Bayrampaşa Hapishanesi, 19 Aralık 2000’de, Türkiye tarihindeki
en büyük katliamlardan biri olan hapishaneler katliamında,
devletin saldırdığı 20 hapishaneden yalnızca bir tanesi. Hayata
Dönüş Operasyonu adı verilen bu katliamda ölen 28 kişiden
12’si Bayrampaşa hapishanesinden, yine bu hapishaneden 55 kişi de
sakat kalmış.
Bugüne kadar bu katliamla ilgili, katliama uğramış tutuklu ve
hükümlülere açılan ve zamanaşımından düşen
dava dışında (devlet malına zarar vermek, devlet güçlerine
direnmek gibi suçlarla) dava açılamadı. Jandarma Genel
Komutanlığı katliamda görev alan askerlerin isimlerini hep sakladı,
Valilik soruşturmalara izin vermedi. Ancak 10 yıl sonra, yalnızca
Bayrampaşa Hapishanesi’nde yaşananlarla ilgili bu dava
açılabildi. Tek başına bu durum bile bu davayı sahiplenmek ve
elden geldiğince geniş bir kamuoyu oluşturmak için uğraşmak
gerektiğini gösteriyor.
Ne var ki davanın sanıkları da, hatta ilk duruşmanın baştan sona
kendisi de davanın bu önemini yansıtacak şekilde değildi ve bu
bilinçli olarak böyleydi. Duruşmanın yapıldığı salon
küçücüktü. Müşteki avukatları 70-80 kişi
vardı. Avukatların büyük bir kısmı ayaktaydı
çünkü oturacak yer yoktu. Gazeteciler, mağdur yakınları
gibi pek çok kişi de duruşmayı ayakta izledi. Salonda ara ara nefes
almak zorlaşıyordu. Salonun ortasında sanıkların bulunduğu
bölüm vardı ve etrafına Çevik Kuvvet polisleri
dizilmişlerdi. Sanıkları oturdukları yerlerde ancak polislerin
aralarından görebiliyordunuz. Mikrofon kullanılmadı, sanıklar
hâkimin önüne giderek ifade veriyorlar, avukatlar soru
sorarken genelde avukatların yüzüne bakmıyorlardı. Mikrofon
olmadığı için, bırakın izleyicileri, zaman zaman avukatlar bile
sanıkların verdiği cevapları duyamıyorlardı. Avukatların talep
etmesine rağmen kamera sistemi çalıştırılmadı. Yani
Türkiye’nin en büyük katliamlarından birinin
davasını, tarihi bir davayı, devlet kayda alma gereği duymadı. Gerek
hâkimlerin, gerekse savcı ve sanık avukatlarının tavırları, bu
dava önemsiz, sıradan, herhangi bir davaymış gibiydi (Duruşmanın
sonlarına doğru avukatlardan biri dayanamayarak bu tavra şiddetli bir
tepki gösterdi).
Hâkimlerin bile böyle önemsemez tavırlar içinde
olduğu bir davada sanıklar da doğal olarak son derece ciddiyetsiz ve
laubali bir tarz içindelerdi. Gülüyorlardı. Canları
istediği zaman yerlerinden kalkıp duruşma salonunun dışına
çıkıp geliyorlardı. Ellerinde telefonlar vardı, telefonları
çalıyordu, kalkıp çıkıp konuşanlar ya da mesaj yazanlar
oluyordu. Ancak avukatların bu duruma gösterdiği tepkilerden sonra
hâkim tarafından göstermelik sert bir tavırla
“telefonlarınızı kapatın, salondan izin almadan
çıkmayın” uyarısı yapıldı; ondan sonra parmak kaldırıp
çıkmaya başladılar, telefonlar ise çalmayı
sürdürdü. Katliamı yaşamış ve halen hapishanede bulunan
bir tutsak duruşmaya müşteki olarak katılmıştı; katliamın
sanıkları serbestçe hareket ederken katliamın bu mağduru ise bir
sandalyede, iki yanında iki jandarmayla, sağdan sola bile dönemeyecek
durumda duruşmayı dinledi. Hani “taşları bağlayıp itleri
salmak” diye bir deyim vardır ya, duruşma işte o havadaydı.
src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/19aralik2000_2.jpg" style="width:
353px; height: 250px; float: right;" />Duruşma sırasındaki bu
davranışlar elbette bir sonuçtu; devletin davaya yaklaşımındaki
önemsemezlik, ciddiyetsizlik en başta sanıkların kimliklerinden ve
iddianameden belliydi. Sanıklar 39 erdi. İçlerinde bir astsubay
vardı, en önce o ifade verdi. Sonra ifade verenlerden biri de tim
komutanı bir asteğmen olduğunu söyledi. Geri kalanlar, operasyon
sırasında askerliklerini yapmakta olan erlerdi. Türkiye tarihinin en
büyük katliamlarından birinin emrini verenlerden hiç kimse,
yani 1. dereceden suçlular, yani dönemin Başbakanı Bülent
Ecevit, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, dönemin
Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel
Müdürü Ali Suat Ertosun, Genelkurmay Başkanı başta olmak
üzere dönemin kuvvet komutanları ve rütbeli askerleri sanık
sandalyesinde değillerdi. Onlar o günden bugüne itibarlı
yaşamlarını sürdürmekteler; aralarında terfi ettirilenler,
devlet üstün hizmet madalyalarıyla ödüllendirilenler
var.
Okunduğu sırada avukatların “bu iddianame değil, fezleke”
diye niteledikleri iddianame davanın ciddiyetini yansıtmaktan uzaktı.
Savcı operasyonla ilgili kanıtlanmış birtakım bilgileri bile iddianameye
koyma gereği duymamıştı. Öte yandan meşru müdafaayı da
içeren ve hepsi sanıklar için ceza indirimleri getiren
dört maddeye yer verilmişti. Avukatlar bir katliam için meşru
müdafaadan kesinlikle söz edilemeyeceğini, diğer maddelerin de
geçerli olamayacağını, böyle bir iddianame hazırlayan savcı
hakkında da suç duyurusu gerektiğini söylediler (Bu
tartışmaların tamamı tutanaklara geçirilmemiş). Ancak savcının
istediği tüm indirimlerin uygulanması halinde dahi sanıklara
verilecek cezanın 100 yılı aştığını belirttiler ve gülüşen
sanıkların durumun ciddiyetinin farkında olup olmadıklarını
sordular.
Duruşmanın başında müdahillik tartışması yaşandı. Katliamdan
zarar gören tutuklu ve tutuklu yakınlarının yanı sıra katliam
sırasında hapishanede bulunan ama fiziksel zarar görmemiş olan
tutuklu ve hükümlüler de davaya müdahil olmak istediler.
Ayrıca İzmir Barosu, Mersin Barosu, İnsan Hakları Derneği, BDP,
Çağdaş Hukukçular Derneği vb. örgütlerin de
müdahillik talepleri oldu. Burada avukatların savunusu önemliydi:
Bir toplumsal suçtan, bir insanlık suçundan “zarar
gören” olmanın fiziksel zarar görmeyle
sınırlandırılamayacağını savundular. Ancak mahkeme, fiziksel zarar
görenler ve onların yakınları dışındaki müdahillik
taleplerini reddetti. Duruşmayı izlemeye Atina Barosu, Düsseldorf
Barosu ve Roma Barosu’ndan da birer avukat gelmişti; onlar da
müşteki avukatları yanında davaya katılmak istediklerini
söylediler ama yalnızca “gözlemci” olarak kayda
geçirildiler. Sanık avukatı olmak üzere Baro tarafından
atanmış bir avukat davanın başında, “iddianameyi okuduktan sonra
sanıkları savunmak istemediğine karar verdiğini, müşteki
avukatlarının yanına geçmek istediğini” belirtti.
Böylece sanık avukatlarının sayısı 3’e inmiş oldu.
Hâkimin yaklaşımı başından belliydi. Hâkim, ifade veren
sanıkları kesinlikle sıkıştırmadı. Sanıklar iki cümle önce
söyledikleri bir şeyi, avukatlar tekrar sorunca
“hatırlamıyorum” diyerek inkâr ediyorlardı.
İfadelerinde ciddi çelişkiler, boşluklar, yalan olduğu
apaçık noktalar vardı. Hâkim hiçbirisinin üzerine
gitmedi. Kendisi gitmediği gibi, avukatların da gitmesine izin vermedi.
Avukatların sorgusunu, “bu hızla söylerseniz zapta
geçirilemiyor” bahanesiyle sürekli kesti ve yavaşlattı.
Avukatların o zaman kayıt alınsın talebi yine yanıtsız kaldı.
Ağızdan çıkan her cümleyi hâkim kendisi yineleyerek
kâtibe yazdırdı. Bu nedenle avukatlar sürekli “şunlar da
zapta geçirilsin” uyarıları yapmak durumunda kaldılar, yine
de tutanaklara geçirilmemiş birçok şey var. Avukatlar bu
işleyişin yasalara aykırı olduğunu, ya kâtibin her şeyi
söylendiği şekliyle yazması ya da kayıt alınması gerektiğini,
hâkimin yazdırma hakkının bulunmadığını söylediler,
“burada gelenek böyle” diye kestirip attı hâkim.
Kısacası mahkeme heyetinin safı açıkça ortadaydı.
Sanıklara gelince; toplu hafıza kaybına uğramış gibiydiler.
Hiçbir şey hatırlamıyorlardı. 18 ay askerlik yapmış kişiler
olarak bölük komutanlarının adını bile hatırlamıyorlardı.
Görünen oydu ki sanıklara ifadeleri ezberletilmişti. Ayrıca
“aslansınız, kaplansınız, kahramansınız, korkmayın,
hiçbir şey olmaz, devlet arkanızda” filan denerek sırtları
da sıvazlanmıştı anlaşılan. O güven içinde istedikleri gibi
“hatırlamıyor, bilmiyor, susma haklarını kullanıyorlardı”.
Kimisi öyle abarttı ki “okuma yazmanız var mı?” sorusuna
bile “susma hakkımı kullanıyorum” diye yanıt verdi (Nitekim
avukatlar da susma hakkının bir hak olduğunu vurgulamakla birlikte,
sanıkların bu hakkı kullanış biçimindeki samimiyetsizliğe dikkat
çektiler).
Hepsinin ifadeleri aynıydı: Katliamdan üç
gün önce İstanbul’a gelmişler, Hasdal
Kışlası’na yerleşmişler, hapishanelere müdahale edeceklerini
bilmiyorlarmış, toplumsal olaylara müdahale amaçlı
getirilmişler, o üç gün içinde yalnızca bu
yönde bir eğitim almışlar, operasyon günü sabah 4:30-5:00
civarı hapishanelere gitmişler, kesinlikle ama kesinlikle hapishanenin
içine girmemişler, kimisi otobüsten bile inmemiş,
bütün gün dışarıda beklemişler, üstlerinde robokop
giysileri varmış, silahları yokmuş, yalnızca copları varmış,
operasyon bitince içeriden çıkan –ve kesinlikle yaralı
olmayan- tutukluları 60-70 metre ilerdeki bir bölüğe teslim
etmişler, tek görevleri buymuş, silah ya da bomba sesi duymamışlar,
yalnızca hapishaneden çıkan bir duman görmüşler, yaralı
kimseyi görmemişler ama içerde yaralılar olduğunu duymuşlar.
Hepsi bu.
Sanıkların 2006 yılında jandarmaya verdikleri ifadeler var; ancak hepsi
bu ifadelerini duruşmada reddettiler. Çünkü bu ifadelerde
Bayrampaşa hapishanesinin içine girdiklerini, tutuklulara
müdahale ettiklerini belirtiyorlardı. Oysa duruşmada birçok
sanık Bayrampaşa hapishanesine gittiğini bile reddetti, Ümraniye
hapishanesinde görev yaptıklarını, İstanbul’u tanımadıkları
için 2006 yılındaki ifadelerinde karıştırdıklarını
söylediler. 2006 ifadelerinin niye bu şekilde olduğu sorusuna yanıt
olarak, o dönem psikolojik tedavi göreni mi istersiniz, uzun
süreli isim hafızası zayıf olduğu için o şekilde ifade
verdiğini söyleyeni mi… Ama çoğunun verdiği cevap
aynıydı: “Hatırlamıyorum”!
Sanıklardan birisi, kendisini biraz sıkıştıran avukatın
önünden geçerek yerine giderken “orospu
çocuğu” diye küfür etti. Avukatlar buna doğal olarak
şiddetli tepki gösterdiler. Ama hâkim çok babacan bir
adamdı sağ olsun, hoş gördü…
src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/hacer_arikan.jpg" style="width:
301px; height: 167px; float: left;" />Katliam mağdurlarından iki kişi
ifade verdi. İlki duruşmanın başında, sağlık sorunları
nedeniyle hemen ifade verip gitmek isteyen, Bayrampaşa Hapishanesi C-1
koğuşundan ağır yaralı olarak kurtulan Hacer Arıkan’dı.
Özellikle kimyasal ama ne olduğu hâlâ bilinmeyen, alev
çıkarmadan yakan, üzerlerindeki giysiler sağlam kaldığı
halde deriyi ve iç organları kavuran bombalardan söz etti.
Örneğin parmakları yandığı ve kullanılamaz duruma geldiği halde
avcunun içinde bir yanık olmadığını gösterdi. Yüzlerce
kurşun, gaz bombası, kusturucu-göz yaşartıcı bombanın yanı sıra
kullanılan bu özel bombanın derileri erittiğini, derisinin damla
damla yere döküldüğünü gözleriyle
gördüğünü söyledi ve “beni neyle yaktılar,
bilmek istiyorum” dedi. Hacer Arıkan son bir yıl içinde 8 kez
ameliyat olduğunu, operasyondan bugüne kadar olduğu toplam ameliyat
sayısını ise hatırlamadığını söyledi. Bombaların tavanlar
delinerek yukarıdan bırakıldığının ispatı olarak, başındaki peruğu
çıkararak kafatasının ne duruma geldiğini gösterdi. Bu anı,
bu görüntüyü yazmak istemiyorum.
Davanın sonunda ifade veren ikinci katliam mağduru, yine C-1 koğuşundan
daha hafif yaralı olarak kurtulan Münevver Köz’dü.
Münevver Köz, başından sonuna kadar bütün operasyonu
anlattı: Operasyon öncesini, F tiplerine karşı başlatılan
ölüm oruçlarını, heyetlerle görüşmeleri,
devletin olumlu süren ve sonuca yaklaşan görüşmeleri kasten
kestiğini çünkü bu operasyonun önceden planlanmış
olduğunu, devletin oraya tutukluları öldürmek amacıyla
geldiğini, kendilerinin sabah 5 sularında kurşun sesleriyle
uyandıklarını ve megafonlardan küfürler eşliğinde
“Hepinizi geberteceğiz. Buradan sağ çıkamayacaksınız”
denilerek operasyonun başlatıldığını, operasyonun başından sonuna
kadar nasıl geliştiğini, C-1 koğuşunda 6 kadının nasıl diri diri
yakıldığını, hafif yaralı kadınlar kurşun ve bomba yağmuru altında
içeride yanan arkadaşlarını dışarı çıkarmaya
çalışırken tavanda açılan deliklerden ve mazgallardan
askerlerin kahkahalarla gülerek küfürler etmeyi
sürdürdüklerini, devletin “tutukluların silahları
vardı, karşılık verdiler” açıklamalarının yalan
olduğunu, içeriden dışarıya doğru ateş açılmadığının
raporlarla kanıtlandığını, sanıkların ifadelerindeki yalanları,
hepsini ayrıntılarıyla ve adım adım anlattı.
Davanın beni en çok etkileyen anlarından biri Münevver
Köz’ün sanıklardan birisini teşhis ettiği andı. Sanık,
Ümraniye hapishanesinde olduğunu, Bayrampaşa’ya hiç
gitmediğini söylerken Münevver Köz ayağa kalktı ve
“Operasyonun sonuna doğru, 6 kadın yukarıda yanarak can vermişken,
aralarında ağır yaralıların da olduğu geri kalanlara ise
çıktıkları havalandırmada tam 3 saat boyunca basınçlı su
sıkılmasının ardından, başlarında bir komutanla silahlı askerlerin
havalandırmaya girdiklerini ve silahları doğrultarak kadınların
etrafını sardıklarını, bu sanığın da o askerler arasında olduğunu,
yüzünü, özellikle de gözlerini çok iyi
hatırladığını” söyledi. Sanık ise, önceki laubali
hareketlerini sürdürerek “Ben demek emre itaatsizlik
etmişim, çünkü beni Ümraniye’ye
yollamışlardı, Bayrampaşa’da ne işim var, yalan mı
söyleyeceğim” gibi laflar etti. Bir an duraksamadı bile…
Aralarında bir metre mesafe vardı. Karşı karşıya duruyorlardı. O
böyle konuşurken, Münevver Köz dimdik sanığın
yüzüne, gözlerine bakıyordu. Hâkim üstüne
gitmedi tabii ve bunlar zapta geçirilince sanık yerine
döndü. Yerine dönerken onu izledim, arkadaşları
“yandın sen oğlum” der gibi mimikler yaptılar sırıtarak, o
da sırıtıyordu. Bu nasıl bir bilinç durumu, nasıl bir insanlık
durumu, bu nasıl bir şey… Bazı duygular, düşünceler
yazıya dökülemiyor.
Davanın ilk duruşması bu şekilde sona erdi. Avukatlar sanıkların
çelişkili ifadelerine dikkat çekerek, delilleri karartma
şüphesi dolayısıyla tutuklu yargılanma talep ettiler, reddedildi.
Zaten hâkim, avukatların itirazlarına rağmen duruşmayı saat
22:30’a kadar sürdürerek tüm sanık ifadelerinin
alınmasını özellikle tamamlamıştı. Bundan sonraki duruşmalara
büyük olasılıkla sanıklar katılmayacaktır. Nitekim
avukatların “sanıklar tüm duruşmalarda hazır
bulunsunlar” talebi de mahkeme tarafından reddedildi.
src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/19aralik2000_3.jpg" style="width:
291px; height: 173px; float: right;" />Devlet 39 er üzerinden kendisini
aklamaya çalışıyor, evet. Bu insanlar elbette suçludurlar
ama bu katliamın birinci, hatta ikinci dereceden bile suçluları
değiller. Buna rağmen, ancak 10 yıl sonra açılabilmiş, en
azından katliamın mahkeme tutanaklarına geçirilebildiği, katliam
operasyonunun kamuoyunda yeniden gündeme gelmesini sağlayan bu davanın
yanında olunması yine de çok önemli. Bayrampaşa davası
herkese, hepimize nasıl bir ülkede yaşadığımızı bir kez daha
gösteriyor.
Son olarak, davanın gerektiği kadar geniş bir şekilde
sahiplenilmediğini gördüğümü de söylemek
istiyorum. TAYAD, Halk Cephesi, BDP’den temsilen iki kişi, Sırrı
Süreyya Önder, Yalçın Küçük, Pınar Sağ,
müşteki avukatları arasında yer alan Eşber Yağmurdereli gibi
birkaç isim dışında hiçbir siyasi grubu, partiyi, demokratik
kitle örgütünü, aydını görmedim Adliye
önünde. Oysa 19 Aralık, Türkiye’de yaşanmış en
büyük katliamlardan biri; öldürülmek istenen ise
devrimcilerin şahsında demokrasi ve sosyalizm mücadelesidir.
Üstelik Hayata Dönüş Katliamı’nın, dönemin
Başbakanı Bülent Ecevit’in “Hapishaneler sorununu
çözmeden IMF programını uygulayamazdık” demecinden de
anlaşılacağı gibi, salt hapishane sorununu kat kat aşar nitelikte bir
siyasi ve toplumsal anlamı vardır. 19 Aralık hapishaneler katliamını,
kendi gündemi olarak görmeyen hiçbir örgüt, kurum
ya da kişi, bu ülkede demokrasi veya sosyalizm mücadelesi
verdiğini düşünmemeli.
Elif Aksu Kaya
İVME Dergisi Yayın Kurulu Üyesi