(C)ezaevlerine Dikkat! /
Temel Demirer
size="2">“Zindanlar ‘Hukuk’un taşlarından
yapılmıştır,
size="2">Kerhanelerse Din’in
tuğlalarından.”[1]
size="3">Paul Kelly’nin, “Daha çok cezaevi inşa ederek
‘suç’la mücadele etmek, daha çok mezarlık
inşa ederek kanserle mücadele etmeye benzer,” uyarısı
kavrayamayan sürdürülemez kapitalizmin irrasyonelliğinin en
olgun örneklerinden birisi Türk(iye) burjuvalarının paranoyak
icraatlarıdır.
size="3">Altı özenle çizilmesi gereken icraatlar;
ceberrutluk, despotizm yanında totalitarizm ile damgalanır. Kim ne derse
desin, bu bir burjuva örgütlenmesi ve tarz-ı siyaseti (yani raison
d’etat/ hikmet-i hükümet)dir; bu bir
“tesadüf” değil, tercihtir. Burjuvazinin (c)ezaevleri,
mahpushaneleri de bu zorbalığın aygıtlarıdır.
size="3">“X. Yılında Hapishanelerde Tecrit ve Tecride Karşı
Mücadele Sempozyumu”nun V. oturumunun moderatörü olarak
bunun altını özenle ve bir kez daha çizmek
istiyorum…
Bu
işin bir yanı; ötekine gelince: O da, mahpusluk zanaatına
yabancı olmayan A. Kadir Meriçboyu’nun, “Sizi
düşünüyorum hapishanedekiler/ Biliyorum, düşünmek
yetmez/ Ama düşünüyorum gene de/
size="3">Yaralarınız geçti mi?/ Kaburgalarınızdaki sızılar;/
Tabanlarınızdaki şişler;/ Sırtlarınızdaki çürükler;/
Hayalarınızdaki ağrılar?/
size="3">Sizi düşünüyorum hapishanedekiler/ Ne yer, ne
içersiniz?/ Cıgaranız var mı?/ Kaçınız sağlıklı,
kaçınız hasta?/ Yakınlarınız geliyorlar mı?/ Unutulanlarınız
var mı içinizde?/ Umutsuzluğa düşenleriniz var mı?”
dizelerindeki hassasiyet ile sorumluluğun yaşanması gereken bir kesitte,
ortalığı sarıp sarmalayan kayıtsızlıktır!
size="3">Yani Işık Kutlu, “Bu topraklarda insanlar, acıların
ortaklaşmasından yavaş yavaş kopuyor mu? Yalnız acı kendini vurduğunda
mı anımsatıyor acıtan gerçekleri? Ya meydanlar, ya meydanları
dolduran renkler niye ses vermiyor içeride yatanlar adına da?
İçeride yatanların mücadelesi dışarıdakiler daha
özgür olsun diye değil mi?”[2] size="3"> diye betimlediği durumdur!
size="3">Hem de İHD Genel Başkanı Öztürk
Türkdoğan’ın, cezaevlerindeki 118 bin 929 kişiden 60 bin
598’inin tutuklu olduğunu belirterek, yalnızca 2009 yılında
cezaevlerinde 24 kişinin yaşamını yitirdiğini ve cezaevlerinde bulunan
49 kişinin de ağır hasta oldukları hâlde salıverilmediklerinin
altını çizerek, “Cezaevlerinde işkence ve kötü
muamele ile sağlık, beslenme ve barınma hakkı ihlâllerinde artış
yaşanıyor,” dediği koşullarda…
Ya
da Türkiye’deki lanetli egemenliğin keyfi zorbalığının kural
tanımadan tırmandığı; AİHM’de bekleyen dosyaların yüzde
11.4’ünün, “Türkiye’de hakları gasp
edilenlerin” yaptığı başvurulardan oluştuğu;
Başbakanlık İnsan Hakları Daire Başkanlı’ğına 2010
yılı Ocak-Haziran verilerine göre 6 ayda 3 bin 475 insan hakları
ihlâli başvurusunun yapıldığı ve 2009’un aynı
dönemindeki başvuru sayısı bin 46 iken, bir yılda yüzde 232
artış kaydedildiği; TİHV raporuna göre, Türkiye’de polis
şiddeti sonucu 2007’den 2010’a kadar 255 kişinin yaşamını
yitirdiği bir çılgınlık, kudurmuşluktur sözünü
ettiğim…
size="3">Varın bunun tutsakların bedenleriyle baş başa bırakıldığı
(c)ezaevleri, mahpushanelere misliyle nasıl yansıdığını siz
tahayyül edin!
size="3">Ben sadece bir örnek vereyim: 5 yaşındaki çocuğun
(Öykü Bebenin) mahkûmlara gönderdiği balonlar, Adalet
Bakanlığı’nı karıştırdı: Balonlara izin veren cezaevi
yetkilileri uyarılırken Adalet Bakanı “Hukuk devletiyle
bağdaşmaz” dedi… Bazı cezaevi yönetimleri balonları
“tehlikeli ve sakıncalı”, bazıları da “mevzuata
aykırı” olduğu gerekçesiyle teslim etmedi…
size="3">Burası Türk(iye) (c)ezaevleri, mahpushaneleri,
zindanlarıdır!
size="3">Kardeşleri oralarda olan, oralara aşina olan biri olarak, ben de
bu konuda kimi noktalara dikkat çekmek istiyorum.
size="3">MAHPUSHANELERE DAİR
size="3">Michel Foucault, ‘Hapishanenin Doğuşu’nda,
Avrupa’da modern cezaevlerinin yararcı İngiliz filozof Jeremy
Bentham’ın “Panopticon” tasarımından nasıl
geliştiğini anlatır.
size="3">Batı dünyasında Aydınlanma yıllarına dek uzanan
Enkizisyon yöntemleri, “ibretlik” cezalandırma (halkın
önünde idam, yakma, işkence…) “Panopticon”
tasarımıyla birlikte “suçlu”yu tecrit etmeye
yönelik ve mahkûmların yalnızca görevliler tarafından
gözlendiği profesyonel bir “ceza infaz sistemi”ne bırakır
yerini. Hedef artık mahkûmun bedenine acı vermek değil, onun ruhunu
teslim almak, onu kişiliksizleştirerek edilginleştirmektir.
size="3">Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği,
Ortaçağ’ın işkencecisinin yerini artık kocaman bir
teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları,
eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü
başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın
artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi, vb
vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü
öylesine rafine bir hâl almıştır ki, sonuçta kimse
yargılama hakkını gerçekten paylaşıyormuş gibi hissetmez
kendini. Hâlbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem
hâline gelmiştir. Türk(iye) (c)ezaevleri ise Ortaçağ
Enkizisyonu ile “modern” Panapticon’un tuhaf bir
karışımını sergiler!
size="3">Mesela 1980-2000 kesitindeki yirmi yılda, Türk(iye)
hapishanelerinde çeşitli biçimlerde toplam 277 tutuklu ve
hükümlü katledilmiştir. 1995’ten itibaren bu
açık bir katliamcılığa
dönüştürülmüştür: 1995, 1996 ve 1999’da
Buca, Ümraniye ve Ulucanlar hapishanelerinde tutuklulara yönelik
operasyonlarda 17 tutuklu katledildi. 19 Aralık 2000’de 20 hapishaneye
birden düzenlenen saldırıda 28 tutuklu katledildi. Yüzlerce
tutuklu ağır yaralandı…
size="3">Geçerken konuya ilişkin bir hatırlatma: F-Tipi’nin
Türkiye’ye “modern”, “AB standardında”,
“beş yıldızlı otel gibi” reklamlarıyloa giriş yaptığı,
hatırlarda. “AB standardında” olduğu yalan da değil;
Bentham’ın “Panopticon”undan mülhem, devasa bir
gözetim/denetim aygıtı olduğu da!
size="3">Devam edersek: Samuel Johnson’un, “Cezanın
gücü susturmaya yeter, o düşünceyi
çürütmeye değil”; Jeremy Bentham’ın,
“Cezanın her türlüsü zararlıdır; cezanın kendisi
kötülüktür”; Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin,
“Cezalandırma dürtüsü güçlü olanlara
hiç güvenmeyin”; George Bernard Shaw’un,
“Hapishaneler olduğu sürece, hücrelerde hangimizin
kaldığı pek önemli değil,” sözleriyle betimlenmesi
mümkün olan “cezalandırma” tümüyle
sınıfsal bir edimi iken; biçimlendirdiği
“hak(sızlık)” ve “hukuk(suzluk)” da yine bir
(egemen) sınıfın enstrümanıdır…
Bu
kaydı asla göz ardı etmeden; rakamların diline
müracaat edelim…
size="3">Türkiye’de özellikle AKP
iktidarı döneminde hem tutuklu hem mahkûm sayısındaki
artış çok dikkat çekicidir. 2005’te 56 bini ancak
bulan tutuklu ve mahkûm sayısı 2006’da 70 bini,
2007’de 91 bini, 2008’de 103 bini aştıktan sonra 2009’da
116 binin üstünde kapamıştır. 2010’un ilk 9 ayı sonunda
ise 120 bini geçmiştir. 2000-2005 döneminde ancak yüzde 10
olan tutuklu ve mahkûm sayısındaki artış, 2006-2010 döneminde
yüzde 70’in üstündedir. Bu artış çok
çarpıcıdır!
size="3">“Demokratik” ülkelerde dört duvar
arasındakilerden tutukluların oranı yüzde 30’u aşmazken bizde
12 Eylül darbe yılında bu oran yüzde 55’i geçmiş,
1990’da yüzde 33’e inse de sonraki yıllarda tekrar
yüzde 50’leri aşmıştır.
size="3">Burjuva egemenliği için tutuklama fiilî bir
cezaya, hatta “muhalifleri bastırma, sindirme aracı”na
dönüşürken, cezaevlerindeki “darp, işkence ve
kötü muamele” de, dur-durak bilmeden artıyor,
çoğalıyor.
Bu
alanda Tekirdağ Cezaevi, 1980’ler Diyarbakır rekoruna doğru
hızlı adımlarla ilerliyorken; sürekli hak ihlâlleri, sağlık
sorunları ve ölümlerle gündeme gelen cezaevlerinde sorunlar
bir türlü çözülmüyor. İHD raporlarına
göre, cezaevlerinde 39 kişinin yaşamını yitirdiği, değişik
kategorilerde toplam 3 bin 519 ihlâl başvurusunun yapıldığını
kaydedildi. Raporda 2008 yılında 333 kişi işkence ve kötü
muameleye ve 462 kişi ise sağlık hakkı ihlâline maruz kalırken, 64
kişi beslenme, ısınma ve fiziki hak ihlâline, 1602 kişi disiplin
soruşturmalarına maruz kaldı.
size="3">TTB Kanser Danışma Kurulu Başkanı Dr. Ali
Çerkezoğlu, 2002 yılında 59 bin olan mahkûm sayısının 118
bini geçtiğini belirterek, “Bu artış,
mahkûmların çok ciddi sağlık sorunlarıyla karşı
karşıya kalmasına neden oluyor” uyarısında bulundu.
Çerkezoğlu, cezaevlerinde 41 mahkûmun kanser gibi
hastalıklarla savaşıp ölümle pençeleştiğine dikkat
çekerek, “Bu hastalara aileleriyle vedalaşmalarına izin
verilmesi bir insan hakkı gereğidir” dedi.
size="3">Öte yandan Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel
Müdürlüğü’nün 2010 Mayıs’ı
itibarıyla açıkladığı rakamlara göre, cezaevlerinde tutuklu
1885, hükmen tutuklu 390 ve hükümlü 246 olmak üzere
toplam 2 bin 521 çocuk bulunuyordu.
size="3">Evet Türkiye 23 Nisan 2010’u “hapisteki
çocuklarının” gölgesinde kutlarken; cezaevlerindeki
2 bin 559 çocuktan 276’sı da “terör
suçlaması”yla hapisteydi…
size="3">Konuya ilişkin olarak ‘Çocuklar İçin Adalet
Girişimi’nin raporuna göre Diyarbakır’da 78 çocuk
hakkında 240 yıldan 688 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava
açıldı; 78 çocuk toplam 175 yıla mahkûm edildi.
Adana’da TMK kapsamında 67 çocuk hakkında dava açıldı
ve yapılan “çocukluk” indirimine rağmen toplam 290 yıl
ceza verildi.
size="3">Evet “Hayata
Dönüş” mantık(sızlığ)ından
malûl Türk(iye) (c)ezaevleri, mahpushaneleri, zindanları
böyle!
size="3">TOPLU KIYIMA ÖRNEK: “HAYATA
DÖNÜŞ”
size="3">Anımsar mısınız bilmem? Türk(iye) (c)ezaevleri tarihinin en
büyük, en kanlı baskını olan “Hayata
Dönüş Operasyonu”nda 20 bin kimyasal bombanın
kullanılmıştı.
size="3">Operasyonlarda 28 tutuklu ve
hükümlü yaşamını yitirdi. 6 kadın diri diri
yakılarak öldürüldü. Buna karşın dönemin Adalet
Bakanı 28 insanın ölümüyle sonuçlanan
“Operasyonun çok başarılı olduğunu
söylemişti”.
Bu
planlı bir saldırıydı, kırımdı, imhaydı: Ümraniye
Cezaevi’ndeki “Hayata Dönüş
Operasyonu” öncesinde, savcılarla Jandarma Bölge
Komutanlığı’nda gizli toplantı yapıldığı, aydınlardan oluşan
arabulucuların çalışmaları sürerken operasyona
hazırlanıldığı ortaya çıktı!
size="3">Ayrıca farkında mısınız bilmem? 10 yıl sonra tamamlanabilen
“Hayata Dönüş” iddianamesi, devlet
görevlilerinin, 12 mahkûmun ölümü, 29’unun
yaralanmasıyla ilgili davayı engellemek için gösterdiği
çabayı gözler önüne sererken; jandarma yetkilileri
operasyona katılanları yıllarca bildirmedi, valilik soruşturma izni
vermedi.
size="3">Nihayet biliyor musunuz bilmem? 19 Aralık 2000 günü
cezaevlerindeki ölüm oruçlarını sonlandırmak için
20 cezaevine eşzamanlı olarak düzenlenen “Hayata
Dönüş Operasyonu”nun sorumlulardan hesap sorulmadı.
size="3">Harekâtta 28 kişinin yaşamını yitirmesi konusunda
hiçbir kamu görevlisi ceza almazken tutuklu ve
hükümlüler aleyhine açılan davalarda ceza yağdı.
Bayrampaşa Cezaevi’nde 12 kişinin ölümüyle ilgili
soruşturma hâlâ sürerken savcılık askerlerin kimlik
bilgilerine ve adreslerine ulaşmaya “çalıştı” uzun
yıllar!
size="3">Sonra, sonra da “Hayata Dönüş”teki askerlerin
adını savcıya vermeyen jandarmanın altı yıl sonra biri
ölmüş ve iki eski askerin adını ilettiği ortaya
çıktı…
size="3">Bayrampaşa Cezaevi 19 Aralık 2000’de, “Hayata
Dönüş” diye anılan harekâtın uygulandığı 20
cezaevinden birisiydi. Siyasi tutukluların kaldığı C Blok’a
yönelik müdahalede 12 kişi öldü, 55 kişi yaralandı. C
Blok’taki operasyondan merkezi Ankara’da bulunan Jandarma Komando
Özel Asayiş Komutanlığı (JKÖAK) sorumluydu. Savcılığın
ısrarlı sorularına yanıt vermeyen jandarma altı yıl sonra konuştu.
Dava dosyası incelendiğinde verilen iki isimden birinin
“şehit”, diğerinin askerlikle ilişiği kesilmiş bir
rütbeli olduğu ortaya çıktı…
size="3">Oysa… Oysa harekâta Elazığ Komando birliğinden
katılan 332 kişinin isim listesi bilinmesine rağmen, bu kişiler
yargılama kapsamına alınmadı. Operasyonda yaşamlarını yitirenlerin
avukatlarından Oya Aslan, Ankara Özel Komando Birliği’ndeki
komutanlardan Burhan Ergin ve aynı birlikte jandarma başçavuşlar
Süleyman Bölükbaşı, Hidayet Yorgancı, teğmen Mustafa Arı,
uzman çavuşlar Latif Sarsu, Ramazan Yıldız, Mustafa Aksoy ve
Mustafa Katipoğlu’nun da operasyonda yer aldıklarını, ancak
hiç birinin dava kapsamına alınmadığını söyledi.
size="3">Avukat Aslan, “Ankara Jandarma Komando Özel
Asayiş Birliği mensubu bu kişiler operasyonun müdahale ekibinde
yer almışlardır. Dosyada bulunan bilgilerin dikkate alınmaması,
operasyonun tamamının sadece 39 ere yükletilmesi, bu erlerin sorumlusu
olan tabur komutanlarına, birlik komutanlarına dava açılmaması,
davanın göstermelik olarak açıldığının ve tarafsız bir
yargılamanın gerekleşmeyeceğinin bugünden göstergesidir,”
diye konuştu. İddianamede Elazığ Jandarma Komando Taburuna yer
verilmemiş olmasına dikkat çeken Aslan, “İddianameye
göre bu tabur operasyona katılmamıştır. Ancak buna karşın
iddianamedeki sanıkların tamamı Elazığ Jandarma Komando Taburu
askerleridir” dedi.
size="3">Ancak aldıran kim? Bu ne yaman bir “adalet” değil
mi?!
Bu
öyle bir sınıfsal adalet(sizlik)tir ki; ancak ve ancak
Platon’un, “Her yerde bir tek adalet ilkesi vardır:
Güçlünün çıkarı”; Anatole
France’ın, “Adalet, yerleşmiş adaletsizlikleri onaylamaya
yarar”; Clarence Darrow’un, “Adalet diye bir şey yoktur;
mahkemede de, mahkeme dışında da”; Can Yücel’in,
“Kanun çalacağız diye çıkıp orta yere Kanunu
çaldılar yere,” sözleriyle betimlenebilirken; bize de
ister istemez; Tacitus’un, “Devlet ne kadar yozlaşmışsa, o
kadar çok kanun olur”; Christopher North’un,
“Yasalar çiğnenmek için yapılmıştır,”
uyarılarını anımsatır…
size="3">Evet mevcut hâliyle “hukuk”un kim(ler)in yararına
işlediği belli! Bu nedenledir ki, nihayetinde Akif Cemil’in,
“Cesaretin bittiği yerde esaret başlar,” uyarısının
bilincinde olanların, “Nisan yağmuru, mayıs çiçeği
getirir,” diyen Kanada Atasözü’ndeki umutlu
kararlılığın direngenliğiyle yarattığı direniş çok
önemlidir.
size="3">ZİNDAN GERÇEĞİ
size="3">Gündelik basına dahi yansıyan Türk(iye) zindan
gerçeği deyip geçmeyin; sakın ola!
size="3">Örneğin ÇHD ‘Cezaevi İzleme Komisyonu’nun
hazırladığı rapor, cezaevlerindeki keyfi uygulamaları gözler
önüne serdi. Rapora göre, Edirne F Tipi Cezaevi’ndeki
ceza infaz koruma memurları, yakınını ziyarete giden bir kadın
görüşçüden pantolonunu çıkarıp kendilerinin
verdiği eteği giymesini istedi.
size="3">Rapora göre Kandıra F Tipi Cezaevinde bulunan R. A,
ziyaretçisine yan kabindeki başka bir tutukluya selam vermesi
nedeniyle üç ay görüş yasağı
aldığını anlattı.
size="3">Edirne F Tipi Cezaevi’nde M. Z. D isimli tutuklunun
anlatımına göre, kadın görüşçüsüne, x ray
cihazından geçerken sinyal öttü diye gardiyanlar
tarafından etek verildi ve pantolonunun çıkarılması istendi.
Ziyaretçilerin itiraz etmesi üzerine gözaltına alındığı
ve görüşçülere görüş cezası verildiği
kaydedildi.
size="3">Raporda şu bilgilere yer verildi: “Son olarak 21 Haziran 2010
tarihinde Tekirdağ 2 nolu F tipi hapishanesinde tutuklu bulunan Ferhat
Tüzer, Kemal Avcı, A. Burak Eryıldırım isimli politik tutuklular,
aynı koridorda bulunan başka bir hücredeki tutuklulara
işkence/kötü muamele yapılmasını slogan atarak protesto
ettikleri için hücrelerine giren pek çok ceza infaz koruma
memurunun fiziksel saldırısına, işkence ve kötü muamele
uygulamasına maruz kalmıştır. Bu durumun, tıbben tespiti ve
tutuklananların işkence ve kötü muamele nedeniyle ortaya
çıkan rahatsızlıklarının teşhisi ve tedavisinde de ciddi
sorunlarla karşılaşılmıştır.”
size="3">Raporda, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi’nde yapılan
arama sırasında A-22 Nolu hücrede kalan Mümtaz Dağ’a ait
kuru boya kalemlere “kantinde satılmadığı”
gerekçesiyle el konulduğu belirtilirken, aynı cezaevinde kalan B. K.
Y isimli tutuklunun gazeteden yaptığı kalemliklere hapishane ikinci
müdürü sakıncalı bularak el konuldu. B. K. Y’nin
“Ne tür bir sakınca var” sorusuna “İşlikler
dışında üretmek yasak” yanıtı verildi…
size="3">Yine ÇHD İstanbul Şubesi, Tekirdağ F Tipi
Cezaevi’nde yaşanan dayak ve işkence iddialarıyla ilgili raporunda
Kemal Avcı isimli mahkûmun gardiyanlar tarafından
bayıltılıncaya kadar feci şekilde dövüldüğünü
ifade etti…
size="3">Bunlarla birlikte BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş,
Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde Kayhan Kartal ve arkadaşlarına
yönelik işkence iddiasını gündeme getirdi (4 Ekim 2010
günü, Kartal ve arkadaşlarının kaldığı odaya giren cezaevi
görevlileri, mahkûmları çırılçıplak soyarak
saatlerce bekletip, yaşananların da cezaevi dışına yansıtılmaması
için tehditte de bulunmuştu)… Konuştuğu kürsüye
elinde “cezaevinde işkence ihbarı” mektubuyla çıkan
Demirtaş, “Ortada Evren darbesi yok. Erdoğan döneminde, 12
Eylül’de Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar birçok
cezaevinde yaşanıyor” dedi…
size="3">Yine Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde,
odalarında işkence karşıtı slogan atan üç tutuklu,
gardiyanlar tarafından feci şekilde dövüldü. Yetmedi
konuldukları süngerli odadaki süngerleri yırttıkları
gerekçesiyle “kurum malına zarar” vermek
suçlamasıyla 80 güne kadar hücre cezası
verildi…
size="3">Yine, yine… Tekirdağ 2 Nolu F Tipi
Cezaevi’nde tutuklu bulunan Ferhat Tüzer, Kemal Avcı ve
Ahmet Burak Eryıldırım işkenceye uğradı... Cezaevinde 21 Haziran
2010’da koğuşta bulunan bazı tutuklulara işkence uygulanması
üzerine, koğuş kapısına giden Avcı kapıyı çaldı. Bunun
üzerine kapıyı açan görevli ve yaklaşık 30 infaz koruma
memuru Avcı’yı darp etmeye başladı. Avcı’yı kurtarmaya
çalışan Tüzer ve Eryıldırım da işkenceye maruz kaldı. 3
tutuklu uzun bir süre darp edildikten sonra Avcı bayıldı.
Başlarında şişlik, sırt, omuz, ayak ve kollarında morluklar bulunan 3
tutuklu revire götürülmeleri gerekirken, iki saat daha ayrı
bir odada tutuldu…
size="3">Ayrıca izinsiz gösterilere katıldıkları iddiasıyla tutuklu
oldukları Pozantı Çocuk Tutukevinden Ceyhan M Tipi Cezaevi’ne
nakledilen yedi çocuk, koğuş değiştirmeye itiraz ettikleri
için 30-40 gardiyan tarafından coplarla
dövüldü…
size="3">Öte yandan çocuk ve genç tutukluların
açlık grevi yaptığı Maltepe Cezaevi’nden gelen haberler
Adana ve Diyarbakır’daki uygulamaları aratmıyor. İddialar
şöyle: Çocuklar cezaevine girişte dövülüyor,
çırılçıplak aranıyor, “Siz teröristsiniz”
deniyor, sosyal alanlara çıkarılmıyor, revire
gönderilmiyorlar. “Çatıya kaçan topu almaya
çalışmak” bile disiplinlik suç
sayılıyor…
size="3">Amasya E Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan Çetin Dalga,
cezaevi yönetiminden gördüğü işkencelere ve baskılara
dayanamayarak 2 Ekim 2009 tarihinde bulunduğu hücrede kendini
yaktı… Vücudunda ikinci ve üçüncü derecede
yanıklar bulunması nedeniyle hiçbir ihtiyacını gideremeyen ve
Samsun Devlet Hastanesi Yanık Ünitesi’nde tedavi altına alınan
Çetin Dalga’nın ağabeyi Metin Dalga, “Kardeşimi bilerek
intihara sürüklediler,” dedi…
size="3">Buca’da Kırıklar F tipi Cezaevi’ndeki mahkûm
Mehmet Kılınç beyin kanaması nedeniyle kaldırıldığı hastanede
öldü. Cezaevi idaresi “intihar” açıklaması
yaparken ailesi Kılınç’ın gardiyanlarca
öldürüldüğünü
söylüyor…
size="3">Denizli D Tipi Cezaevi’ndeki bir mahkûmun ailesi
çocuklarının bir doktor ve gardiyanın ağır işkencesine maruz
kaldığını belirterek suç duyurusunda bulundu…
size="3">Nihayet! Cezaevi Savcısı Altan Ünlü, Muğla Devlet
Hastanesi’ne muayeneye getirilen hükümlü Erkan
Kaya’yı jandarma ve infaz koruma memurlarının önünde
muayene etmeyen Dr. Naki Bulut’a “devleti 19 lira 20 kuruş
zarara uğratmak”tan soruşturma açıldı…
size="3">Nihayet! Çeşitli cezaevlerinde 21 tutuklu ve
hükümlünün ölümcül hastalıklarla
mücadele ediyor… Evet, parmaklıklar ardında
ölümle savaşan pek çok insan var. Örneğin, 30
yaşındaki Metin Kara onlardan biri. Babası her gün hastanenin
mahkûm koğuşunda bakımını yapıyor, bebek mamasıyla besliyor. Bir
yıl önce hastalığı nedeniyle tahliye edilen Metin Kara
üç ay önce kesinleşen bir hapis cezası nedeniyle tekrar
cezaevine konuldu. Bu kez Adli Tıp Kurumu “Cezaevinde tedavi
görebilir” raporu verdiği için Dicle Üniversitesi
Hastanesi mahkûm koğuşunda tutuluyor. Baba Ahmet Kara
“Birkaç günlük ömrü kalmış, bari evinde
ölsün,” diyor…
size="3">ONLAR DİYORLAR Kİ
size="3">Burada bir parantez açmam gerek; sakın ama sakın ola ki
Onların bu zulmün karşısında “Ah, Vah” ettiğini
zannetmeyin; Onlar hepimize öğreten bir cüretle direniyorlar, baş
emiyorlar…
size="3">Onlar Erhan Bener’in “Büyük mutluluklar,
büyük acıların yanı başındadır”; Özdemir
İnce’nin, “Mutlak olan bir şey var dünyada, acı varsa
katmerli güller de var”; Hilmi Yavuz’un, “Acılar
kaldıysa dünden bugüne, elbet sorulacak bir hesap vardır,”
sözlerindeki kararlıkla karanlığa meydan okuyarak geleceğin yolunu
açıyorlar…
size="3">Avluda çok volta atmış, yaşadıklarına aşina eski bir
mahpusçu, “görülmüştür”
damgalı mektupların ne olduğunu bilen biri olarak Onlarla
yazışırım…
size="3">Şöyle der zindandaki 17. yılında 30 yıla mahkûm
kardeşim K. B., Bolu F Tipi’den:
size="3">“Günüm daha çok okuyarak geçiyor.
Zaten üç kişilik hücrede birlikte kaldığımız
arkadaşlarla ilk bir-iki ay konuşulacak konular oluyor, ondan sonrası
tekrarlara dönüşüyor. Bu yılları bulduğunda kimin ne zaman
ne söyleyeceğini, ne zaman ne yapacağını ezberliyoruz. Ki bu durum
okuduğumuz çoğu kitap için de geçerli. TV’ye de
günde yarım saat haberlere bakmak yetiyor. Onun dışında bir sinema
filmi varsa, bazen de dizilere bakıyoruz. En çok radyo dinliyoruz.
Müzik iyi geliyor. Ama o da çok sınırlı. Buralarda öyle
Türkçe-Kürtçe yayın yapan demokrat radyolar yok.
Olanlar da hep kendini tekrarlıyor ve popüler müzikten başka bir
şey yok. Biraz TRT 3’de yabancı müzikler dinlemek iyi
oluyor.
size="3">Üç kişilik bir dünya bir yanda, diğer yanda
yaşamın kendisi… Üç kişiyle o yaşamı,
günleri, ayları, yılları doldurabileceğimizin en sıkı şekilde
doldurmaya çalışıyoruz. Hücreler dubleks, yaklaşık 4x4 metre
boyutunda üst kat yatakhane, alt kat da mutfak tezgâhı, banyo ve
oturma salonu hepsi bir arada. Havalandırma 8x4 boyutlarında. Haftada bir
(ayda üç defa) üç hücrede kalan arkadaşlar
görece daha büyük salonlarda (açık görüş
mekânlarında) bir araya geliyor veya spor salonunda aynı
üç hücredeki arkadaşlarla çıkıyoruz. Bu
üç hücrelik grup ayda, bazen de iki ayda bir
değiştiriliyor. (…)
Bu
kadar içeri tanıtımından sonra biraz da hücrenin
üç üyesini tanıtayım:
F.
K.: Amed’li. Beş yıldır içeride, yaklaşık dört
yılı kalmış. Yani bizim için hem en yenimiz hem de en erken
çıkacak komünist arkadaşımız...
U.
F. S.: Erzurumlu. 17’ci yılının içinde… 30
yılı dolduracak...
size="3">Ben de 17. yılın son aylarındayım ve 30
yılı dolduracağım…”
size="3">Sonra Adıyaman/ Midyat M-Tipi’nden G. A.,
“Özgür olan her şeye gıpta ile bakar oldum.
Umutlarımızı soğutmuyor, azaltmıyoruz elbet ama yine de bir
müebbetlik için özgürlük çok uzak
diyarlar demek oluyor, ütopya hatta. Her şey, tüm hayat, sıcak
vakitler, güzel olan ne varsa o uzak diyar dediğim
özgürlükte saklı,” diye ekliyor…
size="3">Muş E-Tipi’nden S. O. da ekliyor: “…
Aslında bugünlerde çok üzgünüz. Yıllardır
cezaevlerinde sağlıkla ilgili sorunları siz de biliyorsunuz.
Hâlen de birçok cezaevi olmak üzere burada da ciddi ve
ölümcül hastalıklarla pençeleşen birçok
arkadaşımız mevcut. En son işte 19 Ekim 2010’da yaklaşık 15
yıldır cezaevinde olan arkadaşımız R. G. geçirdiği kalp krizi
sonrası hayata veda etti. Anlatılamayacak derece üzgün ve
kederliyiz. Elbette anısı yaşamımıza direngenlik katarak yaşayacak, ne
var ki insan yanıbaşında yaşanan ölümlerden daha bir derinden
etkileniyor. (…) Buralarda doğru düzgün bir doktor bile
bulunmuyor. Teşhis ve tanılar konusunda yaşananlar ise anlatılamayacak
derecede garip ve tuhaf. (…) Görüyorsunuz, sizle de
basından biliyorsunuz, ölümcül hastalığı olan
arkadaşlarımız bile olmadık sebeplerden bırakılmıyor.
Ömrünün son günlerini sevdikleriyle bile
geçirmelerine izin verilmiyor. Bu kadar acımasızlığa tarih
çok az tanıklık etmiştir. 12 Eylül zulmünün
izlerinden bahsedenler onun makyajlanmış hâlini
sürdürüyorlar. Söylenecek çok söz var. Belki
de sözün anlamsızlaştığı yerde,
noktadayız…”
size="3">Ardından da Tekirdağ 1 No’lu F Tipi’ndeki G. O.
suratım(ız)a çarparcasına; “Bizden çoktandır haber
almasanız da hâlâ, BURADAYIZ. Ve 1 aydır akıllara ziyan
cezalarla uğraşıyoruz. Ağırlaştırılmış müebbetliklerin
havalandırma sürelerinin yetersizliği ve üzerlerindeki ağır
tecritin giderilmesi için, ‘sadece biraz daha hava’
isteyen canlarımız için kapı dövme eylemi yapıyoruz. Mantık
belli burada hak aranamaz, sadece disiplin cezaları verilir. Şu an
ağırlaştırılmış canlarımızın çoğu yıllara varan iletişim
ve ziyaret cezası ile karşı karşıya. Burada durumlar
böyle…” haberini verir…
size="3">Oralardaki yani zindanlardaki “duruma” ilişkin
olarak Edirne1 No’lu F Tipi’nden B. N.’ın naklettiklerine
göz atalım bir de:
size="3">“Birkaç mektup ve faksımın kimvurduya gittiği Adana
dolaylarında ‘hak talepli’ bir mücadele
yürütmüştüm geçtiğimiz yıl. PTT genel
müdürlüğünden Edirne savcılıklarına kadar süren
bu uğraş en son Adana Cumhuriyet Savcılığı ve Tarsus Ağır Ceza
mahkemelerinde nihayetlendi. Her şey belgeli olduğu hâlde
görevlilere ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ posta-mahkeme ve
diğer masrafların da tarafımdan ödenmesine karar verildi. İşte
tipik bir adalet tecellisi pratiği…
size="3">Gerçi tek kuruş ödemişliğim yok ama kıyıda
köşede bekleyen minik minik borçların çetelesini
tutuyordur birileri. Çünkü itiraz ettiğimiz
kararların gidiş gelişine dair bir masraf kalemi çıkarıyor,
ardından da ‘ödeme emri’ gönderiyorlar. ‘Sen
misin ‘yüce’ Türk adaletini meşgul eden’
dercesine! Hani eğer ilaç niyetine bile olsa, tek bir sefer
mahkemeler taleplerimizi kabul etse, masrafları idareye ödetirler
sanırım. Ama böylesi tek bir emsal yok bu civarda…
Geçtiğimiz yıl, infaz hâkimliklerinin bir nevi idare noteri
olduklarını göstermek amacıyla, hapishane idaresinin aldığı
‘alıkoyma kararının reddi için’ değil de bu kez
‘onaylanması’, ‘kabul edilmesi’ talebiyle
dilekçe yazım. Ona da red geldi. Okumuyorlar
çünkü… Hazır bir şablon kararları var. Numaraları
değiştirip yolluyorlar. Sözler standart. İmla hataları
bile!”
size="3">Böylesi bir zulüm karşısında sanki dışarıdakilere
moral vermek isteyen bir güçlülükle “Bizler
iyiyiz... Günde 1 saat havalandırmaya çıkan ve tecrit rejiminin
en vahşi, uygulamasına tabi olan ağırlaştırılmış müebbet
arkadaşlarımızın buna itiraz ettiği için bir de ömür
boyu disiplin cezasına çarptırılması söz konusu. Burada
gündemimiz arkadaşlarımızın bu yaşam koşullarında asgari bir
iyileşme sağlamak. Ama her demokratik tepki gibi bizim tepkimiz de yeni
yaptırımlar getiriyor,” der Tekirdağ 1 No’lu F-Tipi’nden
U., T. K., F. O. A. ve eklerler:
size="3">“F tiplerinde ağırlaştırılmış müebbet
hükümlüsü tutsaklar tek kişilik hücrede:
-
Günde 1 saat havalandırmaya çıkıyor.
-
Yan hücresinde kalan diğer tutsaklarla beraber havalandırmaya
çıkmasına izin verilmiyor.
-
Kaldıkları hücrenin camı tam
açılmadığı için yeterli hava almıyor.
-
Haftada bir gün temizlik, hücrenin havalandırması vs. için
kapılarının tam gün açık bırakılması talebi
karşılanmıyor.
size="3">İdam kaldırıldı ama ağırlaştırılmış müebbetlik
tutsaklar ömür boyu çok daha ağır koşullarda yaşamaya
mahkûm edilmiş durumdalar.
size="3">Ağırlaştırılmış müebbetliklerin havalandırma
sürelerinin uzatılması ve insanî yaşam standarlarının
sağlanması için gerekli duyarlılığın gösterileceğine
inanıyoruz…”
size="3">Onların da Tek-el işçiler gibi, Kürtler gibi,
öteki(leştirilen)ler gibi dayanışmaya ihtiyaçları var;
ve onlar biz(ler)den sadece bunu istiyorlar ki, bu istekleri de analarının
ak sütü gibi helaldir…
size="3">SURATI KIZARMAYAN İKİYÜZLÜLÜK
size="3">Düşünce ve ifade özgürlüğünden
yaşam hakkımıza dek her şeyin egemenliğin tasallutu, tehdidine maruz
bırakıldığı, kaldığı vahşet kesinde, zalimlerin ikiyüzlü
suratı asla kızarmamaktadır…
size="3">Diyarbakır 5. Nolu zindanı, Mamak, Metris ve ötekiler
geçmişte kalmadı; yok böyle bir şey! Gül yüzlü
Güler Zere’yi anımsayın, bir de Engin Çeber’i!
Bunlar, anlatmak istediğim her şeyi açıklar,
anlatır…
size="3">Örneğin Metris Cezaevi’nde işkencede
öldürülen Engin Çeber davasının 22 Şubat 2010
tarihli celsesinde Metris Cezaevi İnfaz Koruma Başmemuru Nihat
Kızılkaya’nın avukatı Recep Onaran, “Mahkûmların iddia
ettiği gibi müvekkilim Engin Çeber’e iki tokat atmış
olsa bile bu işkenceye girmez. Bir avuç içiyle tokat vurmak
ölüme neden olamaz” derken; Adalet Bakanlığı da, Engin
Çeber’in işkenceyle ölümüyle ilgili davada
müebbet hapis cezası istemiyle yargılanan cezaevi
müdürü için “kınama” cezasıyla
yetindi.
size="3">Ayrıca işkence nedeniyle ölen Engin Çeber’in
cezaevi kameralarınca kaydedilen son görüntülerini inceleyen
bilirkişi “tehdit ve korkutma yok” dedi…
size="3">Nihayet Engin Çeber’in işkence sonucu
ölümü nedeniyle ailesinden özür dileyen devlet,
şimdi aynı aileye “terörist” dedi!
size="3">Bunlar böyleyken yine T.“C”; 7 Ağustos 2010
günü cuma namazı çıkışı trafik polisiyle
tartıştığı için gözaltına alınıp, netleşmeyen
gerekçelerle adli karar alınmaksızın hapishaneye yollanması
ardından 8 Ağustos günü polisin, “Oğlunuz yemek yerken
boğuldu. Cesedini bir an önce alın” dediği 31 yaşındaki Tekin
Mikail’in ölümü için Belçika’ya nota
verip, konunun aydınlatılmasını, suçluların
cezalandırılmasını istiyor.
size="3">Bunda mahzur yok ama; hiç aynaya bakmaz
mı Onlar?
size="3">Örneğin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, Sincan F Tipi
Cezaevi’ne nakli sırasında çıplak aramaya karşı direnirken
kolu kırılan Lokman Laçin’in, tüzükte çıplak
aramanın yer aldığını söyleyerek, kendisine hiç bir darp ve
cebir uygulanmadığını söylerken…
Ne
kadar aydınlatıcı bir “adalet”, değil mi?
size="3">“SONUÇ YERİNE”: BİR KAÇ
KELAM
size="3">Diyeceklerimi toparlıyorum: (C)Ezaevlerine dikkat! Kalbimizin
yarısı orada olmalıdır…
size="3">Alışmayın, kanıksamayın ve asla “Evet” demeyin
zindanlarda olanlara…
W.
Goethe’nin deyişiyle, “Pek çok şeye katlanmak
zorunluluğunu, bir tek
‘evet’ sözü doğurur”; unutmayın
bunu…
size="3">Oradakilerin kardeşlerimiz, yoldaşlarımız olmaktan öteye
geleceğimiz, cüretimiz, bizi var edecek insanî direngenliğimiz
olduğunu nakşedin yüreğinize, bilincinize…
size="3">Hayır kayıtsız kalan insanlara; itirazdan ve gerçeğin
dillendirilmesinden hoşnut olmayanlara; basit ve yüzeysel maruzatlara
sarılarak başkaldıran/ direnen her şeyi suçlamaktan zevk alanlara
prim veremezsiniz; …
size="3">Onlar; gelmesi biraz gecikse de, gelecek bir aydınlık için
dövüştükleri ve hâlâ da dövüşmeyi
sürdürdükleri için zindanlardadır…
size="3">Şimdi Onların silahları sadece vücutları ve teslim
alınması mümkün olmayan iradeleridir…
Bu
irade, kararlılık, cüret, bilinç hep diri tutulup,
çoğaltılmalı/ toplumsallaştırılmadır; “Her zaman
düşünmeliyiz ki cesurca yapılmış bir atılımı
sürdürmek için yeni cesaret gerekir, çünkü
alışılmamış olanı alışılmış araçla başaramayız,”
diyen W. Goethe’nin, “Bir şeyin ancak devamı varsa değeri
vardır,” size="2">[3] diye
ekleyen kararlığıyla…
size="3">Dostoyevski’nin, “İnsan yaşamayı ve
yaşamayı aynı şey diye kabul ettiği zaman hürriyete
kavuşur”; Publius Syrus’un, “Eski haksızlığa boyun
eğmekle bir yenisini davet edersin,” sözlerine aşina olanlar;
Tevfik Fikret’in, “Haksızlık eden başları bir
gün… koparırlar” uyarısını unutmaz/ unutturmazlar
Onlar!
size="3">Kolay mı? “Elleri var özgürlüğün/
Gözleri, ayakları/ Silmek için kanlı terini,/ Bakmak
için yarınlara,/ Eşitliğe doğru giden,” diye haykırır
Oktay Rifat…
size="3">Kolay mı? “Gaddar olursa devlet, o millet eder kıyam/
Mağdur olursa millet, o devlet bulur hitam...” diye ekler
Abdülhak Hâmid Tarhan da…
size="3">Özetle Nâzım Hikmet’in, “Hiç kimseden
hiçbir şey beklemeksizin/ Bir şarkı söyler gibi
ölebilirlerdi,” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan
Onlar; yine Adnan Yücel’in, ‘Yeryüzü Aşkın
Yüzü Oluncaya Dek’ şiirindeki, “Yüreklerin
karartılıp satıldığı/ Ve aşkların/ Buruşturulup atıldığı
akşamlarda/ İnanç ki yenilmez kılar insanı” diye tarif
ettiği aşkların, tutkuların hülyalı, kararlı vazgeçmeyen
insanları yani insanlığın “has” insanları, isyankâr
çocuklarıdır…
size="3">Onları, sevdalı serüvenlerini belkemiksiz Beyoğlu
liberalleri, hiç mi hiç anlamaz!
size="3">Hani Orhan Veli (Kanık)’nin,
‘Cımbızlı Şiir’indeki, “Ne atom bombası,/ Ne
Londra konferansı;/ Bir elinde cımbız,/ Bir elinde ayna;/ Umurunda
mı dünya!” diye betimlediği İstiklal
Caddesi’nin “yorgun demokratları”ndan Orhan Pamuk,
Türkiye’nin hâlâ karanlık güçlerin
yönetimde etkili olduğunu işaret ederek, ‘Timeout Moskova’
dergisine açıklamasında, “Bu ülke akla uygun ve
düzgün kanunlarla yönetilmiyor,” diyor; doğrudur doğru
olmasına da bu; ancak “Yetmez ama Evet…” demekten başka
ne yapar bay Pamuk; insan hak(sızlık)larından zindanlara uzanan vahşet
karşısında? Mucib-i merakımızdır!
size="3">Bitiriyorum diyeceklerimi Necati Cumalı’nın,
“Son” şiirinden dizelerle…
size="3">“İçimden hep iyilik geliyor/ Yaşadığımız
dünyayı seviyorum/ Kin tutmak benim harcım değil/ Çektiğim
bütün sıkıntıları unuttum/ / Gelecek güzel günlere
inanıyorum/
size="3">Gelecek güzel günlere/ Sonunda galip geleceğine eminim/
İyiliğin, zekânın ve cesaretin/ İmanım var zaferine/ Aşkın,
adaletin ve hürriyetin…”
17
Kasım 2010 09:45:59, Ankara.
size="3">N O T L A R
size="2">[*] ‘10. Yılında Hapishanelerde Tecrit ve
Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu’nun (İstanbul) 28 Kasım 2010
tarihli “Tecrite Karşı Mücadelenin Dünü,
Bugünü” oturumuna sunulan tebliğ… Kaldıraç,
No: 116, Aralık 2010...
size="2">[1] William Blake.
size="2">[2] Işık Kutlu, “Sağırlaşmak”,
Atılım, Yıl:3, No:2009-1 (7), 11 Nisan 2009, s.10.
size="2">[3] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel
Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534,
2’inci baskı, 1986, s.101-133.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder