30 Kasım 2010 Salı

TARTIŞIYORUZ: Demokrasi ve Demokrasi Mücadelesi

TARTIŞIYORUZ: Demokrasi ve
Demokrasi Mücadelesi

TARTIŞIYORUZ!

Yürürken, işe giderken, yemek yerken, iş yaparken;
otobüste, vapurda, trende, minibüste; hastanede, iş
yerlerimizde,  evimizde, sokağımızda, mahallemizde, ilçemizde,
şehrimizde, ülkemizde ve dünyada  tanık olduğumuz,
ailemizden ve dostlarımızdan dinlediğimiz, gazetelerden okuyup, 
televizyonlardan seyrettiğimiz bizlerin içini buran, vicdanımızı
sızlatan, “bu kadarda olmaz ki!” dedirten olaylar, durumlar ve
gelişmeler karşısında ki düşüncelerimiz ve tutumumuz bizleri
insan olmakla/olmamak; yurtseverlikle/milliyetçilik;
demokratlıkla/gericilik; devrimci olmakla/faşist olmak arasındaki
tercihlerimizi belirliyor.

 Bu tercihlerimizi neden bilinçli olmasın? Neden dünyayı
anlamak, yorumlamak ve değiştirmek görevimizi  bilerek
yapmayalım? Neden, sağda/solda değil de, devrimci ve demokrat
güçler safında yer aldığımızı; bu güçler
arasında ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilerek, anlayarak
ve anlatarak öğrenmeyelim?

O zaman okuyalım, soralım ve TARTIŞALIM…..

+İVME Dergisi olarak her gün olumlu veya olumsuz karşımıza
çıkan durumları bilince çıkarmak ve yaşamımıza uygulamak
için TARTIŞMAYA karar verdik.  Her ay bir konuda sohbet
ortamında görüşlerimizi sunmak ve birlikteliğimizi geliştirmek
için TARTIŞIYORUZ…

Bu ay ki konumuz: DEMOKRASİ VE  DEMOKRASİ
MÜCADELESİ

Sizleri de aramızda görmek, düşüncelerinizi bilmek ve
sizlerden bir şeyler öğrenmek istiyoruz.
SİZLERİ BEKLİYORUZ!

 

YER: İvme Büro - Abidei Hürriyet Cad. Yasemin
Apt. No: 209/15 Şişli İSTANBUL

TARİH: 05 Aralık 2010 Pazar

SAAT: 14.00

Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu Gerçekleştirildi

Tecrite Karşı Mücadele
Sempozyumu Gerçekleştirildi

10. Yılında Hapishanelerde Tecrit ve Tecrite Karşı Mücadele
Sempozyumu

Tecrite Karşı Mücadele Platformu (TKMP), 27-28 Kasım tarihlerinde
"10. Yılında Hapishanelerde Tecrit ve Tecrite Karşı Mücadele
Sempozyumu" adıyla bir sempozyum düzenledi. İstanbul, Su
Tiyatrosu'nda gerçekleştirilen sempozyum, hapishanelerde
hayatını kaybeden devrim şehitleri için saygı duruşuyla
başladı.

Sempozyumda ilk sözü alan Nihat Göktaş platform adına
yaptığı konuşmada, hapishanelerde başta tecrit olmak üzere,
yaşanan tüm hak ihlallerine, keyfi uygulamalara karşı birlikte
mücadele etmeye çağırdı.

Cezaevleri Merkezi Platformu (CMP) adına gönderilen mesajda ise
"Bilinçle ve azimle devrimci tutsaklar olarak tecrite karşı
tavizsiz direnmeye devam edeceğiz. Safını emekten, ezilenden, haklıdan
yana belirleyen her kişi ve kurumun bu mücadelede yer alacağına
inanıyoruz. Tüm halk kesim ve katmanlarını hedefleyen bu
topyekün saldırıya karşı tüm halk kesimlerinin birliğini
sağlamak en birinci görevdir" denildi.

Sempozyumun birinci oturumunda "Tecrit ve Hukuk" tartışıldı.
ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve Av. Rahşan
Aytaç birer konuşma yaptı.

F Tiplerinde 10 yıl boyunca yaşanan sorunları anlatan Kozağaçlı,
"Burada her şey sorundur. Dolayısıyla her şey direnç
konusudur. Giyim kuşamınız, takmaya çalışılan yaka kartları,
ayakkabı bağcıkları, iletişim araçları..." Tecrit
saldırısının izolasyon ve tredman boyutları olduğunu vurgulayan
Kozağaçlı tecrite neden direnmek gerektiğini anlatarak
"Bugün ‘ayağa kalkın ne olacak...  Yakalarınıza
kartları takın ne olacak... Telefonda adınızı tekmil gibi verin ne
olacak...’derseniz, yarın bir gün kafaları kazıtılır, toplama
kamplarındaki gibi muamelelerle karşılaşılır. Hızla arkası gelir,
kişiliğinizden soyundurulursunuz" dedi.

Ezilenlerin Hukuk Bürosu Avukatı Rahşan Aytaç ise 10 yıllık
İmralı tecridinin 10 saatlik sohbet hakkı uygulaması ve İmralı'ya
götürülen tutuklularla kısmi olarak delindiğini
söyledi.

Sempozyumun ikinci oturumunda "tecrit, sağlık ve hasta
tutuklular" konusu tartışıldı.

SES üyesi Meryem Özsöğüt, F Tipi hapishanelerinin
üç uyaran olan; ses, koku ve ışıktan yoksun olduğunu
söyledi. "İnsanlar üzerinde bir araştırma olmasa da F
tiplerinde bu üç uyaranın yokluğu; huzursuzluk, gerginlik,
paranoyaya varan şüphecilik, iletişim kuramama sorunu yaşatıyor.
Yaşanan alanın dar olması, görüş mesafesinin 8 metrekare ile
sınırlı olması, gökyüzünün 30 metrekare ile
sınırlanması göz bozukluklarına neden oluyor. İşitsel sorunlar,
sinirsel tipte sağırlık, kulak çınlamaları, denge problemleri de
sıklıkla yaşanıyor" dedi.

Ölüm Orucu direnişçilerinden Tekin Yıldız ise yaptığı
konuşmada "Bize ya teslimiyet ya da direniş yolu kaldı. Dost da,
düşman da direndiğimizi gördü. Biz bu gerçekliğin
nedenlerine inmediğimizde, basit algılanabilir. ‘Ayakkabısını
neden çıkarmıyor, annesi uzaktan geldi’ denilebilir. Ama ona
yabancılaştırmak isteyen, iradesini yok saymak isteyen şeye karşı
direndiğini görmek gerekiyor. O dönem, bedenimizden başka siper
edecek bir şey kalmadığı için bedenimizi ortaya koyduk. Bunu
irdelersek toplumsal dayanışmayı anlayabiliriz" dedi. Son olarak
konuşan Remzi Uçucu’da insan vücudunun hareket etme
üzerine kurulu olduğunu ve 8-10 sene hareketsiz kalan vücudun bir
nevi isyan ederek hasta olduğunu söyledi. Bunun gibi insan
psikolojisinin sosyalleşmek için olduğunu söyleyen Uçucu
“Tecrit sonucunda ‘bıkkınlık’ dediğimiz depresyon hali
artıyor ve sonucu intihara kadar gidebiliyor” dedi. Özellikle
adli tutuklularda bu durumun çok fazla olduğunu söyleyen
Uçucu, “Örgütlü yaşamda ısrar etmenin tecriti
yenmekte belirleyici etkisi vardır. Buradan ne yapmamız gerektiğini de
çıkarıyoruz...” dedi.

Sempozyumun üçüncü oturumu ise "Tecrit,
tutukluların ve yakınlarının yaşamı" idi. TAYAD üyesi Nagehan
Kurt, TUYAB üyesi Sultan Bozkurt, ÇHD İstanbul Şube üyesi
Ebru Timtik, Ersin Sedefoğlu, Ümran Yurdayol ve Kenan Özyürek
F tipi hapishanelerinde yaşadıklarını, yakınlarının sorunlarına dair
konuştu.

Sempozyumun ikinci günü de “Tecrit,  Mimari Yapı ve
Personel” oturumunda Tores Dinçöz,  + İvme
Dergisi’nden Şule Karabaş, Dinçer Ergün, Süleyman
Acar, Teresita Castrillejo (Arjantin), Axel Alejandro A. Pimpin (Filipinler)
konuşmacı olarak katıldı. Oturumda söz alan konuşmacılar kendi
ülkelerindeki hapishaneler uygulamalarını anlattı. Oturumda TAYAD
adına söz alan Süleyman Acar, tecrite karşı mücadelede
TAYAD’ın 10 yıllık sürecini anlattı.

Halk Cephesi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Alınteri, Partizan ve
Demokratik Halklar Federasyonu temsilcilerinin konuşmacı olduğu
"Tecride karşı mücadelenin dünü ve
bugünü" oturumunda, tecritin amacı anlatılarak, F tipi
hapishanelerde geçiş sürecinde içeride ve dışarıda
yürütülen mücadele ve bugün bakımından tecrite
karşı yürütülecek mücadelenin görevleri
tartışıldı.

Halk Cephesi adına konuşan Metin Yavuz tecritin amacına değinerek,
tecritin bir teslim alma politikası olduğunu ve bütün bir halka
gözdağı olduğunu belirtti. Yavuz şöyle konuştu: "Siyasi
yapılardan DHKP-C ile birlikte 2 yapı F Tiplerine geçiş öncesi
Ölüm orucu eylemini başlattılar. Bazı siyasi yapılar
Ölüm Orucu eylemini F Tipi'ne geçişten sonra başladı.
Biz bunu eleştiriyoruz. Saldırıdan önce direnmek önemliydi. Biz
7 yıllık süren bir direniş ile tecrit saldırısına karşı
mücadeleyi sürdürdük ve son olarak 45/1 sohbet genelgesi
ile somut bir kazanımla mücadelemiz sonuçlanmıştır." />

Partizan adına söz alan Arzu Özdemir, F tipi hapishaneler
süreci 19 Aralık katliamında da içeride
yürütülen mücadele ile dışarıdaki mücadelenin
birleşmesi gerekliliğini,  ESP adına katılan Yunus Aydemir, 19
Aralık katliamının 10. yılında, katliam saldırısının
sorumlularının yargılanmadığı bir dönemde adalet
mücadelesinin sürdüğünü anlattı.

Alınteri temsilcisi Taşkın Türkmen, tecridin sadece tutuklu ve
hükümlülerin sorunu olmadığını vurgulayarak bu nedenle
sadece içeriden yürütülecek direnişle de kazanılacak
bir mücadele olmadığını dile getirirken, DHF'ndan Cemal Doğan,
10 yıldır politik tutukluların tecrit saldırısı ve hak gasplarına
karşı boyun eğmediğini ve mücadelelerini
sürdürdüklerini vurguladı.

Oturumların ardından TKMP’nin ortak metni okundu ve sempozyum sona
erdi.

 

www.halkinsesi.tv

29 Kasım 2010 Pazartesi

Perspektif: Disiplinimizin Mayasında Gönüllülük Vardır

Perspektif: Disiplinimizin
Mayasında Gönüllülük Vardır

        Adalet, mutluluk, saygınlık
gibi değerlerin; hak, özgürlük ve eşitlik gibi kavramların
yanı başında milyonların yoksulluğu, hor görülmesi ve
anti-demokratikliğin durduğu bir toplumda yaşıyoruz. Eğer bu
çarpıklıkların farkında olmak yetseydi, koskoca bir toplumu
değiştirmek kolay olurdu. Ne var ki bunları değiştirecek güç
bulunamadığı sürece bu adaletsizlikler, haksızlıklar toplumun
üstünde ur gibi büyüyor, acıları artırıyor,
kâbus gibi toplumun üstüne çöküyor. İşte
yığınların açmazı da burada başlıyor. Bilinçlere,
adaletsizliğe karşı yeni bir adalet, haksızlığa karşı direnç,
ezilmeye karşı başkaldırı, sömürüye karşı
sömürüsüz bir gelecek inşa etme uğraşı
yerleştirdikçe yeni bir insan niteliği ortaya çıkıyor.
Özgürlük, mutluluk, onur ve saygınlık bilinçli
insanda bu nitelikleriyle gerçek bir anlam kazanıyor, bir yaşam
biçimi halini alıyor. Kısaca bilinç, sistemin
çarpıklıklarına karşı koyma gücü buldukça, kendi
yaşamını bu çarpıklıklara yer vermeyecek değer yargıları
üzerine kurdukça kazanılıyor, gelişiyor. Daha da ötesi
inançlarımız, değer yargılarımız ye hayatı değiştirmekte ne
derece ısrarlı, tutarlı olduğumuza bağlı olarak bilinç, kendi
yaşamımızı yönlendiren aktif bir unsur haline geliyor.
        Yüzeyde ne kadar
bilinçli görünürse görünsün,
dışındaki gelişmelerin akışıyla sürüklenen başıboş bir
yaşamın, bilinçli, müdahaleci insan niteliğiyle
bağdaşmayacağı kendiliğinden anlaşılıyor.
        Oysa içinde
yaşadığımız sistem her gün böylesi nitelikler üretiyor,
her gün bu tarzda bir yaşamı insanlara empoze ediyor. Bu noktada
yaşamımızı belirleyen pek çok gelenek ve alışkanlıklarda
olduğu gibi bizzat yaşama ve çalışma sistemimizin kendisinde de
sistemin empoze ettiğinden başka yönde bir farklılaşma ortaya
çıkıyor. Ya gündelik hayatın gidişine kendini kaptırmış,
onun küçük ayrıntıları, hayatın küçük
zorunlulukları tarafından sürüklenen bir yaşam, ya da
inançları, değerleri, bunları elde etmedeki hırsı gündelik
hayatın her noktasına yansımış, mücadeleci, yaratıcı bir insan
tipi. Aradaki fark, milyonları atalet cenderesine aldığı
ölçüde bu sistemin işleyişinde çıkarı olanların
işine yarıyor; diğer yanıyla ise "boşa geçen her zaman
kayıptır, fazladan harcanan enerjidir" diye düşünen,
yüzü geleceğe ve kazanmaya dönük yaşam biçimiyle
çarpıcı bir karşıtlık ortaya koyuyor.
        Asıl mücadele bir
anlamıyla bu cephede veriliyor. Binlerce yıllık ezilmişliğin, baş
eğmenin, kaderciliğin uykusundan insanları uyandırma, bu geçmişin
herkese bulaşan tortularından arınmak, inatçı bir mücadeleyi,
amaçlarımızda ve ilkelerimizde ısrarlı olmayı gerektiriyor.
        Çürüyen,
tükenen, ama ayakta durmak için inat eden bir yapıyı yenisiyle
değiştirmek ondan daha inatçı, her şeyiyle mücadeleye motive
olmuş insanları öne çıkarıyor. Bu noktada disiplin özel
bir önem kazanıyor. Ve gündelik' hayatın her noktasında
yaşam biçimimizde tutarlılığın, özsaygının, verimliliğin
ve amaçlarına sıkı sıkıya sarılmanın denek taşı olarak
karşımıza çıkıyor. Gerçek bir bilinç unsuru
niteliği taşıyor.
        Disiplini bu şekilde kavramadan,
onu kendi yaşamımızda içselleştirmeden, bilinç unsurunu
irade eğitimi olarak algılamadan, daha ötesi hedefe varmak,
sonuç alıcı olmak ilkesiyle özdeşleştirmeden başarmak,
ileriye yürümek mümkün olmuyor. Her sistem, her sınıf
kendi geleceğine sıkı sıkıya tutunduğu ölçüde kendi
disiplinini yaratıyor. Gerici sistem bütün toplumu kendine
yabancı bir disiplin altında tutarak varlığını
sürdürürken, özgürlüğün insanları da
insanı kendi yaşamının efendisi yapan bambaşka bir disiplin
üzerinde yürüyorlar. Bu ikisi arasında, disiplin, dıştan
dayatılan bir zorlama, üstesinden gelinemeyen bir sıkıntı olarak
kaldığı sürece, yani ilkelerimizle yaşam ve çalışma
biçimimiz arasındaki tutarlılığı ifade eden öz disiplin
olayı haline gelmedikçe, gelişigüzel bir yaşamı beraberinde
getiriyor. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bu disiplini inşa edemeyen
birçok insan farkına varmaksızın sistemin disiplininin kıskacına
giriyor, ona teslim oluyor. Bu noktada mücadele insanlarının disiplini
büyük önem taşıyor. Ve akıntıya kürek çekmek
anlayışından, bilinçli insana yakışmayan rehavet geleneğinden
hızlı bir kopuşu dayatıyor.
        Sistemin temsilcileri,
sömürüde, yağmada, ihanet pahasına hak etmedikleri
zenginliklerin göbeğinde bencilce yaşamakta inatçıdırlar.
Sömürüden, kişisel çıkardan, eşitsizlik ve her
türlü adaletsizlikten gıdasını alan sistem, halka sopa zoruyla
önüne konulan pek çok kural dışında oldukça
köklü bir disiplini de dayatıyor. Bu disiplinin aracını sermaye,
amacını da kâr oluşturuyor. Sermaye öylesine büyük
bir disiplin aracı ki, her gün ve her gün milyonlarca insanı
kendi belirlemedikleri, kendilerine ve emeklerine yabancı bir yaşamın
kıskacı içinde yaşamaya zorluyor. Milyonlarca insanı onlara
yabancı tek bir amaç için, emeklerini sömürerek
kâr elde etmek için bir araya topluyor. Her şeyiyle bu amaca
göre belirlenmiş bir yaşamın içine kitleleri hapsediyor,
ilişkilerini, adetlerini, alışkanlıklarını, hatta nasıl
düşünmeleri gerektiğini belirtiyor. Sermayenin bu fabrika
içi disiplini, işyeri dışında da "yaşamak için yarın
yine emeğinin karşılığını alamamaya hazır" köleler olarak
aynı cenderenin içinde sıkıştırmaya devam ediyor. Böyle bir
toplumda özgür olmak, daha ötesi toplumun
özgürlüğü için çalışmak doğal ki, işe
sıkı sarılmakla, bu yönde bir disiplini içine sindirmekle eş
anlama geliyor.
        Dolayısıyla disiplin sınıfsal
bir nitelik gösteriyor ve iki farklı disiplin olarak karşımıza
çıkıyor. Biri sermayenin dikte ettirdiği toplumsal eşitsizliklere,
adaletsizliklere boyun eğdiren, hatta ona bekçilik ettiren zoraki
disiplin, diğeri emeğin, özgürlüğün insanlarının
gönüllü disiplini. Bizim disiplinimiz
gönüllülük esası taşıyor, gerçek
özgürlüğü ifade ediyor. Bu haliyle böylesi bir
gönüllü disiplin yüksek bir sorumluluk duygusunu da
beraberinde getiriyor. Bir yanıyla iç tutarlılığın,
özsaygının ifadesi olarak ortaya çıkan kişisel disiplin,
diğer yanıyla aynı ortak moral değerlerin birbirine kaynaştırdığı
kolektif bir disiplinle tamamlanıyor, anlam kazanıyor. Bizim disiplinimiz
hem bir derviş disiplininin adanmışlığını, hem de askeri disiplinin
katılığını içeriyor. Oysa ne ilahi ödüller bekliyoruz,
ne de ceza tehdidiyle korkutulmaya ihtiyacımız var. Ödül ve
cezaya dayanan binlerce yıllık köhnemiş disiplin, yeni insanda
gönüllülük ve kolektiflik temelinde yüksek
niteliklere ulaşıyor. Amaçlarında haklılığın bilincine
varmış, doğruluğun, adaletin terazisinde hiçbir sahteliğe yer
tanımayan insanlar için bunlardan başka "zorlayıcı" bir
unsur gerekmiyor.
        Kimse kimsenin kolundan zorla
tutmuyor. O halde bu bir gönüllülük işi olduğuna
göre, aldığı görevden kaçmamak, işini savsaklamamak,
görevini en iyi şekilde yerine getirmek, sorumluluğu içine
sindirmenin, ilkeli çalışmada alışkanlığın doğal niteliklerini
oluşturuyor. Disiplini bu şekilde içine sindirememek, yeterince
algılayamamak, pratikte pek çok hatayı da beraberinde getiriyor.
Zamanında yapılamayan, hakkıyla yerine getirilemeyen her iş
mücadelenin hızını kesmekle kalmıyor, gericiliğin barikatlarını
örmesine, inisiyatiflerini artırmasına da yol açıyor. Hayat
sonuçlar üzerinde ilerliyor. Disiplin olayının önemi asıl
bu noktada öne çıkıyor. Sarf edilen sözler, öne
sürülen gerekçeler ne olursa olsun, "sonuç
alma" ilkesi mücadelenin her noktasına nüfuz etmedikçe
yeterli sonuçlar da beklememek gerekiyor.
        Bilinçli insan iradesinin
statükoları parçalamada, önüne koyduğu hedefleri ele
geçirmede inanılmaz sayılan, ama o ölçüde de
gerçek bir devasa güç olduğu biliniyor. Cesaret ile
alınan bir karar, programlanan bir iş onu adım adım hayata geçiren
kararlı bir disiplinle izlendiği sürece, mücadele somut adımlar
üzerinde yükseliyor. Yaşamı ne saniye saniye bölen,
reçetelere göre uyarlanmış mekanik bir disiplin, ne de başına
buyruk, neyi ne zaman ne kadar yaptığı belli olmayan programsız bir
yaşam bizim disiplinimizle hiçbir benzerlik taşımıyor.
Mücadelenin disiplini, onun hareketine, ihtiyaçlarına uygun bir
dinamizmi yakalama, görevlerini her koşulda en iyi şekilde yerine
getirebilme anlamına geliyor. Disipline en çok askerlikte
ihtiyaç duyuluyorsa, bu her şeyden önce eğitici bir araç
olmasından kaynaklanıyor. Ne var ki orada işler talimatnameler ve
emirlerle yürüyor. Gönüllü bir çalışmada
ise en iyi emir mücadelenin ihtiyaçlarını, görevlerini
içinde hissetmek, sorumluluk ve sonuca ulaşmak duyarlılığını her
an kişiliğinde taşımak anlamına geliyor.
        Mücadelenin
gönüllü ve kolektif disiplini, özgürlük yolunda
kitlelere umut aktaran pek çok yapının ve değerin adım adım
örülmesinde, doğru politikaların cesaretle hayata
geçirilmesinde daima değerli bir harç oldu. Toplumsal
kutuplaşmanın daha sertleştiği bu dönemde de bu disiplini daha
geniş boyutta içimize sindirebildiğimiz ölçüde
kazanılmayacak zafer, elde edilmeyecek başarı kalmayacaktır. Disiplinimiz
haklılığı içerdiği, geleceği kucaklayacak dinamiklere sahip
olduğu ölçüde, kazanmanın yolunu döşeyecek
önemli bir gücü ifade ediyor. Mücadeleye
gönüllüysek, bilincimiz neyi yapacağımıza karar veren
mekanizmaysa, disiplin bizleri özgürlüğe taşıyor
demektir.

 

MÜCADELE Sayı: 25, 1 Ağustos 1991

Buca 'da Taşeron İşçileri Direniyor - İşçilerle Röportaj

Buca 'da Taşeron
İşçileri Direniyor - İşçilerle Röportaj

Ankara'daki Tekel Direnişi'nin işçi sınıfının
söndü denilen ateşini harlamasından sonra Emine Aslan, Aynur
Çamalan ve Türkan Albayrak direnişleriyle önemli
kıvılcımlar yakıldı. Yaklaşanı, destek olanı ısıtan, uzaklaşanı
karşı çıkanı yakan direniş ateşi İstanbul'da 2. Tekel
Direnişi'nde sendika bürokrasine karşı, Mersin'de Zeynel
Kızılaslan'la tersanelerde ve şimdi de Buca'nın orta yerinde
taşeron işçilerinin elinde büyüyor.

Biz de Artı İvme Dergisi İzmir olarak Buca Belediyesi'nde
taşeronlaştırmaya karşı geldikleri için işten çıkarılan
işçilerin Buca Belediyesi önündeki oturma eylemlerinin 3.
gününde ziyaret ederek direnişçilerle sohbet ettik.

 

Artı İvme: Süreci başından itibaren nasıl
gelişti anlatabilir misiniz?

 

Biz burada Buca taşeron işçileri toplandık, 12 arkadaşımız
komite kurduk. Komiteyi kurduktan sonra da oturup işçi adına
çalışacağız ne yapmamız gerekiyor deyip karar aldık.
İşçilere arkadaşlarımız birebir ulaştılar,
görüştüler. Onlar da tabi ki bize düşüncelerimizde
destek verdiler ve her pazar toplantılar aldık. Kendi
gücümüzle,kendi olanaklarımızla, herkesten birer lira
toplayarak düğün salonu olsun, kahvelerde, kafelerde toplantılara
başladık. Dört ay önce başladık, bu süreç boyunca
böyle bir çalışmayı sürdürdük. Arkadaşlardan
kimilerinin aileleriyle görüştük, işçiler sokaktaki
arkadaşlarla birebir görüştü, bizler gittik birebir
görüştük. Bu kadar işçinin içinde bir bayan
olmam o insanlara daha farklı bir bakış kazandırdı, onlarla beraber
davranmam daha fazla güç kazandırdı onlara. Bu arkadaşlarla
beraber toplantılardan sonra ne yapmamız gerekiyor diye
düşündük, başkana gittik bu çalışmaya tepkisini
gösterdi, başkan yardımcıları basın açıklaması yapacağız
diye tehditler etmeye başladı, ailelerimizi aradılar. Aileler aranmasına
rağmen biz kararımızı aldık, 105 arkadaşımızla ilk basın
açıklamasını yaptık burada. Ama vardiyalı olduğu için
arkadaşlarımız işlerini bırakıp gelmesinler diye 7-3 vardiyalılarla
yaptık basın açıklamasını, 3-11 vardiyalılar gelemedi
çünkü çalışıyorlardı, ama destekleri bizle
beraberdi.

 

Direniyoruz. Bundan da Bezmeyeceğiz.

Basın açıklamasından sonra tepki olunca benle İnan
arkadaşımızı sürdüler. Ben belediyenin imar arşivinde
çalışıyordum, İnan arkadaşımız da temizlik işlerinde
çavuştur. İkimizi birden Gölet'e(Buca Göleti)
sürdüler. Beni mutfağa verdiler, üç tane restaurantın
hem temizliği hem de bulaşıkları bana yüklendi. Öbür
arkadaşlara da tepki göstererek, “bu bayanı daha çok
çalıştırın” demişler. Onlar da bana geldi “Abla bize
seni çalıştırmıyoruz diye baskı yapıyorlar”, onlara dedim
ki “siz sıkıntı yapmayın siz söyleyin ben yaparım beni
bezdiremezler.” Orada 20-25 gün kadar çalıştım. Salı
günü de 12 gibi bir telefon geldi, işinize son verildi diye. Zaten
ben işten çıkarılmayı bekliyordum. Şantiyeye gittim, Hakan bey
vardı, “Hakan bey beni çıkarmaktaki gerekçeniz
nedir” dedim, işimi yapıyorum, “gelmemezlik yapmadım, daha
fazlasını çalışıyorum üstelik saatimden de fazlasını
çalışıyorum”. Gerekçe olarak “belediye ile
şirketi karşı karşıya getirdiniz” dedi. Ben de dedim ki iyi o
zaman, ben kendimle gurur duyuyorum, belediyeyle şirketi karşı karşıya
getirdiysem bir bayan olarak, bundan sonra daha çok korksunlar. Daha
sonra geldik ve komitedeki arkadaşlarla konuştuk ne yapmamız gerekiyor
nasıl bir tavır takınacağız diye. Arkadaşlarla basın
açıklaması kararı aldık, bir basın açıklaması
yaptığımızda ben oturma eylemini sundum arkadaşlara, o zaman ilk
gün tek başınaydım, hatta ben aynı gün oturmaya karar
vermiştim, işten çıktığım gün akşam, arkadaşlar dediler
ki bir basın açıklaması yapalım Biz de komite olarak tamam dedik.
Basın açıklamasından sonra ben oturma eylemine başladım, ben o
kadar erken olacağını tahmin etmiyordum, ertesi gün de bir işim
vardı gittim geldim, bir baktım ki arkadaşların hepsi burada.
Sağolsunlar arkamdan buraya geldik, hep beraber. Şu anda direniyoruz.
Bundan da bezmeyeceğiz. 24 saat buradayız, ne zaman ki işe iadeler
yapılır, tehditler biter, iş arkadaşlarımızı, hepimizi işe alırlar o
zaman kadar buradayız. Sendikasız taşeron çalışmalar bitene kadar
pes etmeyeceğiz, buradayız. Bunu kesinlikle bırakmayacağız arkadaşlarla
beraber. Bu kıyımların artacağına dair duyumlar aldık, buraya
gelecekler olacak. Duyduğumuza göre 160 işçi atılacak, o
arkadaşlar da bizle beraber olacak, onlarla beraber direneceğiz.

 

 

Kızım ben senin geleceğin için mücadele etmek
zorundayım”

 

Artı İvme: Kaç işçi işten
çıkarıldı?

 

Benle beraber yedi kişi. Ben üç gün önce
çıkarıldım, dün de arkadaşlar çıkarıldı. Burada
birlik çok önemli. Bu birliği kesinlikle dağıtmamamız
gerekiyor. Komite arkadaşlarımızın çalışması, bizlerin
çalışması, tek tek işçi arkadaşlara anlattık,
haklarımızı anlattık, arkadaşlar mesai ücretlerimiz verilmiyor,
köle gibi çalıştırılıyoruz dedik. Çocuklarımızın
geleceği için, mücadelemiz çocuklarımızın geleceği
için. Çocuklarımız da yarın bu sıkıntıları
yaşayacaklar. Onlar da aynı şekilde bu mücadeleye kesinlikle destek
verdiler. Biz de kesinlikle devam ediyoruz. Ben bir anneyim, iki çocuk
annesiyim. İki kızım da hatta dün buradalardı, kızım çok
ağladı, çok üzüldüm ben, çok etkilendim.
“Anne, geleceksin ne olur, bak herkesin annesi yanında” dedi.
Ben de “Kızım ben senin geleceğin için mücadele etmek
zorundayım” deyip kızımı ikna ettim. Ağırlığı mücadeleye
verdim, mücadelem çok önemli. Ne olursa olsun pes
etmeyeceğim. Çocuklarıma komşularım bakıyor. Eşim de yurt
dışında çalışıyor.

 

Sendikalar Bizi Değil Biz Sendikayı Örgütlüyoruz

 

Artı İvme: Sandikalılaşabildiniz mi? Sendikalar, odalar
ve diğer demokratik kitle örgütleri destek veriyor mu?

 

Hayır, daha sendikalılaşamadık. Odalar destek veriyor. Sendika da yeni
yeni destek vermeye başladı. Sendikalar bizi değil, biz sendikaları
örgütlüyoruz. Sendikalar diyor ki “böyle yapmayın
şöyle olur.” Fakat biz sendikalara diyoruz ki “Gelin biz
sizi örgütleyelim.” Sendika diyor ki “Arkadaşlar
çalışın ama bizi belediyeyle karşı karşıya getirmeyin. Siz
çorbayı hazırlayın biz en son yemeğe geleceğiz.” Kusura
bakmasınlar artık sendikaların çalışmalarını biz
yönlendireceğiz. Sendika kamuoyuna bize destek veriyorlar gibi
görünmek istiyor. Fakat şu ana kadar iki basın
açıklaması yaptık. 17 şube başkanı destek verdi belediyenin
bağlı olduğu şubeden hiçbir destek gelmedi. Hatta 5 nolu şube
destek vermeyeceklerine dair karar aldı.

Artı İvme: Genel-İş mi?

Evet. Dediler ki “Biz kesinlikle destek vermeyeceğiz, karar aldık.
Ama bireysel olarak destek veririz.” Biz de dedik ki
“Sağolun(!).” Ne diyebiliriz ki artık?

Başkalarından duyduğumuz kadarıyla belediye başkanı işçileri
benim örgütlediğimi, belediyeye karşı ayaklandırdığımı
söylüyormuş. Ben de bu kadar işçiyi ayaklandırabiliyorsam
kendimle gurur duyuyorum.

Artı İvme: Şu an 7 işçi mi eylemde?

Evet, şu an yedi kişiyiz.

Artı İvme: Ne istiyorsunuz? Eylem ne zamana kadar devam
edecek?

Şu an onlar işten çıkarılan işçiler geri alınmayacak
demişler. Biz onları dize getirene kadar mücadele devam edecek.

Artı İvme : Bu eylemde taşeronlaşma ile ilgili
hedefiniz var mı? Yoksa sadece işe iade mi amaçlanıyor?

Hayır kesinlikle. Beni işe aldıktan üç –beş gün
sonra yine aynı şeyler baştan yaşanacak. Taşeron firma ile
çalışma sonlandırılana ve sendikalılaşma gerçekleşene
kadar mücadelemiz devam edecek.

Artı İvme : Şu an kaç çalışan
var?

360.

Artı İvme : Şu an 7 işçi işten
çıkarılmış durumda bir de herhalde işten çıkarılacaklar
listesi var.

 

Evet. 160 kişilik bir liste var. Bu işçiler işten
çıkarılırsa, hepsinin buraya geleceğinden eminim. O zaman
gücün kimde olduğunu görürler. Belediye başkanını
Buca Halkı buraya getirdi. Bizler getirdik. Getirdiğimiz gibi yollamasını
da biliyoruz.

Artı İvme : Size mücadelenizde kolaylıklar
diliyoruz.

Teşekkürler. Biz de desteklerinizi bekliyoruz.

 

 

Artı İvme : Süreç nasıl başladı,
çalışma koşullarınız nasıldı ve niye böyle bir eylem
yapmaya karar verdiniz?

 

Bilindiği gibi,sendikalı çalışmak ile normal çalışmak
arasında çok fark vardır. Sendikalı olduğumuzda her
türlü hakkımız oluyor ve sene sonunda işten çıkarılıp
çıkarılmama korkusu olmuyor. 3 aylık bir süreç
içerisinde kararlar alındı ve örgütlenmeye başladık.
Ayın 2'sinde burada bir basın açıklaması yaptık ve bu
açıklamadan sonra süreç çok hızlı gelişti.
Batıgül Arkadaşımızı Gölet'e sürgüne
yolladılar. Başımızda çavuş olan üniversite mezunu olan bir
arkadaşımızı da oraya süpürgeci olarak gönderdiler. İki
gün sonra Batıgül Hanım’ın işine son verdiler. Buna
gerekçe olarak da Batıgül Hanım’ın şirketle belediyeyi
karşı karşıya getirdiğini söylediler. Bu olaydan iki gün sonra
da beni ve 5 arkadaşımı telefonla arayarak aynı gerekçeyle
işimize son verdiklerini söylediler.

 

Artı İvme: Belediye ile şirketi karşı karşıya
getirmekten kastettikleri neydi?

 

Basın açıklaması yapıp sendika hakkı istememizin belediyeyle
şirketi karşı karşıya getirmek olduğunu ifade ettiler. Batıgül
Hanım’ın işten çıkarılmasından sonra kendisinin tekrar
işe alınması için temizlik işleri müdürü Ali Yaşar
Bey ile konuşmaya gittiğimizde bize kendilerinin değil, taşeron şirketin
Batıgül Hanım’ı işten çıkardığını ve işten
çıkarmaların devam edeceğini söyledi. Biz de buradan anladık
ki taşeron şirketin bununla bir alakası yok. Suçu hep birbirlerinin
üzerine atıyorlar, fakat emrin Ercan Tatı Bey’den geldiğini
hepimiz biliyoruz. Ayrıca 170 kişilik bir liste hazırlanmış, bu
listedeki isimler işten çıkarılacak, hatta gerekirse 360 kişinin
tümünün çıkarılması talimatı bile verilmiş.
Bizlerin işine son verildikten sonra yerimize Antalya’dan 200
işçinin getirilmesi kararı alınmış.

 

Artı İvme: Aslında işçi ihtiyacı var,fakat
sizler taşeronlaşmaya karşı olduğunuz için işinize son verildi.
Eyleminizin amacı da taşeronlaşmaya karşı olduğunuzu göstermek,
değil mi?

 

Evet. Bize işimizi geri verebilirler, fakat bizler sendikalı olana kadar
mücadelemize devam edeceğiz. Çünkü sendika olmadan,
hiç kimse rahat edemez. Geçen sene bizi iki ay bedava
çalıştırdılar, “Paranızı vereceğiz.“ dediler ama
paralarımızı alamadık.

 

Artı İvme: Eğer işten çıkarmalar taşeron
firmanın sorumluluğundaysa, belediyeden bir yetkili 170 kişinin daha
işten çıkarılacağını nereden biliyor?

 

Listeyi belediye yapıyor ve talimat yukardan geliyor. Amaçları ne
bilmiyoruz ama şundan eminim ki, bu insanlar (başkan ve bazı meclis
üyeleri) 3 yıl daha buradalar ve istedikleri şey bu süre
içerisinde ceplerini olabildiğince doldurabilmek. Ercan Bey zaten
taşeronu kaldırmayacağını söylemiş.

 

Artı İvme: Taşeronu kaldırmak,Belediye
Başkanı’nın seçilmeden önce seçim vaadiydi değil
mi?

 

Evet. 6 ay veya 1 yıl gibi bir sürede kaldıracağız dedi ama
kaldırmadı. Kendisiyle bunu görüşmeye gittiğimizde de “2
yıldan daha kısa bir sürede yapamam.” dedi. Sebebini
sorduğumuzda “Bucamar’ı kuvvetlendirip sizi Bucamar
üzerinden almak istedik” dedi. Biz bucamar’ın
kuvvetlendirilmesini mi bekleyeceğiz? Bucamar iflas etmiş zaten, 8-9 milyon
lira açığı var. Kendisinin bize bir sözü vardı ve yerine
getirmedi, kaldı ki bu bizim hakkımızdı. Geçen gün Ercan bey
bir programa konuk olup bazı açıklamalarda bulunmuş.
“İşçileri biz işten çıkarmadık, taşeron şirket
çıkardı demiş”. Bunlar gülüp geçilecek
şeyler. Söylenecek çok şey var ve tepkimiz artacak. Kimseden de
korkumuz yok bunu herkes bilsin.

 

Basın Açıklaması: HAS Parti İçin Marş Bestelemedik - Grup Yorum

Basın Açıklaması: HAS
Parti İçin Marş Bestelemedik - Grup Yorum

28 Kasım 2010 Pazar ve 29 Kasım Pazartesi günleri çeşitli TV,
gazete ve internet sitelerinde “HAS Partinin Kuruluş Kongresi”
ile ilgili çıkan haberlerde, Grup Yorum’un HAS Parti
için bir şarkı bestelediği bilgisi verilmiştir.

Bu bilgi tamamıyla gerçek dışıdır ve asılsızdır. Ne söz
konusu parti için ne de bir başka parti için bestelediğimiz
herhangi bir şarkı bulunmamaktadır. Bu konudaki tutumumuzu
dinleyicilerimiz ve kamuoyu da gayet iyi bilmektedir.

Çıkan haberlerin kim tarafından ve hangi niyetlerle ortaya
atıldığını bilmiyoruz. Ancak tarafımıza sorulmadan yapılan ve
gerçekliği yansıtmayan haberlerin gazetecilik etiği ile
bağdaşmadığını düşünüyoruz. Haberi yanlış
yayınlayanların gerekli düzeltmeyi yapmasını istiyoruz.

Grup Yorum

 

Kaynak: grupyorum.net

28 Kasım 2010 Pazar

"Füze Kalkanı Projesi" Yeni Üsler Demektir!

"Füze Kalkanı Projesi"
Yeni Üsler Demektir!

ABD‘nin Türkiye‘den isteklerinin sonu gelmiyor.
Türkiye aydınlarının, mühendislerinin, halkının ömrü
ABD üslerinin (başta İncirlik olmak üzere) kaldırılması
mücadelesiyle geçti.

Mevcut üslerin kaldırılması bir tarafa, "Füze Kalkanı
Projesi" ile başta ABD olmak üzere emperyalist devletler,
ülkemizden NATO anlaşmaları çerçevesinde yeni üsler
talep etmektedir.

Lizbon‘da yapılan NATO zirvesinde nasıl bir karar alındığı
açık olmasa da;

Ülkemizin geleceği için bu kadar önemli olan bir kararda
TBMM, muhalefet partileri, demokratik kitle örgütleri devre
dışıdır.

Halkın bu savaş ve talan senaryolarından haberdar edilmesi
önlenmiştir. Aksine kamuoyu yanlış bilgilendirmeyle karşı
karşıyadır. Her alanda olduğu gibi, bu konuda da iktidar bilgi kirliliği
yaratmıştır.

Siyasal iktidara yakın yayın organlarına göre "Türkiye
istediğini almıştır". Türkiye‘den ne talep edilmiştir?
Siyasal iktidarın istediği nedir? NATO gerçek anlamda ne
istemektedir?

"Kedinin adı kedidir!" diyerek gerçekleri
açıklayan Fransa lideri Sarkozy‘ye niçin daha anlamlı
cevap verilme gereği duyulmamaktadır?

Füze Kalkanı Sistemi, siyasal iktidar ne kadar aksini iddia etse de;
emperyalizmin, başta İran, Ön Asya ve Ortadoğu‘nun geleceğini
yeniden şekillendirmek üzere bugünden atılan önemli
projelerinden biridir.

Siyasal iktidarın, komşularımızla "sıfır problem" sloganı
çökmüştür! Bu sloganın "kazanma-kaybet"
eksenine oturtulduğu ortaya çıkmıştır.

*

Durum Türkiye açısından açıktır!

"1 Mart Tezkeresi"nden ağzı yanan uluslararası
güçler bu kez çorbayı yavaş ısıtarak
önümüze sürmektedirler.

Bu işin sonu, topraklarımıza, tarihimizde, emperyalizmin en
büyük üslerini konuk etmekle bitecektir.

İş bittiği halde "Komutanın kimde olacağı belli değil!"
diyerek kamuoyu oyalanmaktadır.

Bundan önceki ABD-NATO-Türkiye ilişkileri göz
önüne alındığında sonuç "Memet nöbete!"
biçiminde olacaktır.

*

Biz mühendisler, emekten, halktan, demokrasiden, barış ve eşitlikten
yana tavır koyan, ülkenin kalkınması, gelişmesi, bağımsızlığı
ve özgürlüğü yönünde uğraş veren, bu
ülkenin aydın insanları olarak, Lizbon‘da neler olup bittiği
konusunda kamuoyunun doğru ve açık bir biçimde
bilgilendirilmesinin gerekliliğini ısrarla ifade ediyoruz.

Ekonomik ve siyasi yönden her geçen gün dışa
bağımlılığı gittikçe derinleşen bir politikanın izlenmesinin
beraberinde siyasal iktidarın elini kolunu bağlı konuma getirdiğini
görüyoruz.

Bu ağır talepler karşısında dayanılması gereken gerçek
gücün yabancı projeler değil, halkın iradesi olduğunu siyasal
iktidara anımsatmak istiyoruz.

TMMOB HARİTA VE KADASTRO MÜHENDİSLERİ ODASI

KASIM 2010

Kaynak: hkmo.org.tr

Bayrampaşa Katliamı Davasından İzlenimler

Bayrampaşa Katliamı
Davasından İzlenimler

Bayrampaşa Hapishanesi, 19 Aralık 2000’de, Türkiye tarihindeki
en büyük katliamlardan biri olan hapishaneler katliamında,
devletin saldırdığı 20 hapishaneden yalnızca bir tanesi. Hayata
Dönüş Operasyonu adı verilen bu katliamda ölen 28 kişiden
12’si Bayrampaşa hapishanesinden, yine bu hapishaneden 55 kişi de
sakat kalmış.

Bugüne kadar bu katliamla ilgili, katliama uğramış tutuklu ve
hükümlülere açılan ve zamanaşımından düşen
dava dışında (devlet malına zarar vermek, devlet güçlerine
direnmek gibi suçlarla) dava açılamadı. Jandarma Genel
Komutanlığı katliamda görev alan askerlerin isimlerini hep sakladı,
Valilik soruşturmalara izin vermedi. Ancak 10 yıl sonra, yalnızca
Bayrampaşa Hapishanesi’nde yaşananlarla ilgili bu dava
açılabildi. Tek başına bu durum bile bu davayı sahiplenmek ve
elden geldiğince geniş bir kamuoyu oluşturmak için uğraşmak
gerektiğini gösteriyor.

Ne var ki davanın sanıkları da, hatta ilk duruşmanın baştan sona
kendisi de davanın bu önemini yansıtacak şekilde değildi ve bu
bilinçli olarak böyleydi. Duruşmanın yapıldığı salon
küçücüktü. Müşteki avukatları 70-80 kişi
vardı. Avukatların büyük bir kısmı ayaktaydı
çünkü oturacak yer yoktu. Gazeteciler, mağdur yakınları
gibi pek çok kişi de duruşmayı ayakta izledi. Salonda ara ara nefes
almak zorlaşıyordu. Salonun ortasında sanıkların bulunduğu
bölüm vardı ve etrafına Çevik Kuvvet polisleri
dizilmişlerdi. Sanıkları oturdukları yerlerde ancak polislerin
aralarından görebiliyordunuz. Mikrofon kullanılmadı, sanıklar
hâkimin önüne giderek ifade veriyorlar, avukatlar soru
sorarken genelde avukatların yüzüne bakmıyorlardı. Mikrofon
olmadığı için, bırakın izleyicileri, zaman zaman avukatlar bile
sanıkların verdiği cevapları duyamıyorlardı. Avukatların talep
etmesine rağmen kamera sistemi çalıştırılmadı. Yani
Türkiye’nin en büyük katliamlarından birinin
davasını, tarihi bir davayı, devlet kayda alma gereği duymadı. Gerek
hâkimlerin, gerekse savcı ve sanık avukatlarının tavırları, bu
dava önemsiz, sıradan, herhangi bir davaymış gibiydi (Duruşmanın
sonlarına doğru avukatlardan biri dayanamayarak bu tavra şiddetli bir
tepki gösterdi). 

Hâkimlerin bile böyle önemsemez tavırlar içinde
olduğu bir davada sanıklar da doğal olarak son derece ciddiyetsiz ve
laubali bir tarz içindelerdi. Gülüyorlardı. Canları
istediği zaman yerlerinden kalkıp duruşma salonunun dışına
çıkıp geliyorlardı. Ellerinde telefonlar vardı, telefonları
çalıyordu, kalkıp çıkıp konuşanlar ya da mesaj yazanlar
oluyordu. Ancak avukatların bu duruma gösterdiği tepkilerden sonra
hâkim tarafından göstermelik sert bir tavırla
“telefonlarınızı kapatın, salondan izin almadan
çıkmayın” uyarısı yapıldı; ondan sonra parmak kaldırıp
çıkmaya başladılar, telefonlar ise çalmayı
sürdürdü. Katliamı yaşamış ve halen hapishanede bulunan
bir tutsak duruşmaya müşteki olarak katılmıştı; katliamın
sanıkları serbestçe hareket ederken katliamın bu mağduru ise bir
sandalyede, iki yanında iki jandarmayla, sağdan sola bile dönemeyecek
durumda duruşmayı dinledi. Hani “taşları bağlayıp itleri
salmak” diye bir deyim vardır ya, duruşma işte o havadaydı.

Bayrampaşa src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/19aralik2000_2.jpg" style="width:
353px; height: 250px; float: right;" />Duruşma sırasındaki bu
davranışlar elbette bir sonuçtu; devletin davaya yaklaşımındaki
önemsemezlik, ciddiyetsizlik en başta sanıkların kimliklerinden ve
iddianameden belliydi. Sanıklar 39 erdi. İçlerinde bir astsubay
vardı, en önce o ifade verdi. Sonra ifade verenlerden biri de tim
komutanı bir asteğmen olduğunu söyledi. Geri kalanlar, operasyon
sırasında askerliklerini yapmakta olan erlerdi. Türkiye tarihinin en
büyük katliamlarından birinin emrini verenlerden hiç kimse,
yani 1. dereceden suçlular, yani dönemin Başbakanı Bülent
Ecevit, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, dönemin
Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel
Müdürü Ali Suat Ertosun, Genelkurmay Başkanı başta olmak
üzere dönemin kuvvet komutanları ve rütbeli askerleri sanık
sandalyesinde değillerdi. Onlar o günden bugüne itibarlı
yaşamlarını sürdürmekteler; aralarında terfi ettirilenler,
devlet üstün hizmet madalyalarıyla ödüllendirilenler
var.

Okunduğu sırada avukatların “bu iddianame değil, fezleke”
diye niteledikleri iddianame davanın ciddiyetini yansıtmaktan uzaktı.
Savcı operasyonla ilgili kanıtlanmış birtakım bilgileri bile iddianameye
koyma gereği duymamıştı. Öte yandan meşru müdafaayı da
içeren ve hepsi sanıklar için ceza indirimleri getiren
dört maddeye yer verilmişti. Avukatlar bir katliam için meşru
müdafaadan kesinlikle söz edilemeyeceğini, diğer maddelerin de
geçerli olamayacağını, böyle bir iddianame hazırlayan savcı
hakkında da suç duyurusu gerektiğini söylediler (Bu
tartışmaların tamamı tutanaklara geçirilmemiş). Ancak savcının
istediği tüm indirimlerin uygulanması halinde dahi sanıklara
verilecek cezanın 100 yılı aştığını belirttiler ve gülüşen
sanıkların durumun ciddiyetinin farkında olup olmadıklarını
sordular.

Duruşmanın başında müdahillik tartışması yaşandı. Katliamdan
zarar gören tutuklu ve tutuklu yakınlarının yanı sıra katliam
sırasında hapishanede bulunan ama fiziksel zarar görmemiş olan
tutuklu ve hükümlüler de davaya müdahil olmak istediler.
Ayrıca İzmir Barosu, Mersin Barosu, İnsan Hakları Derneği, BDP,
Çağdaş Hukukçular Derneği vb. örgütlerin de
müdahillik talepleri oldu. Burada avukatların savunusu önemliydi:
Bir toplumsal suçtan, bir insanlık suçundan “zarar
gören” olmanın fiziksel zarar görmeyle
sınırlandırılamayacağını savundular. Ancak mahkeme, fiziksel zarar
görenler ve onların yakınları dışındaki müdahillik
taleplerini reddetti. Duruşmayı izlemeye Atina Barosu, Düsseldorf
Barosu ve Roma Barosu’ndan da birer avukat gelmişti; onlar da
müşteki avukatları yanında davaya katılmak istediklerini
söylediler ama yalnızca “gözlemci” olarak kayda
geçirildiler. Sanık avukatı olmak üzere Baro tarafından
atanmış bir avukat davanın başında, “iddianameyi okuduktan sonra
sanıkları savunmak istemediğine karar verdiğini, müşteki
avukatlarının yanına geçmek istediğini” belirtti.
Böylece sanık avukatlarının sayısı 3’e inmiş oldu.

Hâkimin yaklaşımı başından belliydi. Hâkim, ifade veren
sanıkları kesinlikle sıkıştırmadı. Sanıklar iki cümle önce
söyledikleri bir şeyi, avukatlar tekrar sorunca
“hatırlamıyorum” diyerek inkâr ediyorlardı.
İfadelerinde ciddi çelişkiler, boşluklar, yalan olduğu
apaçık noktalar vardı. Hâkim hiçbirisinin üzerine
gitmedi. Kendisi gitmediği gibi, avukatların da gitmesine izin vermedi.
Avukatların sorgusunu, “bu hızla söylerseniz zapta
geçirilemiyor” bahanesiyle sürekli kesti ve yavaşlattı.
Avukatların o zaman kayıt alınsın talebi yine yanıtsız kaldı.
Ağızdan çıkan her cümleyi hâkim kendisi yineleyerek
kâtibe yazdırdı. Bu nedenle avukatlar sürekli “şunlar da
zapta geçirilsin” uyarıları yapmak durumunda kaldılar, yine
de tutanaklara geçirilmemiş birçok şey var. Avukatlar bu
işleyişin yasalara aykırı olduğunu, ya kâtibin her şeyi
söylendiği şekliyle yazması ya da kayıt alınması gerektiğini,
hâkimin yazdırma hakkının bulunmadığını söylediler,
“burada gelenek böyle” diye kestirip attı hâkim.
Kısacası mahkeme heyetinin safı açıkça ortadaydı.

Sanıklara gelince; toplu hafıza kaybına uğramış gibiydiler.
Hiçbir şey hatırlamıyorlardı. 18 ay askerlik yapmış kişiler
olarak bölük komutanlarının adını bile hatırlamıyorlardı.
Görünen oydu ki sanıklara ifadeleri ezberletilmişti. Ayrıca
“aslansınız, kaplansınız, kahramansınız, korkmayın,
hiçbir şey olmaz, devlet arkanızda” filan denerek sırtları
da sıvazlanmıştı anlaşılan. O güven içinde istedikleri gibi
“hatırlamıyor, bilmiyor, susma haklarını kullanıyorlardı”.
Kimisi öyle abarttı ki “okuma yazmanız var mı?” sorusuna
bile “susma hakkımı kullanıyorum” diye yanıt verdi (Nitekim
avukatlar da susma hakkının bir hak olduğunu vurgulamakla birlikte,
sanıkların bu hakkı kullanış biçimindeki samimiyetsizliğe dikkat
çektiler).

Hepsinin ifadeleri aynıydı: Katliamdan üç
gün önce İstanbul’a gelmişler, Hasdal
Kışlası’na yerleşmişler, hapishanelere müdahale edeceklerini
bilmiyorlarmış, toplumsal olaylara müdahale amaçlı
getirilmişler, o üç gün içinde yalnızca bu
yönde bir eğitim almışlar, operasyon günü sabah 4:30-5:00
civarı hapishanelere gitmişler, kesinlikle ama kesinlikle hapishanenin
içine girmemişler, kimisi otobüsten bile inmemiş,
bütün gün dışarıda beklemişler, üstlerinde robokop
giysileri varmış, silahları yokmuş, yalnızca copları varmış,
operasyon bitince içeriden çıkan –ve kesinlikle yaralı
olmayan- tutukluları 60-70 metre ilerdeki bir bölüğe teslim
etmişler, tek görevleri buymuş, silah ya da bomba sesi duymamışlar,
yalnızca hapishaneden çıkan bir duman görmüşler, yaralı
kimseyi görmemişler ama içerde yaralılar olduğunu duymuşlar.
Hepsi bu. 

Sanıkların 2006 yılında jandarmaya verdikleri ifadeler var; ancak hepsi
bu ifadelerini duruşmada reddettiler. Çünkü bu ifadelerde
Bayrampaşa hapishanesinin içine girdiklerini, tutuklulara
müdahale ettiklerini belirtiyorlardı. Oysa duruşmada birçok
sanık Bayrampaşa hapishanesine gittiğini bile reddetti, Ümraniye
hapishanesinde görev yaptıklarını, İstanbul’u tanımadıkları
için 2006 yılındaki ifadelerinde karıştırdıklarını
söylediler. 2006 ifadelerinin niye bu şekilde olduğu sorusuna yanıt
olarak, o dönem psikolojik tedavi göreni mi istersiniz, uzun
süreli isim hafızası zayıf olduğu için o şekilde ifade
verdiğini söyleyeni mi… Ama çoğunun verdiği cevap
aynıydı: “Hatırlamıyorum”!

Sanıklardan birisi, kendisini biraz sıkıştıran avukatın
önünden geçerek yerine giderken “orospu
çocuğu” diye küfür etti. Avukatlar buna doğal olarak
şiddetli tepki gösterdiler. Ama hâkim çok babacan bir
adamdı sağ olsun, hoş gördü…

Hacer Arıkan src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/hacer_arikan.jpg" style="width:
301px; height: 167px; float: left;" />Katliam mağdurlarından iki kişi
ifade verdi. İlki duruşmanın başında, sağlık sorunları 
nedeniyle hemen ifade verip gitmek isteyen, Bayrampaşa Hapishanesi C-1
koğuşundan ağır yaralı olarak kurtulan Hacer Arıkan’dı.
Özellikle kimyasal ama ne olduğu hâlâ bilinmeyen, alev
çıkarmadan yakan, üzerlerindeki giysiler sağlam kaldığı
halde deriyi ve iç organları kavuran bombalardan söz etti.
Örneğin parmakları yandığı ve kullanılamaz duruma geldiği halde
avcunun içinde bir yanık olmadığını gösterdi. Yüzlerce
kurşun, gaz bombası, kusturucu-göz yaşartıcı bombanın yanı sıra
kullanılan bu özel bombanın derileri erittiğini, derisinin damla
damla yere döküldüğünü gözleriyle
gördüğünü söyledi ve “beni neyle yaktılar,
bilmek istiyorum” dedi. Hacer Arıkan son bir yıl içinde 8 kez
ameliyat olduğunu, operasyondan bugüne kadar olduğu toplam ameliyat
sayısını ise hatırlamadığını söyledi. Bombaların tavanlar
delinerek yukarıdan bırakıldığının ispatı olarak, başındaki peruğu
çıkararak kafatasının ne duruma geldiğini gösterdi. Bu anı,
bu görüntüyü yazmak istemiyorum.

Davanın sonunda ifade veren ikinci katliam mağduru, yine C-1 koğuşundan
daha hafif yaralı olarak kurtulan Münevver Köz’dü.
Münevver Köz, başından sonuna kadar bütün operasyonu
anlattı: Operasyon öncesini, F tiplerine karşı başlatılan
ölüm oruçlarını, heyetlerle görüşmeleri,
devletin olumlu süren ve sonuca yaklaşan görüşmeleri kasten
kestiğini çünkü bu operasyonun önceden planlanmış
olduğunu, devletin oraya tutukluları öldürmek amacıyla
geldiğini, kendilerinin sabah 5 sularında kurşun sesleriyle
uyandıklarını ve megafonlardan küfürler eşliğinde
“Hepinizi geberteceğiz. Buradan sağ çıkamayacaksınız”
denilerek operasyonun başlatıldığını, operasyonun başından sonuna
kadar nasıl geliştiğini, C-1 koğuşunda 6 kadının nasıl diri diri
yakıldığını, hafif yaralı kadınlar kurşun ve bomba yağmuru altında
içeride yanan arkadaşlarını dışarı çıkarmaya
çalışırken tavanda açılan deliklerden ve mazgallardan
askerlerin kahkahalarla gülerek küfürler etmeyi
sürdürdüklerini, devletin “tutukluların silahları
vardı, karşılık verdiler” açıklamalarının yalan
olduğunu, içeriden dışarıya doğru ateş açılmadığının
raporlarla kanıtlandığını, sanıkların ifadelerindeki yalanları,
hepsini ayrıntılarıyla ve adım adım anlattı.

Davanın beni en çok etkileyen anlarından biri Münevver
Köz’ün sanıklardan birisini teşhis ettiği andı. Sanık,
Ümraniye hapishanesinde olduğunu, Bayrampaşa’ya hiç
gitmediğini söylerken Münevver Köz ayağa kalktı ve
“Operasyonun sonuna doğru, 6 kadın yukarıda yanarak can vermişken,
aralarında ağır yaralıların da olduğu geri kalanlara ise
çıktıkları havalandırmada tam 3 saat boyunca basınçlı su
sıkılmasının ardından, başlarında bir komutanla silahlı askerlerin
havalandırmaya girdiklerini ve silahları doğrultarak kadınların
etrafını sardıklarını, bu sanığın da o askerler arasında olduğunu,
yüzünü, özellikle de gözlerini çok iyi
hatırladığını” söyledi. Sanık ise, önceki laubali
hareketlerini sürdürerek “Ben demek emre itaatsizlik
etmişim, çünkü beni Ümraniye’ye
yollamışlardı, Bayrampaşa’da ne işim var, yalan mı
söyleyeceğim” gibi laflar etti. Bir an duraksamadı bile…
Aralarında bir metre mesafe vardı. Karşı karşıya duruyorlardı. O
böyle konuşurken, Münevver Köz dimdik sanığın
yüzüne, gözlerine bakıyordu. Hâkim üstüne
gitmedi tabii ve bunlar zapta geçirilince sanık yerine
döndü. Yerine dönerken onu izledim, arkadaşları
“yandın sen oğlum” der gibi mimikler yaptılar sırıtarak, o
da sırıtıyordu. Bu nasıl bir bilinç durumu, nasıl bir insanlık
durumu, bu nasıl bir şey… Bazı duygular, düşünceler
yazıya dökülemiyor.

Davanın ilk duruşması bu şekilde sona erdi. Avukatlar sanıkların
çelişkili ifadelerine dikkat çekerek, delilleri karartma
şüphesi dolayısıyla tutuklu yargılanma talep ettiler, reddedildi.
Zaten hâkim, avukatların itirazlarına rağmen duruşmayı saat
22:30’a kadar sürdürerek tüm sanık ifadelerinin
alınmasını özellikle tamamlamıştı. Bundan sonraki duruşmalara
büyük olasılıkla sanıklar katılmayacaktır. Nitekim
avukatların “sanıklar tüm duruşmalarda hazır
bulunsunlar” talebi de mahkeme tarafından reddedildi.

tutsaklar src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/19aralik2000_3.jpg" style="width:
291px; height: 173px; float: right;" />Devlet 39 er üzerinden kendisini
aklamaya çalışıyor, evet. Bu insanlar elbette suçludurlar
ama bu katliamın birinci, hatta ikinci dereceden bile suçluları
değiller. Buna rağmen, ancak 10 yıl sonra açılabilmiş, en
azından katliamın mahkeme tutanaklarına geçirilebildiği, katliam
operasyonunun kamuoyunda yeniden gündeme gelmesini sağlayan bu davanın
yanında olunması yine de çok önemli. Bayrampaşa davası
herkese, hepimize nasıl bir ülkede yaşadığımızı bir kez daha
gösteriyor.     

Son olarak, davanın gerektiği kadar geniş bir şekilde
sahiplenilmediğini gördüğümü de söylemek
istiyorum. TAYAD, Halk Cephesi, BDP’den temsilen iki kişi, Sırrı
Süreyya Önder, Yalçın Küçük, Pınar Sağ,
müşteki avukatları arasında yer alan Eşber Yağmurdereli gibi
birkaç isim dışında hiçbir siyasi grubu, partiyi, demokratik
kitle örgütünü, aydını görmedim Adliye
önünde. Oysa 19 Aralık, Türkiye’de yaşanmış en
büyük katliamlardan biri; öldürülmek istenen ise
devrimcilerin şahsında demokrasi ve sosyalizm mücadelesidir.
Üstelik Hayata Dönüş Katliamı’nın, dönemin
Başbakanı Bülent Ecevit’in “Hapishaneler sorununu
çözmeden IMF programını uygulayamazdık” demecinden de
anlaşılacağı gibi, salt hapishane sorununu kat kat aşar nitelikte bir
siyasi ve toplumsal anlamı vardır. 19 Aralık hapishaneler katliamını,
kendi gündemi olarak görmeyen hiçbir örgüt, kurum
ya da kişi, bu ülkede demokrasi veya sosyalizm mücadelesi
verdiğini düşünmemeli. 

Elif Aksu Kaya

İVME Dergisi Yayın Kurulu Üyesi

27 Kasım 2010 Cumartesi

SENDİKA AĞALARINI PROTESTO EYLEMİNE ÇAĞRI

SENDİKA AĞALARINI PROTESTO
EYLEMİNE ÇAĞRI

Yaşadığımız saldırıları ve tacizleri protesto etmek için
aydın ve sanatçıların katılımıyla Tek Gıda İş Genel
Merkezi önünde bir protesto eyleminde bulunacağız.

Sendika ağalarının karşısında olan, emekçinin
yanında olan, taleplerimize sahip çıkan herkesi eylemimize
katılmaya davet ediyoruz.

 

YER: TEK GIDA İŞ GENEL MERKEZİ ÖNÜ- 4.
LEVENT

TARİH: 27 KASIM 2010 CUMARTESİ

SAAT: 16.30

HER YER TEKEL HER YER
DİRENİŞ!

4 C'YE KÖLE OLMAYACAĞIZ!
İŞİMİZİ VE HAKLARIMIZI İSTİYORUZ!
target="_blank">tekeldirenisi2010.blogspot.com

irtibat tel: 0533 663 49 29 - 0535 469 85
74

26 Kasım 2010 Cuma

Tek Gıda İş Başkanı Mustafa Türkel Korumaları ve Polisle TEKEL İşçilerine Saldırdı

Tek Gıda İş Başkanı
Mustafa Türkel Korumaları ve Polisle TEKEL İşçilerine
Saldırdı

TEKEL direnişi 78 günlük ankara direnişinden TEK GIDA-İŞ
yönetiminin verdiği direnme sözüne rağmen tutmayışına
cevap olarak sendika binası önünde  52 gündür
sürüyor. İşçiler gece gündüz sendikanın
Levent'teki binası önünde direnişlerini sürdürerek
sendika ağalarının maskelerini indirirken, ağalar da tüm
çirkinlikleriyle işçilere saldırıyor.

24 Kasım 2010 sabahında sendika binasına gelen Mustafa TÜRKEL'e
direnişçi işçiler tarafından yumurtalı protesto
düzenledi. Teşhir olmuş olmanın yaratmış olduğu rahatızlıkla
polis eşliğinde işçilere saldıran TÜRKEL ve korumaları iki
direnişçiyi hastanelik etti.

Yaşanan bu saldırıyı cevapsız bırakmayan direnişçiler aynı
gün saat 16:00' da direnişlerini sürdürdükleri
parkın etrafında,  Mustafa Türkel demişti ki; 'Tek kişi
kalsa da, 4-C'ye karşı direnmeyen şerefsizdir, namerttir!'
Sözünüzü tutun! İşte buradayız direniyoruz! / TEKEL
İşçileri” pankartı eşliğinde kısa bir
yürüyüş düzenledikten sonra, sendika önünde
bir basın açıklaması düzenleyerek ,sendika ağalarının ne
kadar pervasızlaşabildiğini ve indirdikleri maskelerinin ardındaki
çirkin yüzleriyle ne denli saldırganlaşabildiklerini teşhir
ettiler.

+ İVME olarak katıldığımız basın açıklamasını okuyan Arzu
GÜNEŞ, Türkel'in korumaları eşliğinde nasıl
saldırdığını anlatarak, yapmış oldukları protestoya
TÜRKEL'in önce ağıza alınmayacak küfürlerle cevap
verdiğini buna tepki göstermeleri üzerineyse korumalarının
polisle birlikte nasıl vahşice saldırdığını belirtti. Ayrıca polisin
havaya üç el ateş açtığını söyleyen GÜNEŞ,
Metin ASLAN adlı direnişçinin özellikle kafasına aldığı
darbelerle ağır yaralandığını diğer bir arkadaşlarınınsa omzuna
aldığı jop darbeleri sonucunda hastaneye kaldırıldığını belirtti. />
GÜNEŞ, sendika bürokrasisini teşhir ettikçe
saldırıların arttığını belirterek verilen sözlerin
takipçisi olmaya devam edeceğini söyledi. Açıklama
''Kahrolsun Sendika Ağaları”, “Yaşasın Sınıf
Dayanışması”, “Direne Direne Kazanacağız”, “Her
Yer Tekel Her Yer Direniş” ve “Türkel İstifa''
sloganlarıyla sonlandırılırken,  aydın ve sanatçılar adına
Bilgesu ERENUS ve HSGGP adına Hüseyin DEMİRDÜZEN
işçilerin yanlarında olduklarını belirten birer konuşmalarıyla
destek sundular.
 
Basın açıklamasına katılan kitle, karakolda gözaltında
bulunan işçilere destek olmak ve serbest bırakılmalarını
sağlamak için Levent sokaklarını sloganlarla inleterek polis
barikatına dek yürüdü. Polisin dağıtma tehdidine rağmen
dağılmayan kitle,  ''arkadaşlarımızı almadan
dönmeyeceğiz'' diyerek, sloganlar eşliğinde beklemeye
başladı.  Kısa bir süre sonra karakoldan çıkan
direnişçi işçiler kitle tarafından alkış ve sloganlarla
karşılandı.

Yaşanan bu olay bir kez daha  sendika ağalarının işçilere
ve direnişlere nasıl baktığını gözler önüne sererken,
kararlılığın ve desteğin de ne denli önemli olduğunu bir kez
gösteriyordu.

10. Yılında Tecrit ve Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu

10. Yılında Tecrit ve
Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu

10. YILINDA TECRİT VE TECRİTE KARŞI MÜCADELE SEMPOZYUMU 27-28
KASIM’DA YAPILACAK

Tecrit; emperyalizmin ülkelere, halklara, örgütlere ve
tüm insanlığa dayattığı bir teslim alma saldırısıdır.10
yıldır 4 duvar arasında, bir – üç kişilik
hücrelerde, işkenceler, sürgünler altında tecrit işkencesi
ve tecrite karşı mücadele sürüyor.

Bizler Tecrite Karşı Mücadele Platformu olarak 10. Yılında
Hapishanelerde Tecrit Ve Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu’nda
hem bu mücadeleyi anlatacak, hem de tecritin hukuki, mimari yapısı,
tecritteki tutsakların ve tutsak yakınlarının yaşadıkları, tecrite
karşı mücadelenin bugüne nasıl geldiğini, geleceğini ve bundan
sonra nasıl gideceğini anlatacağız.

27-28 Kasım 2010 tarihlerinde İstanbul Su Tiyatrosu’nda “10.
Yılında Hapishanelerde Tecrit ve Tecrite Karşı Mücadele
Sempozyumu” düzenlenecek.

Sempozyumun Programı…

Onuncu Yılında Hapishanelerde Tecrit ve Tecrite Karşı
Mücadele Sempozyumu

1. Tecrit ve hukuk
a- Tecrit hukuku (keyfiyet, saldırılar, hak gaspları ve bunlara
karşılık infaz hakimliği, ceza izleme kurulları vb. on yıllık
pratiği)
b- Tecrit, savunma hakkının ihlali ve savunma avukatlarının sorunları,
dünyadan örnekler
c- Tecrit ve yargı, 19 aralık davalarında gelinen aşama

2. Tecrit, sağlık ve hasta tutsaklar
a- Tecridin fiziki ve psikolojik etkileri,
b- Tecritte tedavi olanakları
c- Hasta tutsakların durumu ve özgürlük mücadelesi />

3. Tecrit, tutsakların ve yakınlarının yaşamı
a- Eski tutsak ve tutsak yakınlarının deneyimleri
b- Hala tutsak olanların anlatımları, mektupları
c- Tutsak yakınlarının 10 yılda yaşadığı sorunlar ve talepleri
d- Tutsakların sanat üretimi ve üreterek direnme

4.Tecrit, mimari yapı ve personel
a- F tipleri, kampus hapishanelerin mimari yapısı
b- Tecrit ve personel durumu (psikolog, öğretmen, doktor
örnekleri)
c- Sohbet hakkını uygulama biçimi ve sorunları
d- Mimarisi, personeliyle dünyadan hapishane örnekleri

 

5.Tecrite karşı mücadelenin dünü,
bugünü

a- Tecrit neyi amaçlıyor?
b- Tecrite karşı mücadele nasıl yürüdü, bugüne
nasıl geldi?
c- Tecrite Karşı Mücadele Platformu

6.Tecrite karşı mücadelenin geleceği
a- Tecrit neyi amaçlıyor?
b- Tecrite karşı mücadele nasıl yürüdü, bugüne
nasıl geldi, bundan sonra nasıl gideceğiz?
c- Tecrite karşı uluslararası mücadele

 

Tarih: 27-28 Kasım 2010

Saat: 10.00-19,30

Yer: Su Tiyatrosu - Gureba H.Ağa Mah. Vezir
Çeşmesi Sok. No:3/A (Pertevniyal Lisesi Arkası) Aksaray
İstanbul

25 Kasım 2010 Perşembe

İVME AÇIKLAMA 39: DİRENEN TEKEL İŞÇİLERİNİN YANINDAYIZ

İVME AÇIKLAMA 39: DİRENEN
TEKEL İŞÇİLERİNİN YANINDAYIZ

DİRENEN TEKEL İŞÇİLERİNİN YANINDAYIZ

Bilindiği gibi, bugün TEKEL işçileri özelinde
gündeme gelmiş olsa da, pek çok çalışan kesimi kapsayan
4-C ve benzeri yasalar, yüz binlerce emekçiyi hedeflemektedir.
Uygulamanın muhataplarından olan TEKEL işçileri 4-C uygulamasına
karşı 15 Aralık 2009 tarihinde Ankara'da direnişe başladılar. 17
Aralık 2009 tarihindeki polis saldırısı ise direnişi bir üst boyuta
getirip, 78 günlük direnişin kıvılcımı olmuştur.

78 gün boyunca direniş geniş halk kesimlerince sahiplendi; pek
çok sendika, siyasi parti, demokratik kitle örgütü,
aydın ve öğrenci grubunun desteğini aldı. Siyasi iktidar ise,
direnenleri sadece “bir grup” TEKEL işçisi olarak
kamuoyuna yansıtsa da, uygulamalarıyla onlar nezdinde tüm halka
gözdağı vermek ve ''devletle başa
çıkılamayacağını'' göstermek istiyordu. Polisi,
belediyesi, valisi siyasi iktidarın amaçları doğrultusunda bir
olup, demagoji, yalan ve tehditle direnişi bitirmeyi amaçladılar
ancak başarılı olamadılar. Emekçiler bir kez daha dayanışmanın
gücünü göstermiş;  işçisi, esnafı,
öğrencisi, aydını kısacası tüm ezilen kesimler birlikte
hareket etmeye başlamıştı.

Tam bu noktadan itibaren direniş yeni bir sıçramaya ihtiyaç
duyuyordu: Bunun adı “Genel Grev”di. 
TEKEL işçileri; direnişin her aşamasında hayatı durduracak
nitelikte bir genel grevle sonuç alınabileceğini
düşünürken, TÜRK-İŞ bilinen rolünü oynayarak
önce oyalama taktiğiyle, sonrasında ise yargıdan medet ummayı
aşılayarak direnişi tasfiyeye yönelmişti. 78 günlük
direniş gerek Danıştay'ın ''yürütmeyi
durdurma'' kararının getirdiği “rehavet” ve
“umut”; gerekse de Tek Gıda-iş'in verdiği aldatmaya
yönelik vaat ve sözlerle sona erdirildi.

Zaman içerisinde TÜRK-İŞ gerçek yüzünü
bir kez daha gösterdi. Tek Gıda-İş yönetimi ile birlikte,
önceden “karar” verip kamuoyuna açıkladıkları
“eylem takvimi”ne uymayarak verdikleri sözleri
tutmadılar. 

Bu duruma sessiz kalmayan TEKEL işçileri ise, 2. bir direniş
örgütleyerek Tek Gıda-İş Genel Merkezi önünde
çadırlarını kurdular. 4 Ekim 2010 tarihinden beri ikinci
direnişlerini sürdüren TEKEL işçileri;  Türkiye
işçi sınıfının mücadele tarihinde tanık olduğumuz 1989
Migros grevleri ve 1991 Büyük Maden Direnişlerindeki sarı sendika
oyunlarının bir benzerinin oynanmasına izin vermemektedirler.

2. TEKEL direnişi İstanbul'un orta yerinde devam ediyor. Bazı
demokratik kitle örgütleri direnişe destek verirken, bu destek,
olması gerekenin çok gerisindedir. Ankara direnişi süresince
destek veren çeşitli kurum ve kuruluşların burada bulunmayı tercih
etmediği artık bilinen bir gerçektir. Buna ilişkin kamuoyuna
bildirilmiş bir açıklama olmamasına rağmen, söylenen
gerekçe ''işçilerle sendika arasında bir sorun
olduğu ve bu konuda taraf olunamayacağıdır''. Tarafsızlığın
anlamı nettir. Bu durumda sessiz kalmak işçilere karşı
geliştirilen tavrı onaylama anlamına gelmektedir. Burada esas mesele
statükocu anlayışla ''ilişkilerin'' bozulmaması
tavrıdır. Bu tavır bize yabancı bir tavır değildir. Biz de TMMOB
önünde haftalarca sürdürdüğümüz demokrasi
nöbetlerinde benzer bir yaklaşıma tanık olmuştuk. Bizim
sürecimizde de sorun grupsal tartışmalar değildi, istemimiz
örgüt içinde işlemesi gereken demokrasinin
uygulanmasıydı.

Bugün emperyalizmin ve işbirlikçilerinin saldırıları
çeşitli alanlarda boyutlanarak sürmektedir. Bu saldırılara
karşı yapılması gereken, en geniş birlikteliklerle sonuç alma
perspektifiyle direnmektir. Sadece grup çıkarları, koltuk
hesaplarıyla yapılan ittifaklar, sözünü ettiğimiz
birliktelikleri kesinlikle baltalayan, gerileten bir rol oynamaktadır. 4-C
saldırısının iktidarın bir saldırısı olduğu noktasında mutabakat
varsa buna uygun bir mücadele yürütülmelidir. Bu
mücadeleyi herhangi bir nedenle gerileten, saptıran her türden
tutuma karşı elbette taraf olunmalıdır. Perspektif eğer mücadeleyi
geliştirmek ise yapılması gereken budur. Fakat açıkça
görüldüğü gibi mücadelenin çıkarları, grup
çıkarlarına feda edilmektedir.

Bir parçası olduğumuz işçi sınıfının yarattığı her
direnişte elbette tarafız. Türkan Albayrak'ın ve Aynur
Çamalan'ın, yürütüp kazanımla
sonuçlandırdığı direnişlerde de, Zeynel Kızılaslan'ın bir
başına tersaneler cehenneminde yürüttüğü direnişe de
tarafız. Bu direnişlerde ve özellikle TEKEL direnişinde TMMOB etkin
yönetimi ise ''tarafsız'' kalmayı tercih ettiğini
pratiğiyle göstermiştir. Bu bizi çok şaşırtan bir tutum
olmamıştır. Zira Avcılar Belediyesi’nde sürgün edilen
dergimiz yayın kurulu üyesi Ali Erdoğan, Beyoğlu belediyesinde
çalışırken işten atılan Mimar Özlem Aydın, yanında
çalıştığı Makine Mühendisleri Odası onur kurulu üyesi
tarafından haksızca işinden atılan Bengü Kuzey örnekleri
çok yenidir. TMMOB bünyesindeki hâkim anlayış, kendisinin
doğrudan muhatap olduğu konularda bir açıklama dahi
yapmamıştır. 

Bugün, devam eden TEKEL direnişini yok etmeye çalışan ister
iktidar olsun, ister sarı sendikacı anlayış olsun, direnişi her koşulda
sürdürenlerin yanındayız. Direnen TEKEL işçilerine gerek
Ankara sürecinde, gerekse İstanbul sürecinde olanaklarımız
ölçüsünde destek olduk; bundan sonraki dönemde ise
bu desteğimizi büyüteceğiz. Direnen TEKEL işçilerinin
mücadelesini sadece kazanma hesabıyla destekleyeceğiz. Kazanmalarına
engel olan her türlü yalana, demagojiye, hesaba karşı, direnen
TEKEL işçilerinin tarafında olacağız.

 

YAŞASIN TEKEL DİRENİŞİ!

DİRENEN TEKEL İŞÇİSİ KAZANACAK!

TEKEL İŞÇİLERİ YALNIZ DEĞİLDİR!

 

Mühendislik, Mimarlık ve Planlamada

Artı İvme Dergisi

Sosyalist kahve kapitalist kahveye karşı

Sosyalist kahve kapitalist
kahveye karşı

Sosyalist Chevez'in yönettiği Venezuela'da, devlet işletmesi
cafe zinciri, müşterilere sosyalist ve kapitalist kahve
menüsü sunuyor; doğal olarak sosyalist kahve daha ucuz.

KARAKAS - Venezuela'daki kafelerde artık müşterilere
'sosyalist' ve 'kapitalist' kahve seçenekleri
sunuluyor.

Devlet işletmesi bir kafe zinciri, halka serbest pazarın yanlışlarını
ve devletin kontrolündeki ekonominin faydalarını göstermek
için, müşterilere iki ayrı fiyat listesi (menü)
sunuyor.

Cafe Venezuela dükkanlarındaki "sosyalist fiyat listesi"nde
büyük kahve 2,5 bolivara satılırken, "kapitalist
menü" aynı kahvenin başka yerlerde 5 bolivara satıldığını
gösteriyor.

Ülkenin temel gıdası "arepa" (mısır unundan yapılan bir
tür ekmek) Cafe Venezuela'da, özel kafelerdekilerin
üçte biri fiyata, 7,5 bolivara satılıyor.

Kafenin duvarındaki bir şemada da işçi, hammadde ve genel giderler
dahil olmak üzere fiyatların nasıl belirlendiği ayrıntısıyla
anlatılıyor.

Söz konusu uygulamanın hem vatandaşa sübvansiyonlu kahveyi
tanıtmak hem de Devlet Başkanı Hugo Chavez hükümetinin solcu
politikalarının yararlarını göstermek için yapıldığı
belirtiliyor.

İktidarının 12. yılını süren ve 'devrimi' daha da
radikalleştirme niyetinde olan Chavez, bu haftaki bir konuşmasında ordu ve
meclise 'aşırı sol' politikaları benimsemeleri
çağrısında bulunmuştu.(aa)

Kaynak: radikal.com.tr 

2 bin kişi termik santral toplantısını bastı

2 bin kişi termik santral
toplantısını bastı

BARTIN (25.11.2010)- Bartın halkı çevre katili bir firmayı
Amasra'ya geldiğine pişman ettirdi. Amasra ilçesine yapılması
planlanan iki termik santralle ilgili toplantıyı 2 bin çevreci
bastı. Toplantı iptal edildi. Protestolar bugün yapılacak toplantı
için de sürecek.

Bartın'da 2 bin çevreci, belediyeye ait sosyal tesislerde
yapılan termik santral toplantısını bastı. ÇED toplantısı
yoğun protestolar nedeniyle iptal edildi.

HEMA Endüstri A.Ş'nin yaptığı ÇED toplantısı
için Bartın Belediye Başkanı, Bartın Platformu Eşbaşkanı Cemal
Akın, Belediye Meclis üyeleri ve belediye çalışanı ile
birlikte yüzlerce kişi Bartın Belediyesi önünden
yürüyüşe geçti.

Belediye Sosyal Tesisleri ve bahçesini dolduran yaklaşık 2 bin
kişi daha sonra toplantıya girdi. Toplantı yoğun protestolar nedeniyle
iptal edildi.

Çevre ve Orman Bakanlığı yetkilileri, tutanağa "Bartın İli
Merkez İlçe ve Amasra ilçesi sınırları içinde HEMA
Elektrik Üretim A.Ş. tarafından kurulması planlanan termik santralin
Bakanlığımıza yapmış oluğu ÇED müracaatı sonrası
yapılması gereken Halkın Katılım Toplantısı salon içinde
bulunan halkın tepkisinden dolayı yapılamayacağı kanaatine varıldıktan
sonra bir süre beklenildi ve bu tutanak imza altına alınarak toplantı
salonundan ayrınıldı" notu düşüldü.

Bugün de devam edecek

Belediye Başkanı Cemal Akın, Bartın Platformu'nun Nisan ayından bu
yana sürdürdüğü çalışmalar neticesinde halkta
oluşan bilincin ÇED toplantılarına yansıdığını söyledi.
Başkan Akın; "Biz Bartın'da yaşayanlar olarak kanundan doğan
hakkımızı kanunlara uyarak kullanıyoruz. Tepkimizi şuurlu bir
biçimde ortaya koyduk. Bunu sürdüreceğiz." dedi. Akın
ayrıca bugün Belediye Sosyal Tesisleri'nde yapılacak olan
Bartın'a termik santral kurulması ÇED Halkın Katılımı
Toplantısı'nı da aynı şekilde protesto edeceklerini
açıkladı..

Hema yöneticilerinin bölgeden ayrılmasından sonra Bartın halkı
davul zurnalar eşiğinde halaylar çekti. Belediye ekipleri
tarafından salon dışına oluşturulan baca da termik santralin etkisi
anlatılmaya çalışıldı. (ETHA)

Kaynak: atilimhaber.org

En fazla kara mayını Türkiye'de

En fazla kara mayını
Türkiye'de

İSTANBUL (25.11.2010)- Birleşmiş Milletler tarafından kara mayınları
araştırmasının yapıldığı Monitör Raporu'na göre en
fazla anti-personel kara mayın bulunduran ülke Türkiye.

Mayınsız Bir Türkiye Girişimi Koordinatörü Muteber
Öğreten, Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan "2010
Mayın ve Misket Bombaları İzleme Raporu"na ilişkin açıklama
yaptı.

2009 yılında Mayın Yasaklama Anlaşması'nı imzalayan
ülkelerden birinin de Türkiye olduğunu belirtin Öğreten,
geçtiğimiz Mayıs TSK'nın döşediği mayınlarma 6 askerin
yaşamını yitirdiğini hatırlattı. Öğreten, "Olayda
kullanılan mayınların nereden, nasıl temin edildiği ve orjinleriyle
ilgili endişelerimiz halen devam ediyor" dedi.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başka yerlere de mayın
döşeyip döşemediğinin araştırılıp kamuoyu
açıklanmasını isteyen Öğereten, "Kullanım yasağını
ihlal eden herkes için cezai şartlar yerine getirilmelidir"
dedi.

Türkiye'de mayın kurbanlarının sayısının bilinmediğine
dikkat çeken Öğreten, Sağlık Bakanlığı'nın mayın
mağdurlarının topluma yeniden kazandırılması için gerekli
araştırmayı başlatmasını ve gerekli olan tüm önlemleri
almasını talep etti.

Mayınların temizlenmesi konusunda adımlar atıldığını kaydeden
Öğreten, "Toprağa döşeli mayınların temizliği
için ek süre istenmemeli. 2014’e kadar toprağa
döşeli tüm mayınlar temizlenmelidir. Bu konuda bir program ve
takvim oluşturulmalı ve kamuoyuna açıklanmalıdır. Unutulmamalı
ki, her üç günde bir, bir mayın vakasının yaşandığı
Türkiye’de, geciken her gün yeni mayın kurbanı
demektir."

Dünya kara mayınları

Birleşmiş Milletler’in Monitör 2009 Raporu'nda yer alan
genel bulgular ise şu şekilde:

-Dünya genelinde 3 bin 956 yeni mayın vakası saptandı,
geçtiğimiz yıllara oranla yüzde 28 azalma demek.

-198 kilometrekarelik alan mayından temizlendi. Nepal mayın üreten
ülkeler listesinden çıkarılırken, Rusya ise mayın kullanan
ülkeler listesinden çıkarıldı.

-86 ülke stoklarındaki mayınları imha ederken, Arnavutluk,
Çin, Yunanistan, Nikaragua, Ruanda, Tunus, ve Zambiya mayın temizleme
faaliyetlerini tamamladıklarını bildirdi.

-ABD ise mayın politikasını gözden geçireceğini
açıklayarak, 2. Gözden Geçirme Konferansı’na
katıldı.

Türkiye

Raporda Türkiye ile ilgili genel bulgular ise özetle
şöyle:

-Türkiye mayın üretmemektedir ve anti personel mayın
ihraç ettiğine dair bilgi bulunmamaktadır.

-Mayıs 2009’da, Hakkari ilinin Çukurca ilçesinde yedi
askerin ölümüne, 8 askerin de yaralanmasına neden olan
mayının TSK’ya ait olduğu ve komutanın emri üzerine
döşendiği belirlendi.

-Uluslararası Mayın Yasaklama Kampanyası (ICBL), araştırma ve tam
şeffaflık çağrısında bulunarak Mayın Yasağı Anlaşması
şartlarına göre Türkiye’nin anti personel mayın
kullanımını önlemek üzere her türlü tedbiri alması
gerektiğini ve kullanım yasağını ihlal eden herkes için cezai
şartların yerine getirilmesi gerektiğini belirtti. Ayrıca ICBL,
Türkiye’ye Türk Silahlı Kuvvetlerinin başka yerlere de
mayın döşemiş olup olamayacağının araştırılması
çağrısında bulundu.

-Türkiye taraf devletler arasında en fazla sayıda anti personel
mayın bulunduran Taraf Devlet olmayı sürdürüyor.

-Türkiye, 2009 yılının sonunda topraklarında toplam 979 bin 417
döşenmiş mayın kaldığını, bu mayınların 814 bin 951’inin
antipersonel mayın ve 164 bin 466’sının da antitank mayını
olduğunu bildirdi.

-Türkiye’de, başta UXO olmak üzere savaştan kalma
patlayıcı (ERW) kirliliği de bulunmaktadır. İnsan Hakları Derneği
tarafından oluşturulan raporlarda, mayından en çok etkilenen
yerlerin başında Batman, Bingöl, Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Siirt,
Şırnak ve Van geldiği belirtildi.

-Misket bombaları kalıntıları ile ilgili herhangi bir soruna ilişkin
kanıt yoktur.

-Türkiye’de mayın/ERW mağdurlarının ihtiyaçlarını
değerlendirmek üzere hiçbir çalışma olmadı.

-Türkiye'de Ulusal Mayın Eylemi Otoritesi, Mayın Eylem Merkezi,
Uluslararası mayından arındırma operatörleri, Ulusal mayından
arındırma operatörleri, Silahlı Kuvvetler Uluslararası risk eğitimi
operatörleri, Ulusal risk eğitimi operatörleri yok. (ETHA)

Kaynak: atilimhaber.org

İrlanda'da yıkım planı açıklandı

İrlanda'da yıkım planı
açıklandı

DUBLİN (25.11.2010)- İrlanda hükümeti, alacağı yardımlar
için AB ve IMF'nin şart koştuğu kemer sıkma programını
açıkladı. Kamu harcamalarında büyük kesintileri ve vergi
artışlarını içeren 4 yıllık kemer sıkma politikası beklendiği
üzere işçi ve emekçiler için tam bir yıkım
planı.

Hükümet, krizden çıkış için kamu
çalışanları maaşları ile asgari ücret ve emeklilik
maaşlarında kesinti yapacak. Plana göre, saat başı asgari ücret
1 Euro azaltılarak 7,65 Euro olacak ve 24 binden fazla kamu
emekçisinin işine son verilecek.

Buna ek olarak vergi artışa da gidilecek. Gelir vergisi arttırılacak.
Düşük gelirli emekçilere de gelir vergisi konacak. Orta
gelirli vatandaşların gelir vergilerinde ise en az 3 bin euroluk bir
artış olacak.

KDV oranında artışını da içeren kemer sıkma planında
hükümet, sosyal yardımlarda da kesintiye giderek 2 milyar 800 bin
Euro bir tasarruf yapacak.

İrlanda Başbakanı Brian Cowen tarafından açıklanan kesintileri
IMF ve AB gözden geçirecek.

Cowen, hiç kimsenin bu kesintilerden kaçamayacağını
savunuyor, "Bunların hepsi vatandaşlarımızın emniyeti için.
Bu geleceğe karşı umutları garanti etmek için. Geçmişte
olduğu gibi bunu atlatabiliriz ve atlatacağız" diyor.

İrlanda, alacağı yardımla 2014'e kadar bütçe
açığını gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde
3'ü düzeyine çekmeyi hedefliyor. (ETHA)

Kaynak: atilimhaber.org

Yine patlama yine çocuk yaralandı

Yine patlama yine çocuk
yaralandı

HAKKARİ (25.11.2010)- Hakkari'nin Yüksekova
İlçesi’ne bağlı bir köyde keçi otlatan 10
yaşındaki çocuk, bulduğu yabancı cismin patlaması sonucu ağır
yaralandı. Dün yaşanan patlamanın askeri bir alanda
gerçekleştiği bildirildi.

Yine bir "cisim", yine bir patlama. Hakkari Yüksekova'ya
10 kilometre uzakta bulunan bir köyde keçilerini otlatan 10
yaşındaki Nazif Yanar adlı çocuk, bulduğu cismin patlaması sonucu
ağır yaralandı.

Baba Mehmet Yanar, "Yüksekova ile Pizok Köyü arasında
kalan 21. Sınır Tugay Komutanlığı tel örgülerinin olduğu
yerde keçileri otlattığı sırada bulduğu cisimle oynadığı
sırada cisim patlamış. Oğlum, kollarından ve göğsünden
yaralandı. Oğlum şuan ameliyata alındı. Hayati tehlikesi
bulunmaktadır" dedi.

Patlamadan sonra olay yerine askerlerin gittiğini söyleyen baba Yanar,
"Askerler olay yerinde raporlarını tuttuktan sonra patlayan cismi de
alıp, olay yerinden ayrıldılar. Askerler olay yerinden ayrıldıktan sonra
polis olay yerine gelerek, incelemede bulundu" dedi.

Yaralı çocuk ameliyata alınırken, olaya ilişkin soruşturma
başlatıldığı bildirildi. (ETHA)

Kaynak : atilimhaber.org

Asker sigara almaya göndermiş, sonra...

Asker sigara almaya
göndermiş, sonra...

Ahmet Açar Gülücükler Saçıyor src="http://www.atilimhaber.org/haberler/2010/11/25/resimler/Asker_sigara_almaya_gondermis__sonra_20101125_112316.jpg"
style="width: 400px; height: 266px; " />

AMED (25.11.2010)- Şırnak'ta, Uğur Kaymaz'ın ölüm yıl
dönümünde bir asker tarafından vurulan Ahmet
Açar'ı ETHA tedavi gördüğü hastanede ziyaret
etti. 12 yaşındaki Ahmet, yoğun bakımdan çıkarıldı. Sağlık
durumu iyi. Ziyaretleri kabul ediyor, hediye olarak gelen oyuncaklarıyla
oynuyor. Vurulması olayı ise Ahmet'in yanında kesinlikle
konuşulmuyor.

Kızıltepe'de 12 yaşındayken 13 kurşunla öldürülen
Uğur Kaymaz'ın 6. ölüm yıl dönümünde, bir
asker kurşunu da, yine 12 yaşındaki Ahmet Açar'a sıkıldı.
Adres bu kez Şırnak'ın Kumçatı (Dêrgulê) Beldesi
idi. Sağ göğsünün altından girip sağ koltuk altından
çıkan kurşun, Ahmet'in küçük bedeninde
çok büyük hasarlara yol açmadı. Şırnak Devlet
Hastanesi'nde ameliyat olan Ahmet, şu anda Diyarbakır Dicle
Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi'nde tedavi
görüyor.

Dün yoğun bakımdan çıkarılan Ahmet Açar'ı,
servisteki odasında ziyaret ettik. Ahmet'in sağlık durumu iyiye
gidiyor. Doktorlar, hayati tehlikesi bulunmadığını söylüyor. Ne
zaman taburcu olacağı ile henüz belli değil.

Oyuncaklarla ve ziyarete gelen çocuklarla oynayan Ahmet ile olay
üzerine konuşmuyoruz. Çünkü, doktorları ve ailesi, 12
yaşındaki Ahmet'in yaşadığı olayın yaratacağı psikolojik
tramvaya dikkat çekiyor. Ahmet, iyi olduğunu söylüyor.
Ölümün kıyısına bu kadar yaklaşmanın farkında olmadan,
etrafa gülücükler saçıyor.

Şırnak'ın Kumçatı Beldesi İkizce Köyü
ilköğretim Okulu 6. sınıf öğrencisi olan Ahmet Açar, 21
Kasım'da bir askerin ateş açması sonucu göğsünden
yaralanmıştı. Ahmet'i vuran asker tutuklanırken, olayın nasıl
gerçekleştiğine ilişkin detaylar da ortaya çıktı.

Bu işin peşini bırakmayacağız

Ahmet Açar'ın amcasının oğlu Mehmet Açar'a
göre, İkizce Tank Taburu'nda bir asker, Ahmet Açar'ı
bakkala sigara almaya gönderdi. Ahmet sigarayı alıp getirince, askerin
silahından çıkan kurşunla yaralandı.

Mehmet Açar, "Asker bunu bilerek mi yaptı, yoksa kaza sonucu mu
oldu bilmiyoruz. Ama artan çocuk ölümlerine bakıldığında
bunun kaza olma ihtimali zayıf" diyor ve ekliyor: "Kaza ya da
değil, biz bu işin peşini bırakmayacağız."

Mehmet Açar, askerin tutuklandığını, kendilerinin de davacı
olduğunu hatırlatarak, yargılama sonucunda adaletin yerini bulmaması
durumunda, davayı başka yerlere taşıyacaklarını belirtiyor. (SERDAL
IŞIK/ETHA)

Kaynak: atilimhaber.org