Soru(n)larıyla
Üniversite("miz") / Sibel Özbudun
SORU(N)LARIYLA
ÜNİVERSİTE(“MİZ”) size="2">[*]
size="3">SİBEL ÖZBUDUN
size="2">“Hayal etmek,
size="2">bilmekten daha önemlidir.”[1]
size="3">Soru-1: Üniversiteler “suskun” bir
dönemini yaşıyor. İktidara ve sisteme muhalif olan sesleri duymak
oldukça güçleşti. Böylesi bir dönemde sizin
istifanız gerçekleşti. Yine de sizin bu süreci nasıl
yaşadığınızı ve ne düşünerek istifa ettiğinizi bilmek
istiyoruz?
size="3">Sibel Özbudun: Saptamanıza katılıyorum. Üniversiteler
gerçekten de “suskun” bir dönem yaşıyor. Bu
kez, ne yazık ki öğrenciler olarak. Ama eğer bu saptamanız
akademisyenleri kastediyorsa, onlar -burada sayısı üçlü
haneleri bulamayacak kadar az sayıda öğretim elemanını tenzih ederek
söylüyorum- zaten onyıllardır onmaz bir suskunluk
içerisinde.
size="3">İşin acı yanı, şu: 12 Eylül rejimi bir buldozer gibi bu
toplumun üzerinden geçişinden bu yana öğretim elemanları
camiası, ancak kendi dışındaki bir takım mercilerin “yeşil
ışık” yaktığı alanlarda sesini çıkartabildi - ki bu
“merci” de ne yazık ki, iki-üç yıl öncesine
dek Milli Güvenlik Kurulu idi; açık ya da zımnî olarak.
“Ermeni tezleri” karşısında imza kampanyaları; “Şeriat
tehdid”ne karşı toplu (cüppeli) Anıtkabir ziyaretleri, vb. Bir
başka deyişle, YÖK sistemi, öyle anlaşılıyor ki
“özerklik” nosyonunu öğretim elemanlarının bireysel
zihinlerinden silmişti.
size="3">Bugünkü konjonktürde öğretim elemanlarını,
geçmişte (özellikle de 28 Şubat sürecinde) olduğu
üzere toplu olarak harekete geçirecek bir odak
gözükmüyor - ama şimdilik. Ancak akademik dünyada yeni
bir hegemonyanın yükselmekte olduğunun saptamasını da yapmak
gerekiyor: Liberal “sol”(-umsu) destekli bir AKP
hegemonyası.
size="3">İstifamın gerekçesi, bu sıkışmışlık durumudur,
özünde. İdeolojik düzlemde, otoriter bir Kemalizm ile
muhafazakâr bir neo-liberalizm arasına sıkışmış bir
üniversitenin çivisinin çıktığının bireysel bir
teslimi.
size="3">Daha fazla ayrıntı istiyorsanız ekleyeyim: akademik
özgürlükleri, bilimsel merak saikini, kamu
yararı anlayışını,
duygusunu, üniversitenin misyonunun darkafalı profesyoneller
değil, toplumsal sorumluluklarının farkında, vicdan sahibi,
özgür düşünceli, insancıl kuşaklar yetiştirmek
olduğu bilincini tümüyle yitirmiş, dilini kaybetmiş, kendini
piyasanın, piyasa ekonomisinin uzvu olarak tanımlayan, politikası
Kemalistlik-AKP’cilik arasına sıkışmış bir üniversite
kendimi yersiz yurtsuz hissettim. Gördüğüm, duyduğum, tanık
olduğum küçük kliyentalizmler, “adam sen de, sen
işini yürütmeye bak, gerisine karışma”cılıklar da
cabası…
size="3">Öğrencilere gelince… Toplumsal sorunlara duyarlı,
hayatı dönüştürme cüretine sahip pek az öğrenci
kaldı ne yazık ki. Ellerinden geleni yaptıklarını biliyorum, ama onlar
da köşeye kıstırılmış durumdalar: Bir yandan kampüslerdeki
jandarma, polis, özel güvenlik ve şimdi de sivil polis baskısı,
bir yandan grotesk bir disiplin yönetmeliği ve öğrencinin
akademik yaşamını neredeyse olanaksız hâle getiren cezalar, bir
yandan her saniyelerini gözetim altında tutan kameralar,
“akıllı kapı”lar, bir yandan da hocalarının utanç
verici, kör-sağır duyarsızlığı… Güvenlik
güçleri kampüslere girip tüm öğrencileri
yaka-paça götürse kaç hoca dersine, yazdığı
makaleye ya da özel işlerine ara verip de “durun, ne
oluyor?” der, merak ediyorum…
size="3">Soru-2: 12 Eylül rejiminin üniversiteleri nasıl bir
hâle getirdiğini biliyoruz. Siz de bir konuşmanızda “12
Eylül rejimi, Türkiye üniversitelerinde en büyük
maharetin susmak, uyum sağlamak, rüzgârın ne yönden
eseceğini önceden kestirip oraya doğru eğilmek, kraldan fazla kralcı
davranabilmek olduğu bir iklimin önünü açarken, bu
çürümeye karşı direnebilecek, taze bir soluk olabilecek
unsurları devredışı bırakmıştı. Ülke üzerindeki MGK
otokrasisi, üniversitede de mediyokrasiyi devreye soktu. 1402
“temizliği”nden başlarını kuma gömerek “yakayı
kurtaran” akademik camia, yeni yüksek öğrenim yasasıyla
birlikte, Cumhurbaşkanı tarafından “seçilen” ve
mevkiini korumak için tek yapması gereken,
“üstleriyle” iyi geçinmek olan rektörlerin
mutlak otoritesi altında işleyen “kışla-üniversiteler”de
buldular kendini.” şeklinde bu süreci özetlemiştiniz.
Bugün, bu belirlemelerinize yeni şeyler eklemek ister misiniz? AKP,
“ikinci 12 Eylül süreci” ve özellikle
YÖK’ün şimdiki pozisyonunun üniversiteleri nasıl
etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
size="3">Sibel Özbudun: AKP, Cumhurbaşkanı kanalıyla YÖK ve
rektörler üzerinde ele geçirdiği iktidarla akademik camia
üzerinde belli ki yeni bir hegemonya odağı olma yolunda ilerliyor.
Serbest piyasa fetişizmiyle tanımlı bir nev’i liberalizm ile dinsel
referanslı bir muhafazakârlığın tuhaf bir karışımından oluşan
yeni bir ideolojik hegemonya. Toplumun “kamusallığa” ilişkin
son talepleri de “vesayet rejimini yıkıyoruz” vaveylaları
arasında çöpe atıldığında, belli ki TÜSİAD’ın
“üniversite projesi” MÜSİAD’cı kadrolar eliyle
tam olarak hayata geçirilecek: mütevelli heyetleri eliyle
yönetilen, paralı, araştırma ve eğitim işlevleri piyasaya
endekslenmiş, elemanları liyakat kriterleri (ki bu kriterlerin piyasa
taleplerini karşılama yetisi doğrultusunda saptanmakta olduğu artık
açık seçik ortada) doğrultusunda istihdam edilip
ücretlendirilen, öğrencileri Orwell’e rahmet okutturacak
yöntemlerle disiplin altında tutulan bir üniversite.
size="3">Bu neo-liberal “girişimci
üniversite” modelinin “alaturka” bir
artısı, sanırım mütevelli heyetlerinde Diyanet İşleri temsilcisi
bulundurulması olacak. Ama AKP “bağcıyı dövmektense
üzüm yemeyi” yeğleyen pragmatik bir parti. Diyanet
temsilcisinin işlevini MÜSİAD’lı yerel işadamları da
görebilir pekala. Metropol dışı üniversitelerde Cuma’yı
kaçırmayan, yemekhane sohbetlerinde “Peygamber
Efendimiz”in kerametlerini anlatan, sınıfta “Kısas-ı
embiyya”dan meseller aktaran, öğrencilerine, “Ne
yapacaksınız Durkheim, Weber gavurlarını; biraz da Ziya Gökalp,
Emine Şenlikoğlu, Erol Güngör okuyun” buyuran hocalar
hızla çoğalıyor…
size="3">Soru-3: Bu süreçte üniversitenin sadece
kışlalaşmadığını, aynı zamanda şirketleştiğine de tanık
olduk. Şirketleşen üniversite, metalaşan bilgi, müşterileşen
öğrenci, projeci hocalar vs., yani giderek derinleşen bu neo-liberal
sürece ilişkin düşüncelerinizi alabilir
miyiz?
size="3">Sibel Özbudun: Üniversitelerin (ve genelde öğrenim
sürecinin) kamusal niteliği gerçekten de topyekûn bir
tehdit altında. Yeryüzünün tanıklık ettiği belki de en
toptancı ve totaliter projesi olan neo-liberalizmin
“üniversite” tahayyülü, üniversitenin
ürettiği her iki hizmetin de (öğrenim ve araştırma/bilgi
üretimi) tümüyle piyasa tarafından temellük edilmesi
üzerine odaklaşmakta. Özgür Narin’in daha önce de
belirttiği üzre, bunu salt “bilginin metalaşması” olarak
görmek, konuya eksik bakmak olur. Bilim insanının
“buluş”unu patentleyip satışa çıkarttığı andan
itibaren, yani XIX. yüzyıldan bu yana, bilgi metalaşmış durumda,
zaten. Şimdi söz konusu olan, üniversiteyi, üniversite
üretimini piyasa ekonomisinin, kapitalizmin bir unsuruna
dönüştürmek... Kapitalizmin “Keynesyen”
uygulamasının olanaklı kılabildiği kadarıyla
“özerklik”i (bilimsel, akademik, idarî,
malî…) toptan ortadan kaldırmak. Bir başka deyişle,
üniversite ile AR-GE şirketi arasındaki farkları toptan yok
etmek…
size="3">Bir başka deyişle “bildiğimiz
üniversite” büyük bir hızla
dönüşüyor ve akademik camianın çok
büyük bir bölümü, ne yazık ki bu
dönüşümün ya farkında değil, ya onu şu ya da bu
gerekçeyle olumluyor, bir “reform” olarak
görüyor, ya da değişime uyum sağlayıp kendi işlerini nasıl
yürüteceklerini kolluyorlar. Yapılan yolsuzluk operasyonlarında
sık sık profesörlerin, doçentlerin gözaltına alınır
olması bir rastlantı mı sizce?
size="3">İlginize teşekkür ediyorum…
28 Ekim 2010 10:29:06,
Ankara.
N O T L A R
size="2">[*] Birgün Kitap, Yıl:4, No:88, 13 Kasım
2010…
size="2">[1] Albert Einstein.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder