu'daki Transatlantik Değeri' başlıklı panelde konuşan
Transatlantik Akademisi'nin uzmanı Joshua Walker,
Türkiye'nin ABD için taşıdığı önemin
azalmadığını ama Ermeni tasarısı yüzünden ilişkilerde en
kötü yılın yaşandığını belirtip "İlişkilerde yeniden
başlatma sürecine ihtiyaç var," derken; ABD Savunma
Bakanı Gates'in de Ortadoğu'daki en yakın
"stratejik"/ "model" ortağı Türkiye'den
katkı beklediği, İran sınırına yakın bir yere erken uyarı radar
sistemi yerleştirmek istediklerinden söz ediliyor…
ABD ile İran konusundaki farklılık, AKP
hükümetinin dış politikası açısından
"krediler"in tartışılmasına yol açabilir…
Türk(iye) siyasetinin iç
çalkantılarına bu dış bağıntılar unutulmadan
yaklaşılmalıdır…
Delphine Strauss'un,
"Türkiye'deki çalkantılar… toplumsal
ayrışma ve siyasi istikrarsızlık yaşanabilir"; size="2">[26] Daniel Pipes'nin,
"1923'ten beri en ağır krizini yaşayan
Türkiye";[27] Mazin
Hammad'ın, "Ülke dramatik bir değişimin
eşiğinde";[28] 'The
Economist'in, "Reform hevesinde yeni bir patlama mı, laik
kurumlara nihai saldırı mı? Hangisi doğru olursa olsun,
Türkiye'nin ılımlı İslâmcı AKP hükümetince
önerilen anayasa değişiklikleri, kendisini eleştiren laik
seçkinlerle gerilimi artırdı," size="2">[29] vurgularıyla betimlediği bir kesitten
geçerken; 'The New York Times' da, 'Balyoz
soruşturması'yla yaşananları "Türkiye meçhul bir
istikamete doğru ilerliyor," dediği bir süreç bu!

Gerçekten de 'The Times'ın
"başyazısı"nda, "Ilımlı İslâmcı
hükümetle ordu arasındaki gerilim bir darbeyi tetikler ya da
siyasi ve dini şiddete yol açarsa," sorusunu size="2">[30] sormadan edemediği durumda; The Newsweek
dergisi de, "Ordu Yenildi" başlıklı analizinde
Türkiye'deki gelişmeleri değerlendirirken, "ABD'nin
İslâmcıları selamlaması" gerektiğinden söz
ediyor.
Bu elbette, içinde "gerçekler"
olsa da moda bir "abartı". size="2">[31]
Çünkü 'The Economist'in de
işaret ettiği üzere, "Generaller inişe geçmiş olabilir,
fakat asla bitmiş değiller. Sivil mahkeme değişikliği Anayasa
Mahkemesi'nden döndü. Britanyalı analist William Hale şu
yorumu yapıyor: 'Ordunun gücünün azaldığını
söylemek, demokrasi ve siyasetçilerin güç
kazandığı rahat bir doğrusal ilerleme varsayımına işaret ediyor. Bu
tam olarak doğru değil.'
Aslında ordu sivil hükümet zayıf olduğunda
ya da tehlikeler kapıya dayandığında güçlü.
Birçok insan Türklerle Kürtler arasındaki gerilimlerin yeni
bir ordu müdahalesini meşrulaştırabilecek bir kargaşaya
dönüşme ihtimalinden endişeli…" size="2">[32]
Bunlara eklenmesi gereken bir diğer faktör de,
"derin (denilen) devlet"in "Ergenekon" alt
başlıklı parçasını tasfiye ederken; kendi "derin"
devletini oluşturan AKP otoriterliğidir.
Bir örnek: AKP herkesi dinliyor; örneğin,
Ergenekon soruşturması kapsamında hakkında dinleme kararı alınan Ankara
Cumhuriyet Savcısı Salim Demirci'nin yerine Adalet Bakanlığı
müfettişlerinin yanlışlıkla vatandaş Selim Demirci'yi
dinlettirdiği ortaya çıktı.
Liberal muhafazakârlığın "serbest
piyasa"cı AKP'si, hiçbir "gerekçe"
veya Oral Çalışlar'ın, "Kritik bir
dönemeçten geçiyoruz. Çatışma çok sert
cereyan ediyor. Ergenekon davasının savcıları cesaret isteyen bir hukuk
mücadelesi yürütüyorlar. AKP'nin
düşündüğünün ve planladığının çok
ötesinde bir noktaya geldi işler. Geriye dönüş
mümkün görünmüyor," teraneleriyle
desteklenemez!
Radikal sosyalistlere düşen "Alayına
İsyan" perspektifiyle; evet, evet yüksek sesle, "Yiyin
Birbirinizi" diye haykırarak emek-özgürlük
güçlerini bu düzen içi didişmenin dışındaki
bağımsız çizgiye çekmektir…
Bunu mutlaka yapmalıyız; çünkü
Yıldırım Türker'in ifadesiyle, "Solcu-demokrat-liberal
kesim, ordu/CHP/MHP ile AKP arasında hakemlikle kendini memur edeli toplum
olarak hakikâtle aramızda aşılmaz bir set oluştu."
Bu seti AKP veya ötekini
"destekleyerek" güçlendirmek yerine; aşmalı,
yıkmalıyız!
 
AKP PARANTEZİ
 
"AKP ve destekçilerinin vesayet rejiminden
gerçek bir demokrasiye geçme konusundaki zamanlamalarını
sorgulamak, ertelenemez bir sorumluluktur. Tüm demokratların, tüm
sosyalistlerin, özgürlükçü ve eşitlikçi
bir Türkiye ufkuyla hareket eden herkesin hakkı ve
görevidir."[33]
"Şimdi sorun, iktidar mücadelesinden
otoriter-laikçi cepheye karşı muzaffer çıkan
muhafazakâr-demokrat ya da muhafazakâr-liberal cephenin, bundan
sonra ne yapacağıdır. Bu soruyu sormak, AKP iktidarının meşruiyetini
sorgulamak anlamına gelmez,"[34]
deseler de AKP, neo-liberaller için bir "umut" ve
"bağlanma"dır…
Öyle bir bağlanmadır ki, burada Tek-el
işçileri, Kürt yoksullarını özgürlük-eşitlik
talebi/mücadelesi, açlık ve yoksulluk ile AKP'nin
bağıntısı yoktur!
Tek bir şey vardır; o da askerî
"vesayet"e karşı mücadele!
Ama dikkat; bu "vesayet"e karşı
mücadelede, AKP "vesayet"i özenle "es"
geçilir!
Bu çerçevede Tek-el işçilerinin
direnişine yönelik "işe şeytan ve PKK karıştı" diyen
AKP tavrı hoşgörülür!
İyi de, coğrafyamız bu koşullar altında, bu kafa
ile mi demokratikleşecek?
Kürt meselesinden emek siyasetlerine hemen her
konuda "kendine Müslüman AKP" ile mi demokratikleşecek
mi siyaset?
Hani işine gelmeyen her şeyi "Ergenekon"cu
ilan eden geçmişi Nazlı Ilıcak gibi müphem liberallikle mi?
Hadi canım sen de!
 
cellspacing="0">
LİBERAL GEÇİNENLERİN TARİHİ
KAYITLARINDAN
Nazlı Ilıcak, 17 Aralık
1978, Tercüman
"13 ilde
sıkıyönetim yürürlüğü girdi. Huzura susamış
milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba Asker".
Nazlı Ilıcak, 27 Temmuz
1980, Tercüman
"Kızıl
ahtapotların kolları ülkemizi yavaş yavaş sarıyor. Ve
hâlâ at gözlüğü takanlar, faşizmin
tırmanışından söz ediyor. Faik Türün'ü
faşistlikle mi suçluyorsun, MİT'e kontrgerilla damgasını
mı vuruyorsun, devlet teröründen mi bahsediyorsun, işkence
iddiaları ile yeri göğü inletiyor musun, faşizm geliyor diye
yaygarayı mı basıyorsun… Geç kardeşim uzatma o eli bana,
çünkü o el kızıl ahtapotu boğmak yerine onu besliyor.
Ben o kirli eli sıkmam".
Nazlı Ilıcak, 14
Eylül 1980, Tercüman
"Türkiye'de
demokrasi, demogoji ve anarşiye dönüşmüştür.
Otorite ve hürriyet arasındaki denge birincisi aleyhine bozulmuş,
bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu
boşluğu doldurdu.(…) Hürriyet halk için değil,
aydınlar için lüzumludur, belki kulağa hoş gelmeyen ama
gerçeği aksettiren bir sözdür. Parlamentonun feshi ve
demokrasinin bir süre askıya alınması, mutlaka geniş halk
kitlelerini fazla etkilememiştir."
Nazlı Ilıcak, 16
Eylül 1980, Tercüman
"Birkaç
gündür 12 Eylül harekâtı ile 27 Mayıs'ın
mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes, birincisinin
üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda
tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs, mensubu
bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Hâlbuki 12
Eylül'de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim
yazdıklarımız arasında, geniş bir mutabakat mevcuttur.
Ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı
olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekâtının başarı ile
neticelenmesidir".
Nazlı Ilıcak, 18
Eylül 1980, Tercüman
"12 Eylül bir
darbe değildir diyen Orgeneral Kenan Evren'e tamamıyla
katılıyoruz. 12 Eylül ne bir darbedir, ne de bir ihtilal. Zira
'darbe' de, beğenilmeyen yönetim devrildikten sonra,
şahsen iktidara geçip hükümet etme hırsı galiptir ve
kalıcı olma vasfı ağır basmaktadır. Hâlbuki 12
Eylül'de geriye dönük bir tasvib
mevcuttur".
Nazlı Ilıcak, 10 Ekim
1980, Tercüman
"1974 affıyla
anarşistleri sokağa salıvermiş, 12 Mart'ın Türün
Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla
iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte 12 Eylül,
Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür.
İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…)
1972'de Deniz Gezmiş'e, Yusuf Aslan'a, Hüseyin
İnan'a Meclis'te oylarıyla sahip çıkanların
Kızıldere'de Mahir Çayan ve arkadaşlarının
öldürülmesini 'devlet terörü' olarak
vasıflandıranların artık sesi soluğu
kesilmiştir."
Nazlı Ilıcak, 17 Ekim
1980, Tercüman
"12
Eylül'ün gerekçesi haklıdır; 12 Eylül
terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği
gündür".
 
Olmaz, olamaz böyle şey…
Bahir Salih'in, "Erdoğan'ın
bütün eleştirilerine rağmen Türkiye'nin
İsrail'le ortaklığı hâlâ sağlam... Araplar ve
özellikle de Filistinliler Türkiye'ye dikkatli yaklaşmalı;
zira Ankara'nın bölgesel politikaları ABD'nin
çıkarlarına hizmet ediyor," size="2">[35] uyarısının altını çizerek,
"One minute" demogojileriyle şov yapan Erdoğan'ın,
Kürt meselesindeki pozisyonunu anımsatmadan
geçmeyelim…
Şerif Sayın'ın, "AKP eline
geçirdiği iktidar alanını demokratikleştiren bir yapı değil, tam
tersine bu alanları iktidarını pekiştirmek için
dönüştürüp kullanmaya devam ediyor. AKP güç
kazandıkça, gücünü daha çok güç
kazanmak üzere kullanacak. AKP devletleştikçe sertleşecek,
devletin doğal reflekslerini benimseyecek," diye ifade ettiği
gidişatta Bülent Arınç, Erzincan olayında "Adliyeye
baskın" diyen basını 'Tuu size' diye eleştirirken; veya
AKP Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan, "Fişleme sırası
bizde" derken neyin nereye doğru gittiğini veciz biçimde izah
etmektedir…
Gerçekten de Morton Abramowitz ile Henri J.
Barkey'in işaret ettiği gibi, "Türkiye'de ordunun
siyasi rolü azalırken görülmemiş bir drama sahneleniyor...
Zira giderek otoriterleşen parti muhaliflerinin endişelerini görmezden
geliyor"ken;[36] BDP Eşbaşkanı
Gültan Kışanak da, Balyoz operasyonunun sadece AKP'yi hedef alan
darbe girişimleriyle sınırlı kaldığını belirterek, "Bu
önemli bir sorun" deyip ekliyor: "AKP değişimin
önünde bir dalgakıran oldu"!
Şunun çok net biçimde görülmesi
gerek: AKP'nin darbe karşıtlığına soyunarak bunu kendi politik
manevralarında bir dolgu malzemesi olarak kullanması, verili
konjonktürde kendi ihtiyaçlarından ötürüdür.
Belirli bir süredir yaşanan sermaye çatışmasının bir tarafı
olan AKP, bunu diğer sermaye kesimini dize getirmenin bir aracı olarak
kullanmakta, çatışmanın diğer aktörü Genelkurmay ise
laiklik vb. argümanlara sarılarak konumunu sürdürmeye
çalışmaktadır.
Bu noktada şunu açıkça belirtmek
gerekiyor ki; AKP de Genelkurmay da emperyalizmin işbirlikçileri
olmaları dolayısıyla birbirlerinden farklı değillerdir. Her iki taraf da
emperyalizmin ülkedeki hâkimiyetini sağlamak için
yıllarca halka kan kusturmuştur, kusturmaktadır da.
Darbelere karşı mücadele ediyor gibi
görünerek, yanına "sol"dan bazı kesimleri yedekleyip,
"Muhafazakâr olmak bir yana radikal bir
dönüşümcü olduğu söylenebilir," size="2">[37] dedirten AKP, bugün emperyalist
saldırının temel aktörlerinden biridir. 12 Eylül'le
birlikte gericiliğin ve yozlaşmanın tohumlarını Türk-İslâm
sentezli eğitim anlayışıyla ülke toprağına eken
Genelkurmay'ın ise laiklik vb. refleksleri, halkı aldatma ve kendine
yedekleme gayretinden kaynaklanmaktadır...
Bu iki cenahlı, zikirleri "farklı" olsa da
benzer fikirli oyuna, "Anayasa tartışmaları" bağlamında da
gelmemek gerek!
Bugünkü ihtiyacımız; 12 Eylül faşist
cuntası tarafından hazırlanmış anayasanın çöpe atılarak
emekçilerin ve ezilenlerin talepleri doğrultusunda eşitlikçi,
özgürlükçü, demokratik yeni bir anayasanın
hazırlanmasıdır.
Yeni anayasanın içeriği kadar hazırlanma
yönteminin de demokratik olması son derece önemlidir. Yeni bir
anayasa için yapılması gereken toplumun en geniş kesimlerinin
anayasa tartışmasına eşit ve özgür bir biçimde
katılımının sağlanmasıdır.
Yüzde 10 seçim barajı kaldırılmalı,
barajsız bir seçimle bütün siyasi fikirlerin parlamentoda
temsiline olanak verilmeli, bu parlamento kurucu bir meclis işlevi
görmelidir.
AKP'nin uzun zamandır ifade ettiği anayasa
tartışmaları düzenin ihtiyacı olarak gündeme getirilmekte, yeni
liberal sömürü düzeninin hukuki yapısını oluşturmayı
amaçlamaktadır. 12 Eylül anayasası da -bugün onun
yenilenmesinden ve derinleştirilmesinden başka bir manası olmayan-
AKP'nin yeni anayasası da sömürü ve soygun
düzeninin ürünüdür.
Düzenin anayasa ihtiyacı ile emekçilerin ve
ezilenlerin anayasa ihtiyacının ortaklaştırılması mümkün
değildir. Eşitlikçi, özgürlükçü ve
demokratik bir anayasa ancak halkın örgütlü
gücüyle, onun mücadelesinin bir sonucu olarak
gerçekleşebilecektir.
AKP'nin bugün gündeme getirdiği anayasa
değişiklik paketi ise kendi iktidarını güçlendirme niyetinin
bir ürünüdür. AKP'nin 12 Eylül anayasasının
yarattığı kurumlarla bir sorunu yoktur. AKP'nin amacı bu kurumları
ele geçirerek kendi tekelci iktidar yapısını kurmaktır.
Örneğin; YÖK'ten şikayet eden AKP,
YÖK'ü ele geçirdikten sonra bu kurumun anti-demokratik
özü ile uğraşmamakta anti-demokratik uygulamalarının
sürmesine imza atmaktadır. AKP, Abdullah Gül cumhurbaşkanı
olduktan sonra cumhurbaşkanlığının yetkilerinin fazlalığından
söz etmez oldu. Tersine yeni anayasa değişiklik paketi ile
cumhurbaşkanının yetkilerini daha da artırmayı hedeflemektedir.
Türkiye'nin bir yargı reformuna ihtiyacı
vardır. Ama AKP'nin gerçek bir yargı reformuna niyeti yoktur.
Gerçek bir yargı reformu için temel nokta yargının her
düzeyde siyasal iktidara bağımlı olmaktan kurtarılmasıdır. AKP,
bırakın yargının siyasal iktidara bağımlı olmaktan kurtarılmasını,
kendi siyasi iktidarına bağımlı bir yargıyı istemektedir.
Anayasa değişikliği paketindeki maddeler bu
yöndedir.
Özelleştirme şampiyonu AKP'nin kitabında
sosyal haklar yoktur. Halkın parasız eğitim, sağlık, ulaşım hakkı
yoktur. AKP'nin niyeti daha rekabetçi ve piyasa ilişkilerini
geliştirme adına bugün sözde kalan anayasanın sosyal
kırıntılarını da bütünüyle ortadan kaldırmaktır.
Anayasa değişikliği paketinde AKP, özelleştirmelerin iptaline set
çekmeyi amaçlamaktadır.
Anayasa değişiklik paketi kamu çalışanlarına
toplu sözleşme hakkı sağlıyor ama grev hakkı yok. Kamu
çalışanlarının siyaset yasağı devam ediyor.
AKP, mevcut anayasanın geçici 15. maddesinin
kaldırılması gibi bazı olumlu maddeleri bu paketin içine katarak
demokrasi talep eden güçlerin ağzına adeta bir parmak bal
çalarak kendi iktidar kavgasını desteklemeye
çağırıyor.
AKP yanlısı Prof. Ergun Özbudun'un,
"Anayasa Mahkemesi'nin oluşumunda Cumhurbaşkanı'na
değil parlamentoya daha çok rol tanınmalıydı. HSYK'ya
parlamento da üye seçmeliydi"; Serap Yazıcı'nın,
"Taslak 1982 Anayasası'nın vesayet mekanizmalarını
tümüyle ortadan kaldırmamaktadır," bile demek zorunda
kaldıkları bu paketin içinde halkın öncelikli talepleri
yoktur!
Lider sultasına dayalı, kadınların siyasal temsilini
arttırmak için tüm siyasi partilere kota zorunluluğu
getirmeyen, parti içi demokrasiyi içermeyen, siyasete getirilen
tüm kısıtlamaları kaldırmayan, her tür düşüncenin
örgütlenme hakkını tanımayan Siyasi Partiler Yasası'nın
değiştirilmesi yoktur!
Barajsız, partilere propaganda konusunda eşit haklar
sağlayan, hazine yardımı esaslarını adil yararlanma ilkesi ile yeniden
düzenleyen, siyasi ittifaklara olanak veren Seçim Yasası yok,
Kamu çalışanlarına grev hakkı yok, siyaset yapma hakkı
yoktur!
Emekçi halkın parasız sağlık, eğitim,
ulaşım hakkı, güvenceli çalışma hakkı yok. Milletvekilliği
dokunulmazlığını kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandıracak
dokunulmazlığın kaldırılması yoktur!
Ülkemizin en önemli sorunlarından olan
Kürt Sorununun çözümüne dönük kimlik,
kültür ve dil taleplerine ilişkin herhangi bir madde yoktur!
Din derslerinin zorunlu olmaktan çıkartılması,
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kaldırılması, Alevi
yurttaşların eşit yurttaşlık talepleri yoktur!
Emekçiden, ezilenden yana olmayan, halkı oy
verme dışında dikkate almayan hiçbir usule destek yoktur!
O hâlde ne AKP ne "demokratik
bulamaçlı" önerileri kesinlikle desteklenemez ve
desteklenmemelidir!
 
İSYAN VE SOSYALİZM
 
Artık, sağından medet uman bir beklenti yerine;
şimdi radikal sosyalizmin Kızıldere'de açılan bağımsız
mücadele hattının sancağını yükseltme zamanıdır; bu da isyan
demektir!
Evet Sri Lanka'da "yenilmiş"
olabiliriz; ancak bu, "Filistin Kurtuluş Örgütü ve
Küba ile bağlantılı bir grup Marksist Tamil militan, Sri
Lanka'da Hükümet'in 26 yıllık savaşın bittiğini
ilan etmesinden altı ay sonra yeni bir ayaklanma başlatmaya
hazırlanıyor"ken;[38] hepimize
daha güçlü mücadelelere nasıl hazırlanmamız
gerektiğini öğretmelidir!
İrlanda'da IRA yeni bir eşikteyken;
İspanya'da ETA mücadeleyi sürdürüyor!
Filipinler'den Hindistan'a ya da
Nepal'e uzak Doğu'da hiçbir şey eskisi gibi
değil…
Tıpkı Latin Amerika ve FARC'ın
Kolombiya'sındaki gibi…
Özetlersek; New Left Review'nin,
"Dünyada olumlu, ilerici tasarımların hâlâ canlı
olduğu veya canlanabileceği yerler var mıdır?" sorusuna şu
yanıtı veriyor Eric Hobsbawm:
"Latin Amerika'da politika…
söylemi hâlâ aydınlanmanın eski (liberal, sosyalist,
komünist) terimleriyle sürdürülüyor. Buralarda
sosyalist gibi konuşan, gerçekten sosyalist olan askerlerle
karşılaşırsınız… Latin Amerika'da etnik ve dile dayalı
milliyetçiliklerin ve dinî ayrılıkların olmaması, eski
söylemin südürülmesini
kolaylaştırmıştır.'
'Hindistan'da Nehru-türü laik
geleneğin kurumsal gücü, ilerici tasarımların canlanmasına
imkân verebilir… [Bu olanağın] komünistlerin bugün
veya geçmişte kitle desteğine sahip olduğu Bengal, Kerala gibi
yörelerde, Naksal hareketinde veya Nepal Mao'culuğunda daha
güçlü olduğu söylenebilir.'
Hem Latin Amerika'da, hem de Hindistan'da
var olan ilerici potansiyelin, laik-aydınlanmacı geleneğe bağlanması
kanımca önemlidir; doğrudur. 'Solun gelişmesinin
ön-koşulu, aydınlanma geleneğinin canlı kalması; laikliğin halk
sınıflarında yerleşmesidir' önermesini Hobsbawm'a mal
etsek, itiraz edeceğini sanmıyorum.
'Avrupa'da ise, eski işçi,
sosyalist, komünist hareketlerin mirası bir hayli
güçlüdür. Engels zamanında kurulan partiler,
Avrupa'nın her yerinde potansiyel iktidar veya ana muhalefet partileri
olarak varlıklarını koruyorlar.
Balkanlarda, hatta yer yer Rusya'da komünizm
mirasının öngörülemeyecek biçimde canlanabilmesine
ihtimal veriyorum."
Şimdi yeniden biz Spartaküs'üz, Şeyh
Bedrettin'iz, Kawa'yız, Pir Sultan'ız, Mustafa
Suphi'yiz, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yız, Nâzım
Hikmet'iz, Yılmaz Güney'iz, Ruhi Su'yuz, Taylan
Özgür'üz, Deniz Gezmiş'iz, Mahir
Çayan'ız, İbrahim Kaypakkaya'yız, devrim/ sosyalizm
uğruna idam sehpalarında, Nurhak'ta, Kızıldere'de
özgürlük ve eşitlik uğruna, 12 Mart ve 12 Eylül
cuntanın işkencehanelerinde, zindanlarında, Sıvas'ta
katledilenleriz diye haykırmalıyız...
Şimdi, tüm çarpıtmalara rağmen radikal
sosyalizm, yani Kızıldere zamanıdır…
Evet eşitlikçi-özgürlük
ütopyalarına sarılma zamanıdır şimdi; unutmayın ütopya
içine doğduğu dönemin dinamiklerinden beslenirken; verili
durumun eşitlik ve özgürlüğe çağrı
çıkardığından kimsenin şüphesi olmasın!
Unutmayın; ütopya denen şey uğruna savaşılan
bir talep bütünüdür; tüm toplumsal hareketler
ütopyacı bir hayali gerçekleştirmeye çalışırken;
ezilenlerin rüyalarını gerçekleme kavgası vermişler; bu
uğurda savaşmışlar, yenilmişler, kazanmışlar, devrimler
yapmışlardır.
Söz konusu mücadeleler ile yaratılan
tarihte isyancı ütopyanın devrimci praksisi, gelecekle ilişkimizi
gayet ifade etmiş, etmektedir…
 
"SON" BİRKAÇ ŞEY DAHA
 
Diyeceklerimi toparlıyorum; işte Kızıldere tam da
budur; yani dünyayı 11. Tez'deki üzere değiştirmek
için yollara düşen insan(lık)ın isyancı ütopyasının
devrimci praksisidir…
Ermeni soykırımından,
Koçgiri'den, Dersim'den, Şeyh Sait kıyımlarından,
Süryani göç
ettirmelerinden,
Kürtlere yönelik vahşette ayrı ele alınması
mümkün olmayan
Kızıldere'de
katliamı hepimizin hayatında derin izler
bırakarak
devrimci mücadelenin de olması gereken yolunu
çizdi.
E. E. Evans-Pritchard'ın ifadesiyle,
"Tarih birbirini izleyen olaylar değil, onlar arasındaki
bağıntılar" değil miydi? Başka türlüsü
mümkün olabilir miydi?
Çünkü N. Machiavelli'nin,
"Aşırı cesur olmak, aşırı ölçülü olmaktan
daha iyidir," sözünü anımsatan gerçeğiyle
Kızıldere,
eşitlikçi özgürlükçü
sosyalist bir dünya kurma
yani devrim hedefiyle
hayatlarını ortaya koyarak yürüyenlerin,
başkaldıranların
yoluydu.
Kızıldere'de katledilmek
istenen devrimci
birlik, omuz omuza mücadeleyken;
ON'lar, devrimci düşünceleriyle yüreğimizde,
bilincimizde ve vicdanımızda yaşadı, yaşıyorlar.
Eylem insanı olmakla önder olmanın bir ve
aynı şey olduğunu biz(ler)e öğreten ON'lar devrimci
dayanışmanın ne demek olduğunun yanıtıydılar…
Tamı tamına bular içindir ki
Kızıldere…
Bir Portekiz Atasözü'nün,
"İnsanlar yaşadığı için değil, yaşamadıkları
için yaşlanırlar"!
Deniz Gezmiş'in, "Önemli olan
çok yaşamak değil, yaşadığın zamana çok şey
sığdırmaktır"!
Konfüçyüs'ün, "Bir
şeyin haklı olduğunu bildiğin hâlde, o şeyden yana
çıkmazsan, korkaksın demektir"!
Mark Twain'in, "Amaçlarınızı
küçümseyen insanlardan uzak
durun.
Küçük insanlar bunu hep yapar.Ama
gerçek büyük insanlar sizin de günün birinde
büyük olabileceğinizi size hissettirirler"!
Bir Ermeni Atasözünün, "Mart
aynkan medz e, inchkan vor na intunag e urishnerun sirelu,"
size="2">[39] gerçeğini yani insan olma
hakikâtinin aslını hepimizin ve tarihin gündem maddesi yapan bir
isyan çağrısıdır!

İnsan(lık)ın kapitalist vahşetten kurtuluşu,
ancak bu çağrıya layık olduğu yanıtı vererek
gerçekleşecektir…
Bundan dost, düşman kimsenin kuşkusu
olmasın…
 
31 Mart 2010 16:33:01, Ankara.
 
N O T L A R
[*] 4
Nisan 2010 tarihinde Wattwil ve Çevresi Kültür-Dayanışma
Derneği'nin (St Galen-İsviçre) düzenlediği
"Kızıldere ve Mart Şehitleri" başlıklı panelde yapılan
konuşma… Kaldıraç, No:110, Mayıs 2010…
[1]
Adnan Yücel.
[2]
Tolga Tören, "Kızıldere Katliamı: Sermayenin Devrime Kanlı
Cevabı", Ekmek&Özgürlük, No:7, Mart 2010,
s.32.
[3]
Selahattin Erdem, "Kırkıncı Yıl", Yorum, 6 - 12 Mart 2010,
s.11.
[4]
"Gözün kirpiği var, bakışın
uçuşu."
[5]
"Ez kaza bizim 'NATO'ya hayır' sloganımız o
gün tutsaydı, bugün şakacıktan da olsa, çocuklarımız
aynı şiarı hâlâ bağırmak özgürlüğüne
sahip olamayacaklardı." (Hadi Uluengin, "NATO'ya
Evet!", Hürriyet, 7 Nisan 2009, s.14.)
[6]
"Birlik iyiliklerin anasıdır; bölünmüşlükse
kötülüklerin."
[7]
Kenan Kalyon, "ÖSH: Bu Ne Hızlı Başkalaşım" ,
Ekmek&Özgürlük, No:3, Kasım 2009, s.10-12.
[8]
Oral Çalışlar, "Zannedersiniz ki 'İşçi
Sınıfı Devrimcisi'…", Radikal, 5 Mart 2010,
s.11.
[9]
Nabi Yağcı, "Yeni Bir Sol Parti", Küyerel, 16 Mart
2010
[10]
Murat Tokay, "Bu Yolda Yalnız Değilsiniz Sayın Başbakan",
Zaman, 30 Ağustos 2009, s.11.
[11]
Foti Benlisoy, "Yeni Parti Girişimi: Siyasette 'Boşluk'
ve Sosyalist Hareketin Yeniden İnşası", Yeni Yol, No:36, Kış 2010,
s.11.
[12]
Ömer Laçiner, "Tekrar Düşünmenin
Başlangıç Notları", Birikim, No:244/245, Ağustos-Eylül
2009, s.16-21.
[13]
Ümit Kıvanç, "… 'Sosyalist Hareket'in
Son İntihar Girişimi Devrimci İnkâr Suretiyle Feci Şekilde Can
Verdi", Birikim, No:244/245, Ağustos-Eylül 2009,
s.22-38.
[14]
Mert Aslanalp, "Kapitalizm Dışı Yaşam Alanları Yaratmak",
Birikim, No:244/245, Ağustos-Eylül 2009, s.100-109.
[15]
Tanıl Bora, "Sorarak İlerlemenin Yolunu Sormak", Birikim,
No:244/245, Ağustos-Eylül 2009, s.39-43.
[16]
"Devrim değişimin ufuk çizgisidir ve ufuk çizgisini de
biz günlük hayatımızda sürekli kılmak zorundayız. Devrim
sürekli varmaya çalışacağımız ama varamayacağımız
idealizmdir." ( Ahmet İnsel, "Türkiye'de
Sosyalistlerin Klasik İddialarının Çoğu Zaten
Milliyetçilere Özgündür," Radikal, 18 Şubat
2010...
ttp://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=980992&Date=19.02.2010&CategoryID=78)
[17]
Mustafa Sönmez, "… 'Yeni Sol'un Nesi Yeni, Nesi
Sol?", Cumhuriyet, 1 Ocak 2010, s.13.
[18]
Tarihe ve dünya dillerine "Karun gibi zengin!" diye
geçen Lidya Kralı Kroisos başkenti Salihli yakınındaki Sardes
antik kentinde yaşıyordu. Efes antik kentinde tanrıça Artemis
Tapınağı'nın yapımında tüm maddi olanaklarını kullandı.
Tapınak, tarihte "dünyanın yedi harikasından biri" olarak
yerini aldı. Yaklaşık 6 dönümlük bir taban alanı olan, 15
metre yükseklikteki tapınağı İÖ 550'li yıllarda Giritli
mimar Kersifron ve oğlu Metagenes yapmış, dönemin ünlü
yontucuları görev almışlardı.
Tapınağa krallar, soylular,
tüccarlar, turistler, adakta bulunanlar çok değerli hediyeler
sunuyorlardı. Bir gün Efesli Herostratos adlı bir deli,
tanrıçanın uzaklaşması ile tapınaktaki halıları tutuşturur.
Görkemli tapınak iki saat içinde yerle bir olur. Delikanlı
yakalanır. Nedeni sorulduğunda "Tapınağı benim yaktığımı
tüm dünyanın duyması, adımın tarihe geçmesi için
ateşledim!" diyecektir. Efesliler "Adını hiç kimse bir
daha duymayacak!" deseler de Strabo'nun adını yazmasından
dolayı Herostratos tarihe geçer. İstediği olmuştur...
[19]
Eylem Türk-Gökhan Karakaş-Şakir Aydın, "Vatandaşın Umudu
Yok!", Milliyet, 14 Şubat 2010, s.22.
[20]
Stefan Zweig, Dostlarla Mektuplaşmalar, Çev.: Ahmet Arpad, Yordam
Kitap, 2009, s.352.
[21]
Lester R. Brown, Dünya'yı Nasıl Tükettik? çev.: M.
Fehmi Emre, İş Bankası Yay., 2009.
[22]
Simon Taylor, "AB'yi Rayına Oturtmak", European Voice,
11-17 Mart 2010.
[23]
Uğur Gürses, "Çin'in Alternatifi
Zayıflıyor", Radikal, 24 Mart 2010, s.5.
[24]
Etyen Mahçupyan, "Sosyalizm Yaşıyor mu? Liberalizm
Ölüyor mu?", Küyerel, 25 Eylül 2009.
[25]
"AKP Kan Davasına Son Vermeli", Los Angeles Times, 27 Şubat
2010.
[26]
Delphine Strauss, "Türkiye'de Nihai Hesaplaşma
Yakın", Financial Times, 3 Mart 2010.
[27]
Daniel Pipes, "AKP Orduyu da Ele Geçirmek İstiyor", The
Jerusalem Post, 2 Mart 2010.
[28]
Mazin Hammad, "Türkiye Askerî Derisinden Kurtuluyor",
Vatan, 3 Mart 2010.
[29]
"Türkiye Reformla Ölüm Arasında", The Economist,
25 Mart 2010.
[30]
"Ordu-AKP Kavgası Türkiye'yi Felaketin Eşiğine
Getirdi", The Times, 1 Mart 2010.
[31]
"Eskiden siyasetin yakasını bırakmayan Türk ordusu artık darbe
iddialarını kabul edilemez bulurken, Honduras'taki
'solcu' rejimin devrilmesini ABD bile meşru görmüyor.
Soğuk Savaş'la birlikte darbeler dönemi de kapandı."
(Muhammed El Semmak, "… 'Üçüncü
Dünya'da Darbeler Dönemi Bitti", Şuruk, 7 Şubat
2010.)
[32]
"Türkiye'de Darbeler Dönemi Bitiyor", The
Economist, 11 Şubat 2010.
[33]
Ahmet İnsel, "Vesayet Rejimi Sona Erdi", Radikal İki, 28 Şubat
2010, s.1-4.
[34]
Ahmet İnsel, "TSK ile Güç Mücadelesi", Radikal
İki, 7 Mart 2010, s.5.
[35]
Bahir Salih, "Türkiye ABD'nin Yeni Truva Atı", Kuds
ül Arabi, 1 Şubat 2010.
[36]
Morton Abramowitz-Henri J. Barkey, "Türkiye Siyasi Devrime Sahne
Oluyor", The Wal Street Journal, 22 Mart 2010.
[37]
Faruk Alpkaya, "AKP ve Muhafazakârlık", Radikal İki, 14
Mart 2010, s.4.
[38]
"Yeni Tamil Grubu Halk Kurtuluş Ordusu Yeni Bir Savaş
Başlatıyor", The Times, 7 Aralık 2009.
[39]
"İnsan, başkalarını sevebildiği oranda
büyür/büyüktür."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder