15 Kasım 2010 Pazartesi

Büyük Kentlerde, İstanbul Arenasında Sınıf Mücadelesi...

Büyük Kentlerde, İstanbul
Arenasında Sınıf Mücadelesi...

 

MESELE DERGİSİ, KASIM 2010
SAYISI
 - MUSTAFA SÖNMEZ

Kentsel dönüşüm projelerine bir milat vermek
gerekiyorsa, sanırım bunu da 24 Ocak 1980 kararlarına bağlamak gerekiyor.
Bugünün projeleri o günden öngörülüyordu
ve buna uygun olarak siyasi bir rota çizildi. Siz bu süreci
nasıl tanımlıyorsunuz?

1980, hem dünyada hem Türkiye’de ekonomik ,
politik,kültürel, tam bir dönüşüm sürecine
işaret ediyor. Sermaye birikiminin kaynağı değişmese de kulvarı
değişiyor. 80 öncesinde daha çok sanayi üzerinden artı
değer elde edilir, sanayi üzerinden birikim sağlanırken sonrasında
sanayiden ziyade finansallaşma üzerinden spekülasyon ön plana
çıkıyor ve birikim bunlar üzerinden devam ediyor.

Bu kulvara geçişi özetleyebilir miyiz? Ne oldu,
kapitalizm nerede tıkandı da sermaye birikimi sanayileşmeden
finansallaşmaya yöneldi?

Kapitalizm, sürekli biriktiren bir üretim biçimi.
Biriktirdikçe de sermayenin belli bir yerde, belli kâr
oranlarını koruması gerekiyor ama öyle bir an geliyor ki
biriktirdiği sermayeye göre elde ettiği kâr oranı -bulunduğu
sektör ve emekle olan ilişkileri itibariyle- düşmeye başlıyor,
o zaman kriz hali yaşıyor ve bunu aşmak için kulvar değiştirmesi,
emekle olan ilişkisini, bölüşümü, sermayenin kendi
içinde iş bölümünü gözden geçirmesi
gerekiyor ve dünya kapitalizmine hükmedenler, dünyadaki iş
bölümünü değiştiriyorlar. 80 sonrası, dünyada
sanayi, metropol diye bildiğimiz merkezlerden, ağırlıkla Asya’ya
doğru kaydırıldı. Kâr oranı düşmüş sektörler ya
da o sektörlerin emek yoğun kısımları, kirli sanayiler, yavaş
yavaş Asya’ya; Güney Kore’ye, 90’dan sonra da
Çin ve Hindistan’a kaydırıldı. Bunların arasında
Türkiye de var. Sanayi bu şekilde çevre ülkelere
kaydırılırken merkez ülkeler, kendilerinde daha çok finans
sektörünü, bilişim, iletişim gibi kâr oranları
yüksek sektörleri ya da sanayinin katma değeri daha yüksek
kısımlarını- planlama, tasarımla ilgili aşamalarını-
alıkoydular.

Türkiye’de nasıl bir kaydırma yapıldı, sanayi
kendisine nasıl bir yol çizdi?

Türkiye 80 öncesinde daha çok ithal ikameci bir
sanayileşme çizgisi izliyordu. Gümrüklerle korunuyordu,
devlet himayesinde bir bebek sanayi yaratılıyordu. 60’larda
palazlanan, 70’lerde olgunlaşan sanayi ile büyük sermaye,
hatırı sayılır bir birikime ulaştı. Bu sermaye yavaş yavaş
İstanbul’dan çevre illere, Adapazarı, Bursa, Kocaeli,
Tekirdağ’a doğru yayıldı. Yatırımlarının büyük ve
kârlı kısımlarını elinde tutarak, kârsız kısımlarını
Kayseri, Denizli, Antep gibi kentlerdeki KOBİ’lere bıraktı, yeni bir
yapılanmaya yeni sektörlerde yoğunlaşarak geçti.
Büyük sermaye, ağırlıkla finans,enerji, AVM, plaza
işletmeciliği, İstanbul rant yatırımlarına daha çok
yönelirken karlılığı düşmüş sanayileri
küçük ve orta işletmelere bıraktı.

Sanayinin mekânları İstanbul’dan kaydırınca
gecekondularda oturan işçilere de ihtiyaçları kalmadı,
gözler onların yaşadığı yerlere çevrildi…
/>

O döneme kadar- 70’ler- sanayide birikimin elde edilmeye
başlandığı döneme kadar, büyük sermaye kent toprağına bu
kadar göz koymamıştı, kırdan gelenlerin kent toprağını gecekondu
için işgal etmeleri pek de umurlarında değildi. Tersine bu
işlerine geliyordu. Konut meselesini bir şekilde halletmiş olan
işçinin ücret talebi de ona göre düşük
olacaktı. Dolayısıyla gecekondulaşmayla o dönemin sanayileşmesi
arasında bir uyum vardı. Hükümetler de oy kaygısıyla buna
göz yumuyorlardı. Özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir’de
kent dokusu daha çok sanayinin, ticaretin ön planda olduğu,
fabrika çevrelerinin gecekondularca kuşatıldığı bir
görünüme sahipti. İstanbul için konuşursak
Zeytinburnu, Haliç, İstinye, Beykoz, Paşabahçe ,
Mecidiyeköy ve Levent’teki ilaç endüstrisinin arka
semtleri Gültepe,Seyrantepe, Anadolu yakasında Maltepe, Kartal,Tuzla,
Pendik, Fikirtepe vb. önemli gecekondu bölgeleriydi.

Bu 80 sonrası ters yüz oldu. Büyük özelleştirme
ihalelerinden en kârlı olanlarını alan sermaye, İstanbul’u da
bir küresel kent olarak dünya ekonomisine eklemleme ve onun
rantından faydalanma noktasına geldi. İstanbul’u mümkün
olduğu kadar sanayiden arındırılmış, hizmet, finans, turizm,
kültür -medya endüstrilerinde uzmanlaşmış bir metropol
olarak tasarlamaya,dönüştürmeye başladı. Tam da burada,
eski sanayi işçilerinin işgal ettiği, kentin eski ama merkezde
olan, Tarlabaşı, Tophane, Haliç, Levent aksı üzerindeki
gecekondu mahallelerinin arsaları hızla değer kazandı. Aynı şekilde
Ankara, İzmir gibi büyük kentler de kent rantı üzerinden
ön plana çıkmaya başladı.

Kentsel dönüşüm adı altında bu eski alt sınıf
mekânlarının, bu mekânlarda oturanların tahliyesi gündeme
geldi. Mutenalaştırma, soylulaştırma yoluna gidildi, üzerlerine
gökdelenlerin, alışveriş merkezlerinin, muhtelif lüks
konutların, sitelerin yapılması planlandı. Aynı ölçüde
olmasa da Ankara ve İzmir de bu süreç yaşandı, yaşanıyor.
İzmir’de Kadifekale gibi yoksulların yaşadığı bölgeler,
Ankara’da havaalanına giden yolun iki tarafındaki gecekondular,
Mamak, Dikmen vadisi bu kapsamdaki alanlardı. Kentsel
dönüşüm adı altında kent arsasını daha çok
metalaştırmak ve onun üzerinden büyük birikimler elde etmek
üzere bir yol açıldı, bugün de bu yol üzerinde devam
ediyoruz.

Söz konusu yıllar için, yani altmışlar, yetmişler
için İstanbul’a bir sanayi kenti diyebiliyor muyuz? Sanayiden
finansal alanlara kayan şirketler nasıl bir rota izlediler?

Elbette bir sanayi kentiydi ama mesela otomotiv sanayinin, petrokimya
sanayinin kurulması aşamasına gelindiğinde- bütün o
sanayileşme tarihinde- anlaşıldı ki bunlar İstanbul’a kurulamaz,
İstanbul bunu kaldırmaz. O dönemlerde holdinglerin merkezi
İstanbul’daydı ama otomotiv Bursa’daydı, petrokimyayı
Kocaeli’ne yaptılar. Ama bunlar coğrafi olarak yakın olduğu
için İstanbul’dan idare ediliyor. Büyük holdingler
–Koç, Sabancı- esas olarak sanayiciydiler. Sermayelerini
sanayiye yatırıyorlardı ve birikimi öncelikle oradan
sağlıyorlardı. Sonra ne oldu? Şu an Koç kendisini daralttı.
Tüpraş’ı özelleştirmeden aldı. Tüpraş, otomotiv,
finans –Yapı kredi- beyaz eşya duruyor, diğer pek çok şeyden
çekildi. Sabancı’ya bakınca; finans- Akbank-, biraz sanayi
-lastik- ve enerji var. O da bu şekilde yapı değişikliği
geçiriyor. Diğer gruplara tek tek bakınca da durum böyle.
Vestel mesela, elektronik sektöründen birden karayollarının
binasını alıp Levent’te devasa bir gökdelen yatırımına
girişti. İş Bankası- Eczacıbaşı, Levent’te Kanyon’u
yatırım olarak seçtiler. Levent-Maslak-aksındaki büyük
gökdelenlere, alışveriş merkezlerine baktığımızda esas olarak
büyük sermayenin yatırımları olduğunu görüyoruz.

Şimdi gündemde Haydarpaşa ve Galataport var. İstanbul’u bir
finans merkezi yapmaya yönelik niyetler var. Turizmde de hatırı
sayılır yatırım var. Nitekim son on yıldır İstanbul’a
baktığımızda yatırım alanı olarak inşaatı görüyoruz,
büyük alıveriş merkezleri, büyük konut siteleri,
gökdelenler; geleceğe dönük olarak da Galataport gibi daha
büyük çaplı işler… Dolayısıyla yoksulların, dar
gelirlilerin işgal ettiği kent merkezindeki alanlar da İstanbul dünya
ekonomisinde nereye, nasıl konumlandırılıyorsa ona uygun yerler haline
getirmeye çalışılıyor. Medya ve kültür endüstrisi
için Beyoğlu seçilince, Beyoğlu’nun arkasında
Galata’nın mutenalaşmasını gördük, bu yavaş yavaş
Tophane’ye seyretti, şimdi Tophane’den Salı Pazarı’na
doğru inecek ve Galataport projesi ile bütünleşecek. Yani
bütün bu alan öngörüldüğü gibi medya ve
kültür endüstrisinin, eğlence endüstrisinin
mekânı haline gelecek. Dolayısıyla orada bütün-onlara
göre-köhne yapılar, alt ve orta sınıfların oturduğu
yapıların hepsinin dönüşümü gerekiyor!

Dönüşümde öncelik tanınan yerler de
sözünü ettiğiniz yerler, Balat, Galata, Tarlabaşı,
Tophane… Baktığımızda hemen hemen dönüşümle
paralel dönemde bu semtlere önce sanatçı ve aydınların ya
da eğlence sektöründe olan isimlerin girdiğini
görüyoruz. Sermaye de onların ayak izinden ilerliyor gibi. Bu bir
tesadüf mü?

Bu tanımladığınız kesimi Fransızlar Bobo diye adlandırıyorlar,
yani Bohem burjuvazi. Aslında sınıfsal olarak da baktığınızda
çok kazanan iş sahibi, iş adamı, iş kadını veya üst
düzey yönetici, reklam sektöründe, medyada, finansta iyi
kazanan kesimler bunlar. Bohem yaşantı da söz konusuysa eğlence
merkezlerine yakın konutları tercih ediyorlar. Ve kentin o eski dokusunun
değerini bilecek kadar da entelektüel birikimleri var. Doğru, bu
mutenalaşmayı ilk onlar başlattılar. Ama zaman içerisinde
büyük sermaye grupları onların açtığı bu yolun daha
sistemli, büyük ölçekli, daha sermaye birikimi
sağlayabilecek modellerini düşünmeye başladılar. Prestij
yatırımları için -galeriler, kültür merkezleri
müzeler- o bölgeleri seçtiler.

Tophane’de geçen günlerde yaşanan olaylar,
mahalle sakinlerinin bohem burjuvaziye tepkisi ya da sezgiyle başına
gelebilecekleri algılama ve buna refleks göstermeleri olarak okunabilir
mi?

Okunabilir tabii. Boğazkesen Caddesi’nde sağlı sollu, boydan
boya galeriler, mağazalar açılmaya başladı. Hatta daha ileriye
dönük yatırımlar yapılıyor, Galataport ile birlikte
kazanacağı değeri dikkate alarak çok hızlı bir şekilde daireler
eldeğiştiriyor. Orada yaşayan alt gelir gruplarının bir kısmı kiracı.
Satış söz konusu olunca evlerinden çıkarıldılar. Mülk
sahipleri de burada olan bitenden endişe duydular. Muhafazakâr yaşam
tarzları da vardı. Onunla da didişen bir rüzgârın esmekte
olduğunu ya da daha hızlanacağını fark ettiler ve bu reaksiyon
görüldü, çok sürpriz değil. Ama her yerde aynı
durum olmuyor. Sulukule’de Romanlar neredeyse kazınarak yerlerinde
edildiler. İstanbul’un dışında toplama kampını andıran
blokların içine yerleştirilmek istendi. Kaldı ki o mekânlar o
insanların kültürünün bir parçasıydı.
Dolayısıyla bu tür planlar alt gelir gruplarının barınma hakkına
tecavüz noktasına kadar gidiyor, her zaman her şey sulh içinde
olmuyor. Bir taraftan bu iş parayla yapılıyor ama diğer taraftan da ciddi
devlet zoru kullanılıyor.

Sizce İstanbul’da böyle bir kentsel
dönüşüme gerçekten ihtiyaç var mı? Mimarlar ve
şehir planlamacıları, bu tür dönüşümlerin semtte
yaşayan halkın da karara katılmalarıyla olabileceğini
söylüyor. Böyle bir demokratik tavır ne kadar ne kadar
mümkün, böyle bir kararda yoksulun söz payı
nedir?

İstanbul’un, İzmir’in, bir ölçüde
Ankara’nın kültür varlıkları Cumhuriyet’in
kuruluşundan sonra, azgın sanayi kapitalizmi yıllarında ciddi
ölçüde tahrip edilmiş. Haliç semtlerine,
Silahtarağa’ya, sırf ulaşım kolaylığı var, gemiler rahat
yanaşıyor diye termik santrali ve fabrikalar kurmuşlar. Ve birdenbire o
güzelim doğa parçası kirlenmiş, bozulmuş. Orada
çalışmak için Anadolu’dan gelen insanlar tepelere
gecekondular yapmışlar. O birikim süreci içinde o doku
zedelenmiş. İstinye koyunda tersane, güzelim deresinin etrafına
fabrikalar derken gecekondular kurulmuş. Fabrika atıkları o dereden
İstinye koyuna akmış, ziyan olmuş. Nereye baksanız, o sanayi
üstüne sermaye birikimi sürecinde İstanbul hırpalanmış. Bu
zararın neresinden dönülse kârdır. İstanbul’un
tekrar asli dokusuna kavuşturulması, bütün bu kirlenmenin, midye
kabuğu gibi İstanbul’a yapışmış atıkların temizlenmesi gerekir.
Ama bütün bunlar, “siz nasıl bir İstanbul
istiyorsunuz?” sorusundan geçiyor. Siz nasıl bir İstanbul
istiyorsunuz, başkaları nasıl bir İstanbul istiyor? İşte orada
İstanbul’a yaklaşım farklılaşıyor. Herkesin arzuladığı
İstanbul farklı. Sermaye sahipleri İstanbul üzerinden para kazanmak
ve İstanbul’a öyle bakmak, dönüştürmek
istiyorlar. Haliç’i sanayiden arındırdılar. Ama
bütün bunlar para kazanmak üzerine, kültüre sahip
çıkmak değil, kültür endüstrisi kurup onun
üzerinden para kazanmak üzerine… İstanbul’un
kültürel varlıklarını, tarihi dokuyu koruyup iyileştirmek
değil, bir tür metaya dönüştürüp onun
üstünden para kazanmak amaçlı. Böyle bakıldığında
onların dönüştürmek istediği İstanbul başka bir şey. Ama
siz başka bir şekilde yaklaşabilirdiniz. İstanbul bir azman sanayi kenti
olmamalıydı, baştan böyle kurulmamalıydı. Aklıselim sahibi
insanlar başlangıçta buna izin vermemeliydi. İstanbul’u
kirleten, Haliç’i o hale sokan, İstanbul’da denize
girilmez hali yaratanlar, başlangıçta buna izin vermemeliydiler ama
sermaye birikimi bunların hiç birisini dinlemiyor. Dolayısıyla bu
saatten sonra bizim de farklı bir İstanbul görme isteğimiz var.

Siz nasıl bir İstanbul istiyorsunuz?

İstanbul’un Türkiye’den kopuk ele alınmaması lazım,
ki hakim anlayış, tersidir, küresel kent İstanbul anlayışıdır.
Türkiye’den kopuk ele alındığında, sanki burası ayrı bir
coğrafyaymış gibi davranıldığını bunun üzerinden nasıl en iyi
birikim sağlanır, nasıl dünya ekonomisine en iyi entegre edilir, diye
bakılıyor İstanbul’a. Buna odaklanıldığında,
Türkiye’nin geriye kalanı ve onun planlanması unutulduğunda,
İstanbul eskisinden daha fazla cazibe merkezi oluyor, daha fazla sermaye,
daha fazla göç çekiyor ve kent, içinden
çıkılmaz bir hal alıyor. Dolayısıyla İstanbul’a ait
tahayyülünüz, Türkiye’nin geri kalan kısmının
tahayyülünden kopuk olamaz. Bir Türkiye
tahayyülünün, Türkiye’ye dair bir gelişme
perspektifinin, bir vizyonun olması lazım. Doğu, Güneydoğu,
Karadeniz, Akdeniz ne olacak? Bütün buralardaki gelişme
perspektifi nasıl sağlanacak? Buraların , bütündeki rolleri ne
olacak? Buralarda insanların göçmemeleri için, iş aş
meselelerini bulundukları yerlerde halletmeleri için ne yapmamız
gerekir, bunu planlamak ama bu bütün içinde
İstanbul’a da bir rol vererek ilerlemek gerekiyor. Bunun için
de unutulan demokratik bir planlama, bölgesel dengeyi ve gelişmeyi de
dikkate alan bir planlamaya ihtiyacımız var. İstanbul’un
yükü, ancak bu yapıldığı zaman azalır.

İstanbul’un şu anki resmi nüfusu 12.5 milyon. Onun
üstüne durmadan gelen nüfus, bu nüfusla beraber
müthiş bir otomobilleşme var. Bu da beraberinde
üçüncü, dördüncü köprüleri,
arsa rantlarını getiriyor. Bu da İstanbul’u doğrultmak yerine daha
da sorunlu bir metropol haline getirmekten başka bir şeye yaramıyor. Ama
bu, bunu yapanların umurunda değil, onlar günü kurtarmanın,
günün kârının derdindeler. İstanbul’u iyileştirmek
için İstanbul’un üstündeki göç
baskısını kaldırmak gerekiyor.

Bunun planlamasında öncelik size göre ne
olmalı?

Göç baskısını kaldırabilmek için göç
eden insanları kendi bölgelerinde mutlu kılmak gerekiyor. Onlara kendi
yerlerinde iş- aş temini ile kendi bölgelerinde kalmalarını
sağlamak, sermayenin İstanbul’a üşüşmemesi için
başkaca cazibe merkezleri yaratmak zorundayız. Ondan sonra
İstanbul’u yaşanabilir bir yer haline getirmek mümkün.
Bunun için de doğal ve tarihi dokuya iyi davranan,
bölüşümü adilleştiren, kentin alt ve orta
sınıflarına da yaşama hakkı veren, özellikle bugün
metalaştırılmak istenen Galata’dan Haydarpaşa’ya kadar olan
bölgeleri biraz daha halkın kullanımına açan, halka meydanlar,
nefes alma alanları sunan bir anlayışın benimsenmesi şart.
İktidarların kentin bütününde barınma hakkını kutsal bir
hak olarak tanımak, alt ve orta sınıfın da bu hakkını sorumluluğu
var.

Çizdiğiniz panaroma bugünün uygulamalarından
oldukça farklı bir planlama içeriyor. Bu çok
büyük bir ekonomik planlama ve sosyal bir devletin varlığını
zorunlu kılmıyor mu?

Eğer sorunu çözmek istiyorsak buradan başlamak zorundayız.
Diğer bölgelerde kendi özelliklerine göre yatırımlar
yapılmak durumunda. Örneğin Karadeniz’e sanayi yazıktır.
Karadeniz’e turizmini ve tarımını geliştiren bir perspektif sunmak
gerekir.

Karadeniz de HES’lerle tüketiyor.

Buna direnmek lazım. Orada şu an enerji kaynaklarına dönük
yatırımlar doğaya büyük zarar veriyorlar. Sinop’ta
nükleer santral, Rusya’dan ithal kömürle
çalışacak termik santral kurmak istiyorlar. Karadeniz ciddi bir
tehdit altında. Güneydoğu’nun hali belli. O savaş ikliminin
barış iklimine dönüştürülüp, sınır ticareti,
tarımın, hayvancılığın geliştirilmesi gerekiyor. Her bölgenin
kendi öyküsü ve potansiyeli var. Bunları planlamadan
İstanbul rahatlatılamaz. Bütün bunları tamamen unutup
yüzünüzü İstanbul’a
döndüğünüzde kent, göçlerle kendisine
gelemez, yıpranmaktan kurtulamaz. Durmadan nüfus geliyor,
otomobilleşme artıyor, kamu kaynakları kullanılıp alt geçitler,
üst geçitler, viyadükler yapılıyor. Kaynaklar
paragözlerin yatırımlarının ortaya çıkardığı ulaşım
sorunlarını çözmeye harcanıyor. İstanbul halkının
eğitimine ve sağlığına harcanması gereken para, buralara gidiyor. Bu
anlamda da ciddi bir eşitsizlik ortaya çıkıyor. Kamu kaynağı ne
içindir? O ulaşım sarmalı ortaya çıkmazsa, ihtiyaç
kendisini dayatmazsa, oraya yatırım yapmak yerine insanların
sağlığına, eğitimine yatırım yaparsınız.

Türkiye’nin sanayiden tümüyle elini
ayağını çektiğini söyleyebilir miyiz?

Türkiye’de şu anlamda sanayisizleşme oldu, artık
büyük, iddialı ağır sanayi yok, petro kimya tesisleri, ileri
teknoloji kullanan sanayi tesisleri yok, ama harcıalem sanayi var. O
geliştiriliyor, büyütülüyor. Anadolu’da;
Gaziantep, Kayseri, Denizli gibi kentlerde bu esas olarak KOBİ’lerle
yürütülüyor. Bunların büyük bir kısmı
İslami sermaye dediğimiz kesim tarafından icra ediliyor. Ayrıca
Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde değişik sanayi yapıları var,
olmaya da devam edecek.

KOBİ’lere ekonominin taşıyıcısı gözüyle mi
bakmalıyız, bu yapı ne kadar istihdam sağlıyor, gelişim vaat
ediyor?

Sanayinin bu yapısı da kabul edilebilir bir yapı değil,
yoksullaştırıcı bir yapı. Neden? Büyük ölçüde
ithal hammadde kullanıyor, yeterince istihdam yaratmıyor ve rekabet
gücünü sadece ucuz emekten alıyor. Düşük kâr
oranlarıyla bir birikim sağlamıyor. Bu tür sanayileşmenin, sadece bu
rolü bize bırakanlara faydası var. Farklı bir sanayi yapısına,
teknolojiyi daha geliştiren, ileri teknoloji kullanan, bunun için
gerekirse kamu sektörünü yeniden sanayi alanına sokan bir
sanayileşme anlayışına ihtiyacımız var. Dolayısıyla sanayi
stratejisini yeniden gözden geçirmek, daha ileri teknolojilerden
istihdam yaratan bir sanayi sistemi bulmak gerekiyor. Bunun lokasyonları
ortaya çıkar, nerede ne geliştirilecek, ne yapılacak
araştırılır. Bir kere buradan da ilerlemek gerekiyor. İşe hem
ekonominin omurgası olan sanayinin hem de yan unsurları olan tarım,
enerji, çeşitli hizmet sektörlerinin en iyi şekilde
planlanmasıyla başlanmalı. Bu planlamada sanayinin istihdam ve katma
değer yaratan bir kimyaya kavuşturulmasına, sonra da bunların hangi
coğrafyalarda geliştirileceğine karar verilmeli. Bütün bunların
kâr ve sermaye birikimi esasına göre değil, insanı odağa
koyan, insanların iş- aş meselelerinin gelişmesini dikkate alan,
gelişimi adilleştiren, insanların katılımını sağlayan, demokratik bir
plan içerisinden yapılması, bunun hedeflenmesi gerekiyor.

Kentsel dönüşüm projeleri, alt ve alt orta
sınıfları şehrin dışına itiyor. Orta sınıf derken kimi
anlamalıyız? Özal döneminde orta sınıfın eridiği
konuşuluyordu, bugün yeni bir orta sınıf mı var, bu sınıf nasıl
türedi, bu sınıfın temel belirleyicileri neler?

Ben emeği ile geçinen ücretli kesimi kastediyorum. Orta
sınıftan ziyade, ücretli ya da iş bulamayan kesim söz konusu.
İşsiz ler,ciddi bir topluluk, ayrıca kayıtsız, güvencesiz
çalışan insanlar var. Bunlar ya işportada ya da muhtelif
işletmelerde ücretli ama güvencesiz çalışıyor. Bunların
barınma hakkını dikkate almak gerekir. Kimse bu insanlara sırtını
dönemez. Bir kent, mekan paylaşımı söz konusu olduğunda, bu
sınıfsal bir tercihtir. İstanbul gibi arsa rantı çok yüksek
olan bir yerde bu saydığımız kesimler tutunamaz, duman olur. Ya
İstanbul’a gelemeyecek en dış çeperlerine atılacak ya da
tutunamayacak, barınamayacaklar...

Yoksulların yerine yapılan konutlara yerleşenleri ya da
mütevazı sayılabilecek sitelerde oturanları sınıfsal olarak nereye
konumlandırmak gerekiyor?

İstanbul Türkiye’nin milli gelirinin neredeyse yüzde
30’unun yaratıldığı bir metropol. Diğer kentlerden bu anlamda
ayrışıyor. Pastanın üçte biri burada paylaşılıyor.
Dolayısıyla en zenginler de, o zenginlerin etrafına tutunmuş işçi
aristokrasisi ya da muhtelif emek aristokrasisi dediğimiz kesimler,
dünya ekonomisinin getirdiği yeni sektörlerde; finans,
kültür, turizm, medya endüstrisinde çalışan beyaz
yakalı grup da burada. Belki bunlar da ücretliler ama yüksek
ücretliler. Bir anlamda patronun vekililer. Böyle bir katman var
İstanbul’da. Niye bu kadar eğlence merkezleri, yeme içme
mekanları, mağazalar, alışveriş merkezleri var? Kim tüketiyor?
Elbette böyle bir metropolde bunu da tüketen, geliri yüksek
bir sınıf var.

Tüketimin de esasını oluşturan bu sınıfın
nüfustaki oranı nedir?

Nüfustaki oranları çok değil. Nüfusu, yirmişerlik
gruplara ayrıldığında en üstteki yüzde yirmi, Türkiye
genelinde gelir pastsının yüzde ellisini alıyor. Geriye kalan
yüzde seksenlik nüfusa, pastanın yüzde ellisi kalıyor.
Böyle adaletsiz bir paylaşım var. Ama bu İstanbul’da daha da
adaletsizdir. En varlıklılar, sermaye sahipleri ve kurmayları
İstanbul’da olduğu için onların elde ettikleri gelir daha
yüksektir ama orta sınıf da var. Orta sınıftan kastımız
küçük esnaf, küçük ticarethane sahipleri,
muhtelif hizmet işletmecileri. Ama İstanbul’un yüzde yetmiş
beşi yoksul kesimdir.

Yapılan konutlarda yüzde yetmiş beş pek hesaba
katılmıyor ya da yapıldığı yerler en azından bugün için
rant taşımıyor…

Muhtelif konutlar var. Rezidanslar, özel korumalı siteler, havuzlu
villalar yapılıyor. Hedef kitlesi daha varlıklı, beyaz yakalı kesimler.
Bir de TOKİ’nin yaptığı daha alt orta sınıfların satın
alabileceği konutlar var. Burada da tüketici-konut kredisi devreye
giriyor, bankalar tarafından teşvik ediliyor. Dolayısıyla
İstanbul’da hatırı sayılır miktarda konut yapılıyor. Bazıları
da paralarını değerlendirmek için konutları alıp kiraya vererek
kira geliri elde ediyorlar. Bunlara dönük konut sektörü
faaliyeti söz konusu. Son yıllarda iyice büyüdü.

İstanbul bu kadar konutu taşıyabilir mi? Televizyonlarda alt
ya da orta sınıflara değil, üst gelir grubuna yönelik
konutların satış ilanları var, hatta artık Ağaoğlu gibi şirket
sahipleri de bir reklam yıldızı gibi ekran da görülüyor.
Duvarlarla çevrili siteler ise doğanın bir şekilde kendini
koruduğu yerlerde yapılıyor… Bu da kenti alt üst etmiyor mu?

Anadolu’yu ihmal ettiğimizde İstanbul ciddi çekim merkezi
oluyor. Coğrafyası, jeopolitiği açıcından da şanslı bir
metropol. Balkanlar’dan, Ortadoğu’dan, Doğu Akdeniz’den,
Kafkasya’dan insanlar ya turist olarak geliyorlar, ya burada iş
yapıyorlar ya da kaçak çalışıyorlar. Bu kadar çekim
merkezi olan bir metropolün konut ihtiyacının devam etmesi normal.
70’li yılların yapılaşması çok çürük. Bu
nedenle bir taraftan da kentte bir yenilenme yaşanıyor, kentin
çeperlerinde, yeşil alanlarında inşa edilen siteler, konutlar gibi
kentin merkezinde de yenilenme var. Üsküdar, Salacak taraflarında
binalar sürekli yıkıp yeniden yapılıyor. Zamanında, o
günün şartlarında yapılmış asansörsüz, kalorifersiz
yapılar yıkılıp yerine daha lüks yapılar oluşturuluyor ve
çok yüksek rantlar elde ediliyor. Bunlar daha çok,
küçük müteahhitler tarafından yapılıyor. Herkese de
konut-inşaat üzerinden ekmek çıkıyor.

Her tarafta ciddi bir yenilenme oluyor. Boğaz hattında özellikle,
Beşiktaş çarşısı, Cihangir, Haliç’in iki yakasında,
Süleymaniye gibi geleneksel İslam mekanlarında,
Üsküdar’da, Boğaz’ın diğer taraflarında, bir
yenilenme, bir konutlaşma var. Bir de Beylikdüzü,
Çekmeköy gibi imara yeni açılan alanlara bloklar
yapılıyor. Yani her gelir grubuna hitap eden bir faaliyet
sürüyor. Ama talep var ki yapılıyor. Talep, bir yenilenmeden
dolayı, iki bir yatırım aracı olarak var, bir de gerçekten bu
çark içinde kazanan bir kesim var. Herkes kazanmıyor ama onlar
kazanıyor. Onlar için de taleplerine uygun bir inşaat faaliyeti
sürdürülüyor. Bu sadece İstanbul için
geçerli değil aslında, gözümüze daha çok
gazetelerdeki tam sayfa ilanlardan dolayı öyle görünüyor
ama İzmir’de de, Ankara’da da, Anadolu’da da inşaat
faaliyeti var.

Türkiye çok hızlı bir kentleşme süreci yaşadı. Şu
an nüfusun yüzde 75’i kentlerde yaşıyor. Son sekiz yılda
kırlar çok boşaldı. Bu, tarımın ihmalinden, desteklerin
azaltılmasından da kaynaklandı. Doğu’da, Güneydoğu’da
savaş ortamı da göçe yol açtı. Bugün Batman ve
Diyarbakır’da kentleşme oranı Türkiye ortalamasının
çok üzerinde. Dolayısıyla kırdan kente göçle
beraber konut ihtiyacı ortaya çıktı. Hem yeni gelenlerin hem de
eski kentlilerin yeni konut ihtiyacı sektörü besliyor.
İstanbul’da bir de deprem faktörü, depremden dolayı
yenilenme ihtiyacı var.

Batman ve Diyarbakır da böyle bir kentleşmeye hazır
değildi, zorunlu göçler dinamikleri yönlendirmedi
mi?

Biz başlayalım istim arkadan gelsin, diye
düşünülüyor. Bunların alt yapısı var mı yok mu?
Belediye bunlara yetişmeye çalışıyor. Önce siteler, binalar
yapılıyor, sonra yollara, kaldırımlara kanalizasyona yetişmeye
çalışılıyor. Ama öncelikle insanların konut talebine yanıt
vermek adına müteahhitlerin yoğun bir uğraşısı var. İnşaat
sektörü bu anlamda son on yılda çok hızlı gelişen ve
büyüyen, birikimin de kanalize olduğu bir alt sektör
oldu.

Alt sektör mü, ana sektör olmaya aday mı?

Sanayi hâlâ ön planda. Muhtelif hizmet sektörleri,
haberleşme, ulaştırma, iletişim, turizm sektörleri var ama inşaat
ciddi bir yer tutuyor. İnşaat sektörünün milli gelirde payı
yüzde on civarında. Türkiye’de bu dağılım, sanayi
için yüzde 25, tarım için yüzde 10 diğerleri
içinse yüzde 18 kadardır.

Şimdiye kadar çizdiğimiz kentsel
dönüşüm, inşaat sektörü haritasında küresel
sermayenin durumu, payı nedir?

Küresel sermaye her şeyden önce borç vererek bu
büyümede, gelişmede etkili oluyor. Borç derken bu yatırım
yapma değil, sıcak para olarak şeklinde oluyor. Bugün bir çok
sektörde büyüme oluyorsa, bu küresel sermayenin sıcak
para olarak borsaya gelişi, devlet tahvili alışı olarak
gerçekleşiyor. Bu sıcak paradan borsadaki inşaat firmaları,
borsadaki bütün firmalar yararlanıyor. Çünkü
yabancı sermaye onların da hisselerini satın alıyor. Onların da
ihtiyacı olan kaynak buradan temin ediliyor. Bu da döviz kurlarını
aşağı doğru indiriyor. Bu, ithalatı da kamçılıyor. İnşaat
malzemelerinin çok önemli bir kısmı ithal edilmeye başlandı.
Muhtelif yapı elemanları, armatürler, camlar vs. bunlar yurt
içinde üretilenlerden daha ucuza geliyor. Yabancı sermayenin bu
şekilde bir katkısı oluyor. Bankalar bu kaynağı kullanıp daha fazla
tüketici kredisi, konut kredisi veriyorlar. Dolayısıyla ortaya bir
talep de çıkarmış oluyor. Özellikle inşaat
sektörüne doğrudan bir yatırımcı olarak gelmiyor ama
büyük yatırımlarda ortak olabiliyorlar. Galataport için,
Haydarpaşaport için, İstanbul’un gayrimenkul rantından
yararlanmak üzere geliyorlar.

Ne kadar önlenebilecek Galataport ve Haydarpaşaport?

Bu tamamen kentin metalaşmasını, yeni komplekslerle ticaretleşmesini,
İstanbul sokaklarının paraya dönüştürülmesini
istemeyenlerin muhalefetiyle önlenebilir. Bu sokaktaki muhalefetten
başlayıp, meclisteki muhalefete kadar devam eder. İlk rauntta
başaramadılar ama bu anayasa değişikliğinden sonra, bir
ölçüde bu muhalefeti de önlemiş oldular. Bunlar
doğrudan özelleştirme idaresine bırakılmış projeler.
Özelleştirmeye gidildiğinde Mimarlar Odası, kitle
örgütleri, şehir planlamacıları Danıştay’a başvurdular,
itiraz ettiler ve yolu kestiler. Şimdi Galataport’u özelleştirme
hazırlığı içindeler. Sonunda bu kadar kolay olmamalı, olmaz da
herhalde. Keza üçüncü köprü var, onu
planladılar, sırada dördüncü köprü duruyor.
Marmara Ray’ı da unutmamalı. Bunlar bir taraftan da kamu
kaynaklarını eğitimden, sağlıktan, sosyal alanlardan çekip,
paraya tahvil edilecek alanlara hizmet sunacak. Tekrar olacak ama bu
ülkenin, bu şehrin, üçüncü köprüden,
tünelden çok eğitime ve sağlığa ihtiyacı var. İstanbul gibi
bir yerde ilk,ortaöğrenimde hâlâ 70 kişilik sınıflar
var. Bir kesim var el bebek gül bebek okuyor, bir kesim var
sürünüyor. Bunların düzeltilmesi gerekiyor.

Politik çıkışı nerede görüyorsunuz? Toplumda
böyle bir politik talep var mı?

Sonuçta bu politik bir mücadele. Buna iri gövdeli bir
ana muhalefet partisinin öncülük etmesi gerekir, ama sivil
inisiyatifin, yerel çabaların da çok önemli olduğuna
inanıyorum. Muhtelif çevre hareketleri olsun, kent hareketleri olsun,
bunların tabandan gelen örgütlenmeleri sıhhatli. Ama bunların
biraz daha motive olmaları, dayanışmaları, halkın bütün
kesimlerine katılmaları gerekir. Buna dönük İstanbul’da
hatırı sayılır bir girişim, duyarlılık olduğunu
düşünüyorum. Bunların mutlaka beslenmesi, motive edilmesi,
yan yana getirilmesi, büyütülmesi çok daha önem
taşıyor. Mücadele çok yönlü elbette. Mecliste,
parlamentoda, sivil toplum örgütlerinde, meslek
örgütlerinde, sendikalarda, bizzat insanların yaşadıkları
sokaklarda büyütmek gerekiyor. Bu bir sınıfsal mücadele son
tahlilde. Kentte, kent toprağı üstüne verilmiş bir sınıfsal
mücadele. Siz toprağı sahiplenmezseniz onlar gelip alacaklar,
rantını tepe tepe kullanacaklar. Bu toprağa, kent toprağına, bize ait
olana sahip çıkmak gerekiyor.

Sınıf mücadelesi derken (İstanbul için) nasıl bir
sınıfsal harita çıkarıyorsunuz, hangi sınıfların
dayanışmasından söz ediyorsunuz?

İstanbul enteresan bir metropol. Her sınıf yan yana yaşıyor. Bu, 80
öncesi sanayileşme sürecinin getirdiği bir durum. Mesela şimdi
Levent, Maslak aksı iş alanı ama hemen arkası gecekondu. Gecekondularda
yaşayanlar da, varlıklılar da, rezidansta kalanlar aynı muhtar
için oy kullanıyor. İstanbul’un çoğu yeri için
bu böyle. Salacak’ta deniz gören kısımlarda belli bir gelir
grubu yaşar ama arka sokakları ücretliler grubunundur ve aynı
muhtarı seçerler. İstanbul, bu anlamda sınıfsal olarak
büyük ölçüde ayrışmış bir yer değil. Bunun
tarihsel bir nedeni var, eski gecekonduların şimdi sitelerle komşu
olmaları gibi bir hal. Dolayısıyla bu toprak rantı bu dip dibe
duranların mücadelesi şeklinde cereyan eder. Ama bazı yerlerde bu
farklı sınıflar-orta sınıflarla, alt sınıflar- kentin meydanı
için, üçüncü köprü için ittifak
yapabilirler. Burada yan yana gelme alanları var. Galataport’un
halkın daha rahat kullanabildiği geniş bir meydan yapılması için
Cihangir’deki her sınıf, Tophane’deki, Salı
Pazarı’ndaki her sınıf bir araya gelebilir. Bu ortak yaşanan bir
mekan için mücadele. Bunu sağlayabilir.

Şehirde otomobilleşmenin azaltılması, toplu taşımanın öne
çıkarılması yönündeki bir tercihte de bütün
sınıflar ittifak yapabilirler. Daha yeşil bir kent,daha temiz, daha
bakımlı bir şehir için çabalayabilirler. İstanbul’un
rantına göz koyanların bundan nasiplenmek isteyenler azınlık ama
güçlü.. Piramitin tepesindeki oligarşi bunlar. Geri kalan
kesimlerin daha rahat yaşanabilir bir kent için epey bir ortak
mücadele alanları var, bunu görmek, bunun farkında olarak bir
mücadele hattı oluşturmak lazım. Belediye seçimlerinde bu
imkân ortaya çıkıyor. Neoliberal bakışlı değil, daha
halkçı belediyeler, halk için hizmet veren, vatandaşı
müşteri gibi değil, yurttaş gibi gören belediyeler
bütün bu sözünü ettiğimiz sınıfların
ittifakıyla olmuştur. İstanbul’da yaşayanların bunu tesis etmeleri
lazım.

İstanbul’daki ücretlinin profilini çizer
misiniz?

Ücretlilerin yüzde 40’ sanayi işçileridir.
İstanbul sanayiden arınmasına rağmen hâlâ çok ciddi
tekstil gücü, konfeksiyon atölyelerinden dolayı ciddi bir
sanayi işçisi var. Ama onun yanı sıra sanayi sitelerinde
çalışan ücretliler de bu orana dahil. İkinci planda da hizmet
sektörü geliyor. Orada da, ticaretten finansa, turizmden muhtelif
kent hizmetlerine kadar ücretli bir sınıf var. Genel olarak İstanbul
yüzde 70-80 oranıyla bir ücretli şehri.

Çağrı merkezlerinde çalışanlar gibi
görmediğimiz, sessiz kalan, yeni yeni seslerini duyurmaya
çalışan iş kolları neler?

Küresel sermayeyle lokasyondan dolayı yeni iş kolları yaratıyor,
eski iş kolları da sürüyor. Yeni iş kolları içinde
iletişim sektörü, medyanın alt kolları ortaya çıkıyor.
Bilişim, iletişim, turizm, yeme-içme, eğlence sektörlerinde
hatırı sayılır oranda genç nüfus çalışıyor.

İşsizlik?

İstanbul tarım dışı işsizlikte bugün yüzde 15 gibi
yüksek bir orana sahip. Part time, umudunu yitirmiş iş aramayan ,
dolayısıyla işsiz sayılmayan işsizlerle bu oran yüzde 20’yi
geçiyor. Çok yüksek rakamlarda kaçak işçi
olduğunu, hatta yabancı kaçak işçi olduğunu biliyoruz. Bu
anlamda İstanbul, niteliklilerin yanında niteliksiz, vasıfsız iş
gücünün de toplandığı bir kent.

Sona doğru bir gidiş olduğunu, neoliberal politikalardan
toplumun yıldığını, alternatif olarak yeniden bir sol politikanın
etrafında örgütlenebileceğini düşünüyor
musunuz?

Bu şehrine göre değişiyor. Bir kesim var ki, buna inanarak, biraz
da buna mecbur kalarak, muhafazakâr liberal yaklaşımdan
uzaklaşmıyor. Bu kesim, uygulanan “cemaatçi yardım
politikalarından nasiplendiği için” bir oy deposu olmaya devam
ediyor. Ama yerel yönetimlerde seçmen davranışları bir
sürü şeye göre farklılaşabiliyor. Bence Türkiye
enteresan bir süreçten geçiyor. Hem kentler
düzeyinde, hem makro siyaset üzerinden bir ayrışmaya doğru
gidiyor. Ya muhafazakâr liberal çizgi biraz daha
güçlenmiş olacak ya da buna direnenler süreci domine etmeye
başlayacak. Bunun çetin bir mücadele olduğu ve olacağı
kesin.

Burada şöyle bir ters durum yok mu? AKP, yani neoliberal
politikaların uygulayıcısı yoksulluğun yaratıcısı, ama yoksullara en
doğrudan ulaşabilen parti de o. Yoksullarla dil kurabiliyor, politik
temasları yapılandırabiliyor.

Bu, yoksulları , sol- sosyal demokrat partiler, gruplar ihmal ettikleri
için yaşanıyor, bunu kendileri de kabul ediyor. Gecekondulara
gitmedik, merkezlere çekildik, beyaz yakalıları özellikle
seçmen olarak seçtik, geri kalanları da AKP
örgütledi, diyorlar. Onlara bir gelecek vaat ederek değil,
günü kurtarmak için, günlük ihtiyaçlarını
görerek yaşanan böyle bir siyaset var. Şimdi neresinden
dönülse kâr. CHP bunu fark etmiştir herhalde. Onların
ayağına gitmeye, dertlerini dinlemeye başladı mı, nasıl bir
sonuç alır, bilemiyorum. İaşe politikaları, cemaatler
üzerinden verilen sadaka politikaları yerine daha bir sosyal devlet
olup, sosyal devlet olarak ihtiyaçlara yönelmesi, kalıcı olarak
iş üretmesi gerekiyor. Bunları yapamayan, bu insanlardan uzak kalır.
Sayıca çoğalan bu insanlar biraz mecburiyetten, biraz
muhtaçlıktan, bu yapıların, cemaatlerin içine giriyorlar.
Onların istediği muhafazakâr hayat tarzını da, politikaları da
yaygınlaştırıyorlar. Giderek tarafı olmaya başlıyorlar.

Şu an yaşananların, kentsel dönüşümle
yerlerinden edilenlerin tepkilerinin henüz ciddi bir öfkeye
dönüşmediğini görüyoruz. Böyle bir risk var mı?
Yoksula bakış açısı da bu süreçte değişti,
bugün yoksulların yaşadıkları mekanlar şiddetin ürediği
yerler, yoksullar da güvenliği tehdit eden gruplar olarak
görünüyor. Bu yeni çatışmaların önünü
açar mı?

Etki de olsa tepki de olsa her şey örgütlenmeye bağlı.
Örgütlü olmadıktan sonra artan yoksulluk, artan baskı,
hiçbir zaman kendiliğinden bir şeylere yol açmaz. Onun
için yoksulların örgütlenmeleri gerek. Bu kesimler
için İstanbul’da hayat gerçekten çok zor. Kira
da, ulaşım da, temel gıda maddeleri de diğer kentlere göre daha
pahalı…Barınma hakkı, ulaşım hakkı, ucuz su, temiz çevre,
yeşil alan beklentileri olan, bunların arayışı içinde olan
kentlilerin örgütlenmesi gerekiyor. Bu anlamda kenti yeni baştan
örgütlemek gerekiyor. Kentsel dönüşüm
yüzünden mağdur bırakılan, ulaşım, elektrik, doğalgaz, su
fiyatlarının yüksekliğine maruz bırakılan kesimlerin –
özellikle en yoksul kesimden başlayarak - örgütlenmesi
gerekiyor. 

Kaynak: mustafasnmz.blogspot.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder