Aşk (ve Sanat) için
Ölmeli: Aşk (ve Sanat) İşte O Zaman Aşk (ve Sanat) / Temel
Demirer
“Tedbîr ile aşk
zevk virmez
size="2">Tedbîr diyâr-ı aşka
girmez.”[1]
size="3">Yerkürede, üstüne konuşulabilecek en zor konularda,
“Aşk” ve “Sanat” üzerine konuşmam
isteniyor benden; çok zor, hem de pek çok…
size="3">“Aşk” ve “Sanat” üzerine, son
noktası konulmuş, dört köşe şeylerden söz ederek, sizlere
bir reçete sunmam mümkün değil…
size="3">Çünkü “Bütün kitaplar
yakılmalı/ Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır,”
diye haykıran Bedri Rahmi Eyüboğlu sonuna dek
haklıdır…
size="3">Olsa olsa, sizinle, kendi hissiyatımı, buna
mündemiç fikriyatımı
paylaşabilirim…
O
hâlde hadi gelin, aşk’la ya da önceli sevdayla
başlayalım…
size="3">SEVDA HÂLİ
i)
“Seviyorum, o hâlde varım,” der Unamuno…
size="3">Ardından ekler Dostoyevski, “İnsanları toptan sevmek
ahlâksızlıktır,” vurgusuyla…
size="3">Her ikisi de doğru; çünkü sevda seçen,
taraf olan bir varoluş hâlidir.
size="3">Neresinden bakılırsa bakılsın sevmek, sevdalanmak insanın
kendini aşması/ yenilemesidir…
Bu
bağlamda sevdanın yenileyen aşkın bir güç
olduğu şüphe götürmez
gerçektir…
size="3">ii) Takasa tahammül etmesi; ölçülmesi
mümkün olmayan sevgi ne kadar büyükse, elbette olası
kederi de o kadar büyük olacaktır…
size="3">Kolay mı, sevgi inceliktir.
size="3">Onu bilmeyen, ölmeyi de bilmez.
size="3">Çünkü sevda(lar), hayatın
pusulasıdır.
size="3">Sevgi insanı insan yapan tükenmezliktir.
size="3">Tüm bunlardan ötürü “Sevginin
bulunmadığı yerde akıl da arama,” der
Dostoyevski…
size="3">iii) Sevmek iki defa yaşamak ise, sevda da ikinin bir
olmasıdır.
Bu
niteliğiyle sevgi insan(lık)ı birliğe; bireyci bencilliğin
yalnızlığını aşan çoğulluğa götürür.
size="3">Evet sevda bir çoğullaşma, insanî toplumsallaşma
durumudur…
size="3">Kolay mı sevmek, farkında olmak, anlamaktır.
size="3">Sevda yaşamın ‘elif ba’sıdır dersek,
abartmadan, sadece basit bir gerçeğin
altını çizmiş oluruz.
size="3">iv) Sevmeden anlamak, görmek mümkün değildir.
Sevmeden ancak sizi durmadan içine çeken, yutan karanlığa
bakabilirsiniz ki, bu da modern (kapitalist) toplumun bizlere dayattığı
yabancılaşmış bir yok oluştan başka bir şey değildir.
size="3">Sözünü ettiğim sevdasızlık,
aynı zamanda bir yalnızlık, insansızlıktır…
size="3">Veya Aldous Huxley’in, “Belki de bu Dünya, başka
bir gezegenin cehennemidir”; S. Zizek’in,
“Günümüzde vahşet o kadar derindir ki; artık trajik
onur düzeyine yüceltilemez,” diye betimledikleri
“insan(lık) durum(suzluk)u”dur…
v)
Oysa unutulmamalıdır ki, modern (kapitalist) toplumun bizlere dayattığı
vahşet kesitinde insan olmak ve kalmak, ancak sevdayla, sevdalarla
mümkündür…
size="3">İnsan olmak ve kalmak, sevdanın ürünü tutkularla,
zenginliğiyle, yani Yunus Emre’nin, “Aşık olmayan insan,
yemişsiz ağaca benzer,” uyarısını göz ardı etmemekle
mümkündür…
size="3">vi) Hayır, hayır sakın ola Faruk Nafiz Çamlıbel’in
dizelerindeki üzere, “Ne şair yaş döker ne aşık ağlar/
Tarihe karıştı, eski sevdalar,” diye düşünmeyin, bu
karamsarlığa kapılmayın…
size="3">Sevda, bitti denilen yerde yeniden çoğalarak başlayan
insanî yaratıcılıktır.
size="3">Sevda tükenmez, teslim olmaz, vazgeçmez; Oktay
Rifat’ın, “Öyle sevdalar vardır, biter biter
başlarlar,” vurgusundaki üzere…
size="3">vii) Hayır, herkesten sevgi beklemeyin, çünkü onu
siz yaratacaksınız; sevda sizi siz yapan, ele avuca sığmaz, kural
tanımaz isyancı yanınızdır…
size="3">Sevdalanabildiğiniz kadar insansınızdır; hayata bağlanabilip,
dünyayı değiştirebiliyorsunuz demektir.
La
Rochefaucauld’un, “İnsan sevdiği sürece
bağışlar,” saptamasıyla da betimlenmesi mümkün olan
sevda(lar), büyük bir yangının alevlerindeki tutkuyla ve
vazgeçmeyişin tutarlı sağlamlılığıyla
anılmalıdır.
size="3">viii) Beni O kılan, O’nu da Ben’leştiren sevda;
severek, bağlanarak, başkaldırarak, sınırlanmayarak, baş eğmeyerek
yani insanı insanîleştiren edimlerle
öğrenilebilir…
size="3">Bunun için de “Sevda bir yaşam
biçimidir,” denilmesinde hiçbir beis
yoktur…
size="3">Oscar Wilde’ın, “Hangi sevilen yoksuldur
ki?”; Özdemir Asaf’ın, “Sevmeye nokta koyan
sınıfta kalır”; Alfred de Mousset’nin, “Ayrılık ve
zamanın sevene etkisi yok”; Karacaoğlan’ın, “Sevsem
öldürürler, sevmesem öldüm,” sözleriyle
betimlenmesi mümkün olan sevda babında altı çizilmeden
geçilmemesi gereken W. Goethe’nin şu dizeleridir: “Hakiki
sevgi hep aynı kalabilendir,/ Her şey bağışlansa da/ Her şey yasaklansa
da.”
size="3">ix) Sevilmeye değer olana bağlanan sevda; bir seçim olması
yanında, kaçınılmaz olarak da taraflılıktır; taraf olmayan sevda
yoktur…
size="3">Han Suyin’in, “Bir insanın bir insanı sevmesi, olsa
olsa, iki yalnızlığın birbirine yaklaşması, birbirini tanıması,
koruması ve avutması olabilir,” tanımındaki kadar kuru, vasıfsız
ve sıradan olması mümkün olmayan sevda; gerektiğinde “Seni
seviyorsam sana ne?” “Eğer senden hoşlanıyorsam bundan sana
ne?” de diyebilmektir…
size="3">Şu çok açık: Tutkuları, fırtınası, alt üst
ediciliğiyle sevdanın gücü her koşul altında hissedilir,
yaşanılır; çünkü sevda insanın sıradanlığını
aşmasıdır.
size="3">Sevgi ile ilerleriz; yolumuzu açarız; geleceğimizi
kazanabiliriz ve sadece onunla başkaları için fedakârlık
yapabiliriz.
size="3">Çünkü Sait Faik Abasıyanık’ın, “Her
şey, bir insanı sevmekle başlar”; Richard Bach’ın,
“Yüreğinde hissedersen, mesafe yoktur”; Victor
Hugo’nun, “Sevmek, inanmanın yarısıdır”
betimlemelerindeki gibidir sevda…
x)
“İyi de aşk da neyin nesi” mi?
size="3">Sevdanın yoğunlaştırılmış, akkor hâlidir aşk;
“Eğer kayıtsız şartsız sevmek elde değilse, aşkın hâli
haraptır,” diyen W. Goethe’nin sözlerindeki
üzere…
size="3">SEVDANIN AKKOR HÂLİ: AŞK
size="3">xi) Aşk konusunda çok şey söylendi kuşkusuz;
okuduklarım bunların mütevazi bir cüz’ü; onlardan
benim hiç unutamadığım W. Goethe’nin şu dizeleri:
size="3">“Biz nereden doğduk? Aşktan
size="3">Nasıl yok olur gideriz? Aşksız
size="3">Kendimizi aşmanın çaresi nedir? Aşk
size="3">İnsan aşkı bulabilir mi? Aşk yoluyla
size="3">Biz hep ne bağlamalı? Aşk.”[2]
size="3">xii) Okuduklarımdan unutamadığım başka şeyler de
var…
size="3">Mesela “Aşk, ateş gibidir” diyen Hipholyte
Taine’in saptaması…
Ya
da onu “Aşk ateş gibidir, gıdasız kalınca
söner” cümlesiyle tamamlayan Lermontov
gibi…
size="3">Veya W. Shakespeare’in, “Aşk bir deliliktir”;
Ovidius’un, “Aşk, bir çeşit savaştır”; Antoine
de Saint Exupéry’nin, “Aşk, aynı yöne birlikte
bakabilmektir”; Grasset’in, “Aşk kıyaslamanın son
bulduğu andır”; Alexandre Dumas Fils’in, “Aşk, ne
yüce bir çocukluktur”; Molière’in, “Aşk
büyük bir hocadır”; Ch. Lehmann’ın, “Aşkın ne
yasası, ne de sınırı vardır”; H. de Balzac’ın, “Aşk
tezatlarla beslenir”; H. Heine’in, “Aşk yepyeni kalabilen
eski bir masaldır,” sözlerindeki üzere…
size="3">xiii) Aşk yerkürenin, en isyancı, baş eğdirilemez
şeyidir.
size="3">Örneğin aşk, özgür ve kendiliğinden oluştuğu
zaman yeşerir ancak; tıpkı “Dünya sevgi sayesinde
özgürleşir,” diyen W. Goethe’nin uyarısındaki
üzere…
size="3">Baskıya, sınırlara tahammül edemeyen aşkın, baskılar
karşısında rengi solar, onun aslî cevheri, öznesi
özgürlüktür.
size="3">Hoş görmek, affetmek, bağlanmak, başkaldırmak,
cüretkârlık aşkın temelidir; iş bu nedenle de William
Congreve’nin deyişiyle, “Aşksız hayat
yüktür”…
size="3">xiv) Azla da yetinmesini bilen bir büyüklük olarak
aşk, her şeyin başlangıç noktası ve sonudur
size="3">Aşk, insanın yaşamak istemesi, yaşama taraf olması, onu
değiştirme cüretidir.
size="3">Herkesin aşkı, göze alabildiği, fedakârlığı,
hasılı kucaklarken “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki sevda
olmazsa,” diyen Aşık Veysel’in dizelerindeki
cüretkâr/ isyankâr yüreği kadardır…
Bu
özellikleriyle aşk, cüretkâr/ isyankâr
yürekliliğinden başka kılavuz istemez, tek başına yol alır; bunun
için de “Aşık dediğin Mecnun misali
kör[dür],” Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizelerindeki
üzere…
size="3">İş bu nedenle insansızlaştırılan sanal aşklardan, distopik
kehanetlere uzanan post-modern vazgeçiş labirentinde şimdi; Tahir
ile Zühre’yi, Ferhat ile Şirin’i, Leyla ile Mecnun’u,
Kerem ile Aslı’yı, Yusuf ile Züleyha’yı, Arzu ile
Kamber’i, Mem û Zin’i bir kere daha
anımsamalıyız!
size="3">İnsan(lık)ı yeniden böylesi aşkların cüreti
kurtarabilecektir; iş bu nedenle “Her şey aşka boyun
eğer,” der Çehov…
size="3">xv) Halil Cibran’ın ifadesiyle, “Her gün kendini
yenilemeyen aşk, alışkanlık olur”ken; sürekli olarak filiz
vermeyen aşk yavaş yavaş ölür…
size="3">Aşk değişmeyince, değiştirmeyince ölür. Yani aşk,
sıradanlaşmakla ölür, unutmakla
gömülür.
size="3">Elinde ne yoksa onu isteyen, “imkânsız”
söylencelerine aldırmayan aşk, aklın, dayatılanın, sıradanlığın
ötesine çıkmakla mümkündür.
size="3">xvi) Hayır aşk; ne Alfred Jarry’nin, “Aşk önemli
olmayan bir edimdir, çünkü sonsuzca tekrar
edilebilir”; ne de Orhan Pamuk’un, “Aşk, insan ruhuna
güvenli bir sığınak bulma özlemidir” tanımlamalarındaki
sıradanlığa ait değildir…
size="3">Siyahla beyaz gibi birbirine zıt bir sürü şekli
olan aşk, olağanüstüdür, sıra dışıdır;
tıpkı eskilerden bugünlere ulaşan deney aktarımlarındaki
üzere:
size="3">Mesela, “Aşıkın gönlünde sabır ve kalburda su
durmaz,” der ve ekler Şeyh Sa’dî: “Aşkı
pervâneden öğren, ey seher kuşu: Yandı, can verdi, sesi
çıkmadı…”
size="3">Mesela, “Aşık meyinden içen aşık
ayılmaz,” der Aşık Veysel…
size="3">Mesela, “Ben aşıkım sözüm de benim
aşıkanedir,” der Şeyhülislâm Yahya
Efendi…
size="3">Mesela, “Aşk bir sihirbazdır, cehennemi cennet
sandırır,” der Abdülhak Hâmid Tarhan...
size="3">Mesela, “Aşk, hiçbir afetten öğüt
almaz,” der Mevlânâ…
size="3">Mesela, “Halleyleyemez mes’ele’yi
aşkı müderris,” der Rûhî
Bağdâdî…
size="3">Mesela, “Aşkdan gayri yâre bilmem ben/ Aşkdan gayri
çâre bilmem ben,” der Keçecizâde İzzet
Molla…
size="3">Mesela, “Dertsiz aşk, tam aşk değildir,” der
Ferideddîn Attâr…
size="3">xvii) Murathan Mungan’ın, “Yok ki aşkın sonu/ Her
aşk bir başka aşka bağlanır,/ Sürer, sürdürür
kendini,” dizelerindeki aşk süreklilik içinde kopuştur;
yenilenmedir;
size="3">Aşk deyince… Genceli Nizâmî gibi,
“Aşık canının yağma edileceğinden korkmaz”; W. Goethe gibi,
“Aşık olmadıktan sonra kalp ne işe yarar?” diye
haykırır…
size="3">Çünkü aşk güneş gibidir, kör bile
hisseder. O her yerdedir; ayan-beyandır; saklısı, gizlisi olmayandır;
malum “Aşk ve öksürük saklanmaz,” der George
Herbert…
size="3">xviii) Aşk dünyanın en evrensel olgusu,
dilidir…
size="3">Kolay mı; “Aşkın dün-ü mezhebi, milliyeti
yoktur,” der Abdülhak Hâmid Tarhan…
size="3">xix) “Tatlı acılık” diye de tanımlanması
mümkün olan aşk, ve kahramanlık ikiz kardeştir.
size="3">İhtiyarlığa, gençliğe bakmayan aşk ile
“delilik” ekseriya aynı şeydir.
size="3">Mucizeye inanma hâli de olan aşk, hayata koşmaktır ki,
hayata yaklaştıkça aşkla tanışırsınız…
size="3">Rüzgâr gibi nereden eseceği belli olmayan aşk, bir
yıldırım tıynetiyle de mücehhezken; hayal kurmak, başkaldırmak,
itiraz etmek ve gözyaşı dökmek, ah çekmek de aşkın
ayrılmaz parçalarıdır…
size="3">xx) Aşk; insanı teyakkuzda tutmadığı vakit tavsamaya
başlamıştır. Yani aşk, insanın teyakkuzda geçirdiği bir dikkat
ve şevkat hâlidir…
Bu
özellikleri yanında aşk iki insanın bilinçlerini birleştirme,
hayat ile toplumsallaştırma çabasıdır…
size="3">İş bu nedenle de “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar
büyüktür ki; bir bütün olarak içimize
sığmaz, sevdiğimiz insana doğru yayılır. Onda kendisini durduran
başlangıç noktasına doğru geri dönmeye zorlayan bir
yüzey bulur. İşte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi
sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür. Bizi gidişten
daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden
çıktığını fark etmeyişimizdir,” der Marcel
Proust…
size="3">xxi) Geceyi bile gün ışığına boğabilen aşkın, zaruret
hâlinde, en iyi öğretmen olduğu su
götürmez…
size="3">Başlaması kolay, bitirilmesi çok zor bir şey olarak
aşk egemen olmaz ama biçimlendirir; ayrıca, yüreğinde tarifsiz
bir merhamet gizli olan aşk, herkesi ilgilendiren ya da ilgilendirmiş bir
tutkudur…
size="3">Aşk, duyguların şiiri, dili olması yanında; bir
“çılgınlık”, göze alabilmedir;
çünkü “Aşk, çılgınlık değilse aşk
değildir,” der Barca ve ardından da ekler
Konfüçyüs, “Aşk, dört nala giden at gibidir, ne
dizginden anlar, ne söz dinler…”
size="3">Tekrarlayayım: Aşkta her zaman bir çılgınlık vardır.
Ama çılgınlıkta da her zaman bir mantık vardır. Aşk,
tümüyle bir çılgınlık değildir; ama
çılgınlıkla birçok ortak yanı vardır;
çünkü aşka kimse yasa koyamaz; aşkın en yüce yasası
kendisidir.
size="3">xxii) Gerçek aşk ateş gibidir. Bir anda bütün
duygularımızı harekete geçirir…
size="3">Gerçek aşkı tanıdığında, yaratıcıyı da
tanırsın…
size="3">Çünkü aşk, insanî olana ulaşabilmek
için insan yanımızın kanatlanması,
başkaldırmasıdır…
Bu
özellikleriyle de aşk; imkânsızın zaferi olduğunda doruğa
ulaşır; sevgiliyi her gördüğünde yeniden
doğar…
size="3">Bunun için de “İlk aşk devrimden farksızdır;
hiç değişiklik olmadan sürüp giden hayat bir anda
darmadağın oluverir,” diye not düşer İvan
Turgenyev…
size="3">xxiii) Aşktan korkmak, hayattan korkmaktır; hayattan korkanlar ise
çoktan öbür dünyayı boylamış sayılırlar; Georges
Bernanos’un, “Cehennem dedikleri, artık âşık
olamamaktır,” saptamasındaki üzere…
size="3">Hayata dair her şeyde aşkın da payı vardır;
çünkü aşk, hayatın çiçeğidir; beklenmedik
bir anda, yasa kural tanımadan açan; insan(lık)ı hayatın tüm
yüklerinden, acılarından arındıran devasa bir
güçtür…
size="3">xxiv) Yunus Emre’nin, “Türlü türlü
cefanın adını aşk koymuşlar” dese de, ardından da “Aşık
olamayan âdem benzer yemişsiz ağaca,” notunu düşmeden
edemediği şey yani insan olmanın akkor hâli için Stendhal,
“Aşk çok renkli bir çiçektir ama yetiştiği yer
korkunç uçurumların kenarıdır”; Mevlânâ,
“Altın ne oluyor, can ne oluyor; inci, mercan da nedir; bir sevgiliye
harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra”; W. Goethe,
“Her şey için aşk!.. Aşk imkânsız bir çok şeyi
mümkün kılar… “Aşk her şeye katlanabiliyorsa her
şeyin yerini almayı daha da iyi bilir” notunu
düşerler…
size="3">xxv) Mesele sadece aşkın mücadelesinde değil, bu coşkuyla
Murathan Mungan gibi, “Ben sende bütün aşklarımı temize
çektim,” diye haykırıp, D. H. Lawrence’in, “Bunlar
âşık olmayı bilmiyorlar, onun için bu kadar kolay
âşık oluyorlar,” uyarısını da göz ardı etmeden hayata
içkin mücadele aşkı içinde
olabilmektir…
size="3">Böylesine bir aşk, yalnız kendisinin haklı olduğuna
inanır ve onun önünde de bütün engeller yok
olur…
size="3">İhtiyacımız olan da tamı tamına budur…
size="3">xxvi) “Aşk”a dair efsaneyi bir kenara bırakıp; Osman
Akınhay’ın, “Devrim yakın gibiyken aşk öne
çıkarılmaz,” türünden mugallatalarına aldırmadan;
aşk gerçeğine, yaşanmışına değğin; Lenin’in
“küçük ringa balığı” diye hitap ettiği
Nadezhda Krupskaya ile ilişkisinden söz etmeden geçmek
olmaz…
size="3">Onların hikâyesi, yani 1917 Ekim Devrimi’ne
büyük emek vermiş Lenin ve parti içinde kod adı balık
olan ve yeraltı mücadelesinde görünmeyen mürekkeple
şifreli mektuplar yazmak konusunda uzmanlaşmış olan ve Lenin’in
“benim küçük ringa balığım” diye seslendiği
Nadezhda’nın aşkları Sovyet Devrimi kadar büyüktü,
yoksa devrim o kadar muhteşem olur muydu? size="2">[3]
size="3">Aşk vazgeçmeyen ısrarcı bir
ölümsüzlüktür; evet, 78 yaşında, ilk aşkı,
şimdi 86’sında da “Sevmenin yaşı olmaz,” diyen Mustafa
Dede’ye “kaçan” Ayşe Nine’nin yaptığı
gibi… size="2">[4]
size="3">Güzeli görme ve bağlanma biçimi olarak aşk,
Fransız şarkılarının belki de en ünlüsü, “Les
Feuilles Mortes/ Ölü Yapraklar”ın kulağınızda,
beyninizde, yüreğinizde biteviye çınlamasıdır;
“Gördün mü, unutmadım bana söylediğin
şarkıyı.../ Bize benzeyen şarkıyı...” diye…
size="3">SEVDALI SANAT
size="3">xxvii) Sanat, işte bu şarkıyı söylemeyi hak etmiş
cüret ile vardır; varolabilir…
size="3">Bilindiği gibi kendinin hakkını veren sanat, insanı
alışılmış biçimlerden, ölçülerden,
kökleşmiş algılamalardan kurtarıp, onun önüne
yaratıcılığın ürünlerini serer. Bu soruyu yanıtlarken Ernst
Fischer’in sorusunu göz önünde bulundurmak gerekir:
“Sanat, insanla dünya arasında daha köklü bir ilişkiyi
açığa vurmuyor mu?”
size="3">Sanatın, yaratılanın karşısına yeni bir yaratı koyma
düşüncesinden doğduğunu da söyleyebiliriz. ‘İnsan ve
Sanat’ yazısına geçen şu yargılar da göz ardı
edilmemeli: “Toprağı düşünün; üzerine bir şey
ekilip dikilmedikçe durup bekler. Üstüne tohum atılınca
onu var eder, var ettiğini sonsuzluğa erdirir.” Toprak,
‘doğanın yaratıcılarını bekleyen, üretime hazır dev
rahmi’dir.
size="3">Albert Camus, Başkaldıran İnsan’da “Sanatçı
kendi hesabına yeniden kurar dünyayı” derken,
düşüncenin özüne Hollandalı ressam Vincent van
Gogh’un şu sözüyle varıyor: “Tanrı’yı bu
dünyaya bakarak yargılamamak gerektiğine daha çok inanıyorum;
başarısız bir taslağı bu onun.”
size="3">Sanatçı taslağı görüp, ona yeni biçimler,
anlamlar kazandıran insandır. Bu konuda da şöyle der Vincent van
Gogh: “Her sanatçı bu taslağı yeniden yapmaya, eksiğini
tamamlayarak ona bir deyiş katmaya çalışır.”
size="3">Yaratıcılık dürtüsünden yoksun insan durağandır;
yani aşksız, sevdasız, kavgasızdır.
Bu
bağlamda yaratıcılık, aşka, sevdaya, kavgaya
mündemiçtir.
size="3">xxviii) Kaldı ki Nelson Goodman’ın da ‘Dünyalar
Nasıl Yapılır?’da ifade ettiği gibi, türü ne olursa olsun
bütün sanat dallarını ortak bir mesaj çevresinde
birleştiren şey, düz ya da eğreltilemeli olarak söylenen ya da
resmedilen şeydir. İmlemeye dayalı olsun ya da olmasın, her sanat
yapıtı, kullandığı ifade araçlarıyla, bir dünyayı
yenileyip tekrar yapılandırabilir. size="2">[5]
size="3">Ancak burada unutulmaması gereken şey şudur: İnsan
yenilenmeden, sanat yenilenmez.
Yaratıcılığın ürünü olan sanat, tasarımlar
bileşkesidir. En ilkelinden en gelişmişine, hiçbir sanatsal
ürün tasarlanmadan yapılamaz. Tasarım gücü de insanda
var. Üretimde bulunma, öykünme (doğayı düşsel
öğelerle yeniden biçimleme, taklit, oyun kurma),
düşünme, düşündüğünü uygulamaya sokma
insana özgüdür. İnsan bu gücüyle değiştiriyor
dünyayı. Bilim, sanat, düşünce insanın var olanla yetinmeme
yeteneğiyle, merak duygusuyla gelişim göstermiştir.
İçgüdüsünü bilinçli güdüye
çeviren tek yaratık insandır.
size="3">xxix) Bu noktada aşk gibi, “Sanatın tarafı elbette var ve
olmalı,’ diyen Derya Alabora ekliyor: ‘Sanatın bir derdi
vardır. Dert olmazsa, maraz olmazsa zaten sanat olmaz. İnsanlar kendini tam
hissettiğinde bir şeyleri yaratma ihtiyacı hissetmez, o yüzdendir ki
sanat bir tarafı tutar.
size="3">‘Sanat elbette taraflıdır’ dedim. Zaten sanatta da,
hayatta da, fikirde de tarafsız olan bir insan olabileceğini
düşünmüyorum, olamaz da…”
size="3">xxx) “Ölüme karşı tek yanıt sanattır. Her sanat,
insanın ‘kaderi’ne karşı isyandır,” der André
Malraux; ve “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı,”
diye de ekler Albert Camus…
size="3">Ayrıca da Dostoyevski, “Ismarlama sanatı
öldürür”; Paul Gauguin de, “Sanat ya intihaldir ya
da devrim,” diye haykırır…
size="3">Sanatçı deyip geçmeyin, onların vatanı, renkleri,
milliyetleri, cinsiyetleri yoktur…
size="3">Edmond Goblot’nun, “Sanatçı, benliğimi aşmayı
bana öğreten, kendisinin yardımı olmadıkça bana, yabancı
kalacak olan şeyi duymaya, anlamaya ve istemeye bende heves uyandıran,
kendi ruhsal hayatını benimkine eklemek suretiyle beni daha olgun şekilde
yaşatan kimsedir,” diye tarif ettiği onlar bize yerkürenin
hepimize, kardeşlik ve barışa yetebileceğini
öğretirler…
size="3">xxxi) “Ey insan! Sanat yalnız senindir,” diye haykıran
Schiller için “Sanat özgürlüğün
çocuğudur”; Edmond Goblot için ise, “Sanat
çoğu kez yenilik getiricidir ve çoğu kez
devrimcidir…”
size="3">Egemen ideoloji ile aralarına sınır çekmekte bir an
duraksamayan sanatçılar; iktidarın elini eteğini öpmeyip,
iktidarla aralarını mesafe koyarlar, Çin Seddi
çekerler…
size="3">Hem de Theodor Adorno’nun, “Eğer eleştirmenler sonunda
kendi sahalarında (sanat) yargıda bulundukları şeyi anlamaz
olmuşlarsa ve propagandacı ya da sansürcü durumuna düşmeyi
hevesle kabul ediyorlarsa, mesleğin o eski namussuzluğu
gerçekleşiyor demektir. Bilgi edinme olanağı ve konumlarından
kaynaklanan avantaj, kendi görüşlerini nesnellikmiş gibi dile
getirmelerine izin verir. Ama bu, egemen tinin nesnelliğidir sadece.
Gizleyici örtünün dokunmasına onlar da
katılmaktadır,” eleştirisini asla unutmadan…
size="3">AŞK(İLE SEVDAN)IN DİLİ: ŞİİR, EDEBİYAT,
TİYATRO
size="3">xxxii) Aşk ile sanat arasında müthiş bir illiyet ilişkisi
vardır; bana göre en çok da aşkın dili
olanlarının…
size="3">Mesela Can Yücel’in, “Saf şiir olmaz!/ Şiir
dediğin mürekkeple yazılır!”; Wilfred Owen’ın,
“Şairin bugün yapabileceği tek şey uyarmak… O
yüzden gerçek şair gerçeğe bağlı kalmalı”;
Mehmet Yaşın’ın, “Şair, dünyadan hiçbir şey
beklemeden dünyayı sonuna kadar yaşayabilen böylece de sonuna
kadar ölebilen kişidir,” diye anlattığı
şiir/şair…
size="3">Örneğin “Önce şiir vardı. Her şey şiirden
doğdu... Bu dünya şiirsiz yaratılmış olamaz, insanlık şiirle
konuştu ilk kez. Şiir yazmak için yarattı ilk
sözcükleri... Bu yüzden ozanlar bir çeşit evliya,
ermiş, peygamber sayılmışlardır eski zamanlarda. Bugün bile
gerçek ozanlar toplumların öncüsü
sözcüsü, yol göstericisi oluyorsa bunu, şiirin evrensel
diline, gücüne borçludurlar... Onlar insanlık ulusunun, bir
gün er geç kurulacak o büyük, tek ulusun, tek toplumun
öncüleridir,” der Oktay Akbal; sonra da ekler Lord Byron,
“Ey, yıldızlar! Göğün şiirisiniz siz!” ile Percy
Bysshe Shelley, “Şiir dünyanın gizli güzelliğinin
peçesini kaldırır; bildik nesneleri ayrıksı kılar,”
diye…
size="3">Gerçek odur ki aşk gibi, şiir de hiçbir zaman
ısmarlanmamıştır: Ne zamanı vardır ne de mekânı. Ama bu
nedenle hem zamanı vardır, hem de mekânı. Bir gün terekesi
açılır, borcu ve alacağı ölçülür. Ama
şairin ne borcu vardır, ne de alacağı. Habersiz gelir, habersiz
gider.
Bu
konuda Ahmet Telli’nin ‘Şiirime
Dair’ başlıklı şiirinin finalini anımsamak ve
anımsatmak yeter de, artar bile: Ve/ derim ki/ emperyalizme, faşizme/
şovenizme sıkılan bir mermi olabilmişse şiirim/ geriletmişse
acıyı ve zulmü/ yırtılıp atılıyorsa küçük
burjuva ellerde/ şiirimin verilmiş hesabıdır bu…”
size="3">xxxiii) Edebiyata gelince; yazmak, yaşayarak
yaratmaktır…
size="3">Tıpkı Harold Pinter’in, “Yazdığım şeyin
kendinden başka hiçbir şeye karşı hiçbir
yükümlülüğü yoktur”; F. Scott
Fitzgerald’ın, “Bir şey söylemek istediğin için
yazmazsın, söyleyecek bir şeyin olduğu için yazarsın”;
Eugene Ionesco’nun, “İnsanlar neden hep yazarlardan soruları
yanıtlamalarını beklerler ki? Ben soru sormak istediğim için
yazarım” saptamalarındaki üzere…
size="3">“Yazmak” deyince, George Orwell’in şu yol
gösterici satırları da unutulmamalıdır: “Kitaplarda sık sık
rastladığınız eğretileme, teşbih gibi söz sanatlarını
hiçbir zaman kullanmayın. Kısa bir sözcük
kullanabilecekken hiçbir zaman uzun bir sözcük kullanmayın.
Bir sözcüğü çıkarınca da oluyorsa, mutlaka
çıkarın. Etken fiil kullanılabilecek yerlerde hiçbir zaman
edilgen fiil kullanmayın. Gündelik dildeki karşılığını
bulabiliyorsanız, hiçbir zaman yabancı bir deyim, bilimsel bir
sözcük ya da jargon kullanmayın. Ama baktınız ki ortaya dangul
dungul bir şey çıkıyor, bu kuralların hepsini çiğneyin
gitsin…”
size="3">Böylesine yazmak; aşkın ve hayatın aşkınlığıyla
mümkündür…
size="3">xxxiv) Ferit Edgü, ‘Leş’ başlıklı kitabında
böylesine yazmayı “bir başkası olmak” diye tanımlarken;
Blanchot’ın “Yazmak, benden o’ya
dönüşmektir” sözünün de anımsanması
gerekir.
size="3">Ben ve O, ben ve öteki... Bu ikilemi en güzel dile getiren
Rimbaud’dur: “Ben bir başkasıdır,” der.
size="3">Yazmak, başkalarına ulaşmaktır. Köprü kurmaktır.
Başkası olmaktır; paylaşmaktır; çoğullamaktır; aşk ve
sevda gibi… size="2">[6]
size="3">Behçet Çelik’in, “Edebiyatın, giderek
işitmez olduğumuz, ama anbean beynimizi deşip ruhumuzu yoran
uğultuları işitmemize aracılık ettiğini
düşünüyorum; kesinlikle uğultuyu örtmek ya da
bastırmak
değil!” uyarısını
edebiyatın görevi dünyayı keşfe çıkmak;
sözcüklerin dünyasını keşfetmek bağlamlı heyecan verici
bir yolculuktur. Aynı zamanda da yıpratıcıdır yazmak, yaraya tuz basmak
gibi bir şey.
size="3">Bu günlerde aşkın ve hayatın aşkınlığıyla kutsanmış
edebiyata her zamankinden de daha fazla muhtacız…
size="3">‘Yeşil Peri Gecesi’ başlıklı romanında toplumun
ikiyüzlülüğünü,
ahlâkî çöküşünü anlatırken,
“Bizim milli ikilimiz suç ve ceza değil, suç ve
nisyan… Bu dünya artık bir çirkef çukurudur”
diyen Ayfer Tunç’un, “Bizim tarihimiz, unutarak
gömdüğümüz günahlarımızın tarihidir. Kurcalayıp
durmayın,” diye eklediği koordinatlarda Vladimir Makanin’in
dillendirdiği soru şudur: “Ya günümüzde
gerçekten de edebiyatsız yaşamayı öğreniyorsa insan? Yaşam
kendine yeten bir devinim hâlini alıyorsa? Ya bizi ilgilendiren
yalnız, her şeyin önüne geçen kendini koruma
içgüdüsüyse?” Bu sözler çivi gibi
aklıma çakıldı. Korkuyorum, eğer insanın artık edebiyata
ihtiyacı yoksa, insanlığa da ihtiyacı yok
demektir…”
size="3">xxxv) Nihayet tiyatro…
size="3">Ahmet Levendoğlu, “Tiyatronun özü gereği insana ve
insan yaşamına ilişkin bir sözü olmalı,” derken;
“Tiyatro, insanları eğitip bilgilendirecek olanaklar sunar,”
diye ekler İngiliz aktrist Judy Dench de…
size="3">Burada önemli olan sahneye, gerçeğimizi, kimliğimizi,
soru(n)larımızı çıkartarak ötekilerle paylaşmak/
çoğullaşmaktır…
size="3">Hayatın, aşkla estetize edilmesinden başka bir şey olmayan
sanatda bundan başka ne olabilir ki?
size="3">“SONUÇ YERİNE”
size="3">xxxvi) Diyeceklerimi toparlayarak, sonluyorum.
size="3">Montaigne’ın, “Tek bir insanda bütün
insanlığın hâlleri vardır,” saptamasını sonuna dek
paylaşan birisi olarak sevdasız, sanatsız, hasılı kavgasız sıradan
insan(lar) beni zerrece ilgilendirmiyor, bu denli sıradan olmamaları
gerektiği dışında…
size="3">Şimdi aşkla, sevdayla, sanatla, kavgayla insan(lık)a dayatılan
sıradanlığın aşılması için her ne gerekiyorsa, onun yapılması
gerekir…
O
hâlde George Clooney’in, “Günümüzde
yaşadığımız her şeyin politik bir değeri, uzantısı var,”
uyarısını unutmadan; tüm safsatalara sırt dönmek gerekiyor;
tıpkı Jose Ortega Y Gasset’in satırlarında işaret ettiği gibi,
“Bir insanlık gerçeği kendi tarihini tamamladığında, bir
deniz kazasına uğrayıp öldüğünde, dalgalar onu safsatanın
sahiline vurur, artık orada ceset hâlinde uzun zaman varlığını
sürdürür. Safsata insan gerçeklerinin mezarlığıdır;
ya da olsa olsa sakatlar hastanesidir.”[7]
size="3">xxxvii) Safsatalardan, vazgeçiş hurafelerinden, teslimiyet
“teorileri”nden kurtulmak için şimdi biz(ler)e, Fatva
Tukan’ın, ‘Yeni Yıla İkinci Dua’ başlıklı
dizelerindeki gibi aşk (ve sanat) gerek…
size="3">“Aşk ver bize, aşk ver./ Aşkın içinde patlar bizim
büyük cevherimiz/ Aşkın içinde ışıldar/ Aşk ile
yeşerir türkülerimiz bizim/ Aşk ile yeşerip
dökülür kalbimiz/ Dökülüp yayılır/ Ve
zenginleşir toprağımız aşk ile./
size="3">Aşk ver bize, aşk ver/ Aşk ver ki, kuralım yeniden/ Yıkılan
dünyamızı/Aşk ver ki/ Serpelim tekrar tekrar/ Bereketli kıvancı/
Kısır dünyamıza/
size="3">Kanat ver bize, kanat ver/ Açalım dörtbir yandan
kuşatılmış bu zindanı/ Bu demirden, çelikten
duvarları yıkalım/
Uçurtalım özgürlüğü ta yukarılara,
doruklara/ Işık ver bize, aydınlık ver/ Zifir karanlıkları yarıp
geçecek bir ışık ver/ Parlak soluğuyla hepimizi/ Yücelere
fırlatacak bir aydınlık./
size="3">Özgürlük getir bize/ Var olmanın tek olanağını/
Tek amacı yaşamanın…”
size="3">xxxviii) Biz(ler)e bu imkânı, ancak aşk (ve sanat) ile
Tagore’un, “Hayatta en büyük facia insanın kendisinin
farkına varamamasıdır,” saptamasının muhatabı olmayan sevdalı
insan(lık) sunacaktır…
size="3">Dikkatiniz için teşekkür ederim…
size="3">26 Ekim 2010 20:51:22, Ankara.
size="3">N O T L A R
size="2">[*] 5 Kasım 2010 tarihinde 1. Çeşme
Tiyatro Festivali’nin kapanışında yapılan “Aşk ve
Sanat” başlıklı konuşma… Kaldıraç, No:115, Kasım
2010…
size="2">[1] Fuzûlî.
size="2">[2] W. Goethe, Goethe Der ki, çev:
Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.73.
size="2">[3] N. Krupskaya, İşte Lenin!, İnter Yay.,
1995.
size="2">[4] “Üçüncü Bahar
Yaşıyor Ömrüm”, Radikal, 21 Ekim 2010, s.2.
size="2">[5] Nelson Goodman, Dünyalar Nasıl
Yapılır?, Çev: Akın Terzi, Pan Yay., 2010.
size="2">[6] Bu konuda negatif bir örneğe ilişkin
olarak şunları der Oscar Wilde, “Bir yazar olarak George Meredith,
dil dışında her şeyin ustasıdır; bir romancı olarak öykü
anlatmak dışında her şeyin üstesinden gelir; bir sanatçı
olarak anlaşılmazlığın dışında her şeydir.”
size="2">[7] Jose Ortega Y Gasset, Kitlelerin
Ayaklanması, Çev: Neyyire Gül Işık, İş Bankası
Kültür Yayınları, 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder