10 Kasım 2010 Çarşamba

Abes Bir Tartışma: Dil Meselesi ya da Kürtçe / Temel Demirer

Abes Bir Tartışma: Dil
Meselesi ya da Kürtçe / Temel Demirer

 



Bizi insan kılan, dildir.

Doğanın ve tarihin anlamsız

gürültüsü ve sessizliği

karşısında dilde umar ararız.” size="2">[1]

 

Abes ile iştigal ediyorlar; “Ana dilde eğitim olur mu, olmaz
mı?” diye…

Dil meselesini, belki de en iyi; Ludwig Wittgenstein’ın,
“Dilimin sınırları, dünyamın sınırları demektir”;
Emile M. Cioran’ın da, “İnsan bir ülkede yaşamaz, bir
dilde yaşar. Ülkemiz, anayurdumuz dildir, başka bir ülke
yoktur,” saptamaları betimlerken; tekrar ediyorum; bu tartışma
nafiledir; abes ile iştigaldir…

İlhan Diken’in, “Dilini, kimliğini,
kültürünü, aidiyetiyle kendini ifade edebilen
insan” olarak tanımlanabileceği vurgusuyla, “İnsanın dilini
yasaklarsanız, yaşamını da yasaklarsınız,” dediği kapsamda
anadil ve anadilde eğitim hakkı tartışılmaz; onu tartışmaya
açmak; “pazarlık konusu” yapmak da kimsenin haddi ve
harcı değildir…

Anadili, anadilde eğitim hakkını, resmî ideolojinin
“dayatma” ve “korkuları”yla gaspetmeye
kalkışanlar; “iç barışı” tehdit edenin zorunlu tek
dil olup, çok dillilik olmadığını asla unutmamalıyken; her
düzeyde dilin yasaklanmasının da hiçbir düzeyde
mümkün olmadığı göz ardı edilmemelidir…

 

DİL NEDİR?

 

Dil, her şeyden önce bir iletişim aracıdır. size="2">[2] Fakat bunun da ötesinde hayati
öneme haiz bir toplumsal olgudur. Dilin gelişimi tıpkı varoluşsal
gelişim gibi, her türden yaratım faaliyetlerinin bir sonucu olarak
süreç içinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla dilin
tarihsel gelişim ve değişimi, toplumun tarihsel gelişiminden soyut ele
alınamaz. Esas olarak dil, toplumsal bir kimliktir.

Tam da bunun için “Dil, insanın vazgeçilmez, ayrılmaz,
bölünmez, parçalanmaz bir unsurudur. Dil, insanla birlikte
meydana gelen, insanla birlikte var olan bir varlık alanıdır. Aynı
zamanda dil, tarihi varlık alanının kurucusudur. Çünkü,
hiçbir dil kendiliğinden meydana gelmemiş, hiçbir dil
yaratılmamıştır. Nasıl insan, kendi tarihinin bir ürünü
ise ve kendi kültürünün geçmişten geleceğe
uzanan bir bağlantısı ise, dil de tarihin ve geçmiş
kültürün bir ürünüdür. Gerçekte,
insan geçmişe ve kendisinden öncelere olan bağını ancak dili
ile sağlayabilmektedir ve gene bugünü dili ile yaşamakta ve
yaşatmakta, dili ile geleceği hazırlamaktadır. Bu yaklaşımla dil,
dünü-bugüne-yarına bağlayan temeldir.

İnsan dili ile görür, dili ile düşünür, dili ile
anlar ve ancak dili ile düşüncelerini, hislerini, duygularını
anlatabilir. İnsanın maddi ve manevi, somut ve soyut varlık dünyası
ile ilişkilerini ve bağını dil kurar, devam ettirir,
geliştirir.”[3]

Özetle insan, doğası gereği kültürel bir varlıktır.
Birey içinde bulunduğu toplumun davranış biçimini,
kültürel özelliklerini edinerek zamanla toplumsallaşır.
İnsanların toplumsallaşma süreci dil-kültür arasındaki
kopmaz bağlar sayesinde hızlanmaktadır. Dil, kültürel
zenginliğimizin taşıyıcısı, aynı zamanda havuzu rolündedir. Dil
ve kültür birbirinden ayrı ele alınıp tanımlanamayacak denli
iç içe geçmiş bir bütünün iki
tamamlayanı niteliğindedir. Dilde ifadeye kavuşan tüm değerler
kültürden gelmedir. Kültür dilde yaşar, gelişir ve
yarınlara aktarılır.

Bu bağlamda Giorgio Agamben’in, Celan’ın, “Sadece
anadilinde hakikâti söyleyebilir. Yabancı bir dilde şair yalan
söyler,” sözünü aktarması boşuna ve durduk yere
değildir.

Bu denli elzem olan dile ilişkin yasaklar ile “ulus-devlet”
arasında bire bir ilişki söz konusudur. Mesela Amir
Hassanpour’un ifade ettiği gibi, “Batı Avrupa’da
feodalizmden kapitalizme geçiş, devletin birey ve cemaatlerin dilsel
yaşamına artan müdahalesiyle birlikte gerçekleşti. Pre-modern
devlet, iktidarı merkezileştirememesiyle ayırdedilir; ekseri ulus-devlet
olarak sınıflanan modern devlet ise, politik, ekonomik, kültürel
ve dilsel iktidarı belirgin bir şekilde merkezileştirmeyi başarmıştır.
Fransa, Britanya ve ABD gibi, ‘etnisite’den ziyade
‘vatandaşlık’ üzerine kurulu ulusal modellere sahip
olduğu düşünülen devletlerde bile, ulusal dilin evrensel
kullanımını kanunlaştıran ve öteki dilleri yasaklayan bir gelenek
vardır. Bu nedenle, XIX. yüzyıl Avrupası’nın başlarında
dilsel alanda eşit haklar için ilk mücadelelerin, dilsel ve
politik iktidarın artan merkezileşmesine denk gelmesi sürpriz
değildi...”

 

DİLİN AHVALİ

 

Dünyada belki 6 bin kadar dil, buna karşılık, ancak 200 ülke
vardır. Bu da çokdilliliğin fiilen yeryüzündeki her
ül­kede bulunduğu anlamına gelirken; dünyada konuşulan 6 bin
dilin yarısına yakınının yok olma tehlikesiyle karşı
karşıyadır.

Uzmanlar, dilleri korumak için eğitim politikaları oluşturmak ve o
dillerde konuşmak gerektiğini söylüyor BM Eğitim, Bilim ve
Kültür Kurumu UNESCO, Paris’te açıklanan, tehlike
altındaki dillere ilişkin son atlasında, 200 dilin son üç
kuşakta, yani 60-70 yıllık bir süreçte kaybolduğunu,
538’inin kaybolmak üzere olduğunu, 502’sinin ciddi tehlike
altında, 623’ünün tehlike altında ve 607’sinin ise
hassas durumda olduğunu vurguladı.

1996’da yapılan ilk atlasta 600, 2001’deki ikinci atlasta ise
900 dilin tehlike altında olduğunun belirtildiğini hatırlatan BM Eğitim
Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Genel
Müdür Yardımcısı Françoise Riviere ise bu sayısal
artış hızının durumun vahimleştiği anlamına geldiğine dikkati
çekti.

UNESCO 21 Şubat Dünya Anadili günü nedeniyle yayımladığı
“Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre,
Türkiye’de 15 dil tehlike altında. Söz konusu Atlasa
göre Türkiye’deki üç dil kayboldu. Kapadokya
Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır
Lice’deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso da kayboldu.
Suriye’ye göçen köylülerden İbrahim
Hanna’nın 1995’te ölümüyle bu dil de
öldü. Ubıhça da Tevfik Esenç’in 1992’de
ölmesiyle kayboldu.

Bunların yanında Dünyada 200’ü son üç kuşakta
kaybolan, 2 bin 300’ü kaybolma riski altında bulunan, bilinen 6
bin dilden biri de Kürtçe...

 

T.“C”NİN TARİHSEL PRATİĞİ

 

Kaybolma riski altında bulunan dillerden birisinin de Kürtçe
olmasında, T.“C”nin tarihsel pratiğinin ve ulus-devlet
modelinin belirleyici katkıları vardır.

Bırakın Türkiye’yi, tüm ulus-devletlerin tarihi
asimilasyonist düşünce ve pratikle doludur.

Örneğin köklü bir ulus-devlet geleneği olmayan ABD bile,
“melting pot” (eritme potası) adı altında WASP (Beyaz,
Anglosakson ve Protestan) yönünde asimilasyonu
çağrıştıran politikalar uygulamıştır. Fransa, İsveç,
Avustralya, Güney Afrika, Çin, Rusya gibi birçok ülke
geçmişte eğitime asimilasyonist mantıkla bakmıştır.
Almanya’nın Türk işçi çocuklarına karşı tutumu
bir sır değil. Bu nedenle, öğrenilen (egemen, lingua franca) dil
üzerinden asimilasyona gidilir. Asimilasyonun anti-demokratik, bir insan
hakkı (kimlik, dil, kültür) gaspı olduğuna dair bir dolu
literatür vardır. O yüzden entegrasyon (bütünleşme)
terimine bile şüpheli yaklaşanlar var. Başka kavramlar (insertion
gibi) önerenler de yok değil.

Türkiye, asimilasyonu hep bir devlet politikası olarak uyguladı.
Resmî katlarda, okul ve günlük yaşamda “tek dil”
kullanma zorunluluğu, bu politikanın en önemli göstergesidir.
“Güneş Dil Teorisi” gibi bilim karşıtı, yer yer
ırkçı-Turancı tezler bile üretildi. 1940’lı yıllarda
gayri müslimlere “Vatandaş Türkçe Konuş”,
1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’ndeki politik Kürt
tutuklulara “Türkçe Konuş, Çok Konuş”
denildi. Bu konuda inanılmaz yasaklar üretildi. Kürtler kendi
dillerini kullanmaktan çekinir, hatta korkar oldular; dilini
konuştuğu için bir dolu insan eziyet çekti, işkence
gördü. Sonuçta bu politika karşımıza silahlı bir
Kürt isyanı çıkardı; bastırılan geri döndü.
Kart-kurt hikâyesi geri tepti.

Lakin bu asimilasyonist politikanın eğitimde yeniden gözden
geçirilip üyeliğine aday olduğumuz AB ülkelerinde en
azından nasıl uygulandığını hiç olmasa bilmemiz gerekmez miydi?
Bugün biz parlamentoda Kürtçe hitabı suçlarken, AB
Parlamentosu’nda tüm Avrupa dilleri temsil hakkına sahiptir.
Fransa Almanya’dan koparttığı Alsace-Lorraine’deki
hiçbir yerleşim adını değiştirmezken biz çok
çeşitli gerekçeler icat edip beğenmediğimiz yerleşim
adlarını değiştirdiler.

Farklı dil ve lehçelerde TV ve radyo yayını hakkını verirken bir
dolu kısıtlama getirdiler. Üniversitelerde Kürt dili ve
edebiyatı bölümü açacağım derken en sonunda YÖK
başkanı ağzıyla Kürtçe diye özgün bir dil
olmadığını, aslında Kürtçenin kırma bir dil olduğunu
öğrendiler. Üniversitelerde kendi dilinde eğitim görmek
isteyen üniversiteli Kürt gençleri okuldan alıp hapse
attık. Kürtçe özel dil kurslarının yaşatılması
için AB üyesi ülkeler gibi destekleyeceğimize bu kursların
parasızlıktan kapatılmasını seyrettik. Küresel iletişim ve
internet çağında sakıncalı harfler (Q,W, X) yarattık.
Çocuğuna Kürtçe isim koyanları mahkemelere verdiler ya
da nüfus müdürlüklerinden geri çevirdiler.
Çokdilli belediyeciliğin bölgede sorun çözen
yapısını görüp bundan yararlanmak yerine bir terör
örgütü politikası diye bu uygulamaya son verdiler,
başkanını görevinden aldılar.

En önemlisi de “Tek Dil”de ısrar ettiler ki, bu da Necmiye
Alpay’ın dediği gibi, “Tek dil, asimilasyonda
ısrardır.”

Nihayet T.“C”nin tarihsel pratiğinin bugündeki
sürdürücüsü de AKP’dir…

 

AKP DİYOR Kİ!

 

W. Goethe’nin, “Karşı gelip tartışanlar bir ara şunu
düşünmeli: Her dil herkes için ‘anlaşılır’
değildir,”[4] sözü;
AKP’nin anadilde eğitim konusundaki tavrını anlatır
sanki…

Örneğin ‘Die Zeit’e konuşan Başbakan, anadilin
önemine dikkat çekerek, “Niçin Almanya’da
Türk kolejleri olmasın? İnsanlar önce kendi anadillerine, yani
Türkçe’ye hâkim olmalı,” derken; yine aynı
“zatı muhterem” yani Recep Tayyip Erdoğan, anadilde eğitim
isteklerine kesin bir dille karşı çıkmaktadır…

Örneğin Tayyip Erdoğan 1991 yılında yayınlanan ‘Kürt
Raporu’nda, “Kürtçe kitle iletişim
araçlarından yararlanılmalı,” gibi kocaman kocaman laflar
ederken; Başbakanlığı döneminde statükocu söylemlere
sarılarak, T.“C”nin tarihsel pratiğinin bugündeki
sürdürücülüğüne soyunmuştur…

Anayasa paketiyle “büyük bir demokratikleşme adımı
attığını”(?) savunan(!) AKP hükümeti anadilde eğitim
konusunda 1982 Askerî Anayasa’nın öngördüğü
maddeyi ısrarla savunarak, Anayasa’nın 42. maddesinde yer alan,
“Türkçe’den başka hiçbir dil eğitim ve
öğrenim kurumlarında Türk vatandaşlarının anadilleri olarak
okutulamaz ve öğretilemez,” ifadelerin değiştirilmeyeceğinin
altını özenle çizdi…

Erdoğan’ın ağzından, “Hayır arkadaş, Kürtçe
eğitim dili olamaz! Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek
vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı
çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere
gitsin,” diye haykırdı…

 

SOMUTUN YANSIMALARI

 

Oysa coğrafyamızdaki somutun yansımaları hiç de
Erdoğan’ın sürdürücüsü olduğu
T.“C”nin tarihsel pratiğinin “varsaydığı”
üzere değil; aksine ve tam da W. Goethe’nin, “Yabancı
dilde yazan ya da şiir söyleyen, yabancı evde oturan gibidir,”
sözlerindeki gibiydi…

İşte somutun yansımalarından veriler…

Yılmaz Güneş, yaklaşık 35 yıl önce Erzurum’un Ulucanlar
Köyü’nde okula başladığında ‘İki Dil Bir
Bavul’ filminin öğrencilerinden biri gibiydi. Çocukların
Kürtçe konuştuğu, öğretmenin Türkçe ders
anlattığı bir sınıfta eğitim aldı. Tek kelimesini bile anlamadıkları
bir dilde duyduklarını anlamlandıramıyorlardı. Öğretmen ise boş
sınıfa ders anlatır gibiydi…

Öğretmen soruyor: “Senin adın Zülküf mü?”
Cevap yok. Öğretmen resimdeki arıyı göstererek soruyor “Bu
ne?” Yine cevap yok. Sorduğu hiçbir sorunun karşılığı yok.
Çünkü ne öğrenciler öğretmenin dilinden
anlıyor, ne öğretmen onların dilinden. Şanlıurfa Siverek’e
bağlı Demirci Köyü’ne atanmış Denizlili genç
öğretmen Emre Aydın, Güneydoğu’ya giden
öğretmenlerin dil sorunu karşısında yaşadığı
çaresizliğin en somut örneklerinden biriydi. Türk bir
öğretmenin Kürt köyünde geçirdiği bir yılı
anlatan ‘İki Dil Bir Bavul’ filmiyle Emre öğretmenin ve
öğrencilerinin yaşadığı sorunları yüz binlerce kişi
izledi.

Filmin çekim tarihinin üstünden üç yıl
geçti. Ancak manzara hiç değişmedi. Bu yıl Emre
öğretmen köye veda edip Siverek merkezdeki bir okulda göreve
başladı. Köy okulunun ise henüz öğretmeni yok. Genç
öğretmen üç yıl önce yeni başladığında
sınıftaki öğrencilerine soruyordu: “Anlamıyorsunuz di mi?
Öyle gülüyorsunuz. Ben de sizi anlamıyorum zaten. Ne
yapacağız?” Sorduğu sorunun hâlâ cevabı yok.

Hikâyenin devamında idealist bir öğretmenin başardıkları ve
her öğretmen tayiniyle başa dönmek zorunda kalan
çocukların dramı var. Emre öğretmenin anlattıkları
bölgedeki dil sorununun boyutlarını ve fiziksel koşulların olumsuz
etkisini sergiliyor:

“İlk sene sonunda 48 birinci sınıf öğrencimden 35’i
okuma yazmaya geçti. Çocuklar ikinci sınıfa geçti
ancak bu kez de anlama becerilerinin olmadığını fark ettim.
‘Araba’ diye yazabiliyorlardı, okuyabiliyorlardı. Ancak
arabanın anlamını bilmiyorlardı. Bu kez de görsel olarak anlattım
her şeyi. 3. sınıfa geçtiklerinde az çok diğer dersleri
yapabiliyorlardı. Sınıfta muhabbet edebiliyorduk. İlk sene 123, ikinci
sene 135, üçüncü sene 148 öğrencim
vardı.”

Kürt illeri böyle de, başka yerler farklı mı? Asla!

Örneğin Dolapdere’nin sokaklarında çocukların
Kürtçe oyun sesleri geliyor. Biraz önce çıktıkları
okulda Türkçe konuşan öğretmeni “anlamadan”
dinlemişler. Türkçeleri az, okulda yaşadıklarını
Kürtçe anlatıyorlar: Soruyu bilsem de parmak
kaldıramıyorum

“Sınıfta ben Kürtçe konuşuyordum, onlar
Türkçe. Öğretmenin dilini anlamıyordum, başım
ağrıyordu... Derste parmak kaldırmaya çekiniyordum,
çünkü kendimi Türkçe ifade edemiyordum... Ben
okulda iki şeyle mücadele ettim. Hem Türkçeyi az
biliyordum, hem dersleri öğrenmem gerekiyordu. Ama çok
çalıştım...”

“Tuvalete gidecektim, öğretmene söyleyemedim...”
diyor çocuklar...
Ve… Somutta durum bu; böyle!

 

KÜRTÇE

 

Türkiye’de Kürt sorunu, sadece bir dil sorunu değil. Ama
dil, bu sorunun kendini açık ve en güçlü
biçimde ifade ettiği alan. Cumhuriyet sonrasında Kürtlerin bir
kısmının günlük hayatta kullandığı ama resmen “yok
dil” konumunda olan Kürtçe, 1980 askerî darbesi
sonrasında 10 yıla yakın bir süre, günlük yaşamda bile
kullanılması “yasak dil” oldu. Daha önce kamu alanında
görülmesi yasak olan bu dilin sokakta konuşulması bile
yasaklandı.

Ancak Harold Pinter’in, ‘Dağlı Dili’ (1998) isimli
oyununda, “Dinleyin şimdi. Siz dağlısınız. Duyuyor musunuz?
Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada
kullanamazsı­nız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız.
Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız. Kanuna aykırı. Sadece
baş­kentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o.
Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena
ce­zalandırılırsınız. Bu askerî bir emir... Kanun bu. Diliniz
yasak. Ölü: Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin
diliniz artık yok,” diye betimlediği tablodaki zorbalığa rağmen
Kürtçe yaşıyor kararlılıkla…

Nihayet Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr.
Selim Temo’nun deyiyle, “Kürdoloji alanı, kamuoyunun
bildiği ya da özellikle emekli vali ve askerler ile alanında
yükselmek için “bilimsel sabırları” olmayan
akademisyenlerin dehşet verici bir bilim dışılıkla lanse ettiklerinin
aksine, son derece geniş bir alan”ken; üstünde kurulan
yüz yıllık baskıdan kurtulmaya çalışan
Kürtçenin… konuşma dili olarak yaygınlığı yanında
yazı dili olarak yaşadığı kısıtları çözmek, üstelik
içeride çözülmesi gereken, en önemli sorunlar
arasında yer almalıdır.

 

ANADİLDE EĞİTİM HAKKI

 

Tam da bunun için Kürtçe için anadilde eğitim
hakkı vazgeçilemezdir!

Raymond de Saint Laurent, “Ana dilinizin bütün kelimelerini
öğreniniz, göreceksiniz ki, ifade kabiliyetiniz
fevkâlâde artacaktır,” derken çocukların
anadillerindeki gelişim düzeyi, ikinci bir dilin gelişiminin de temel
belirleyenidir ki; Goethe bu konuda şöyle der: “Yalnızca bir dil
bilen aslında o dili de bilmiyordur.” Anadilinin
yüreklendirilmesi, yalnızca çocuğun dilini değil, topluluk
içindeki kimliğini/ kişiliğini de geliştirir; çocuğun
dilinin reddi, kendisinin de reddidir...

Gerçekten de Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde
Kılıç’ın, “Türkiye nüfusunun yüzde
17’si Türkçenin yanı sıra çeşitli dillere sahip.
Kuşaktan kuşağa ciddi bir dil kaybı yaşanıyor. Başka bir ifadeyle,
kuşaklar arasında anadilini kullanma oranı düşüyor.
Ana-babaların yüzde 20.4 oranında anadillerini
sürdürmelerine karşın mevcut nüfusun yüzde 16.9’u
anadilini sürdürüyor. Araştırmamız, toplumumuzun anadilinde
eğitime genel olarak olumsuz bakmadığını gösteriyor,” dediği
tabloda bir dilin ancak kamusal alanda kullanıldığı zaman ayakta
kalabileceğini belirten Yard. Doç. Dr. Ersin Erkan, “Anadilde
eğitim verilmesi gereken bir haktır. Bir dil insanın varlık
gerekçesidir. Her insan evini nasıl döşeyeceğine, nasıl
dizayn edeceğine kendisi karar verme hakkına sahipse, dille ilgili olan
tasarruf hakkına da her topluluk ve kişi kendisi karar
verebilmelidir,” diyor…

Aslı sorulursa eğitimden söz ederken, aslında nasıl bir toplum
yaratmak istediğimizi konuşuyoruz. Ana dilde eğitim tartışmasının
altında yatan da toplumun geleceğine ilişkin düşlerimiz.
Türkiye gibi kültürel çeşitlilik taşıyan bir
ülkede, çeşitliliklerin ortadan kaldırıldığı, tek
kültürlü, tek dilli, homojen, otoriter bir toplum mu
istiyoruz, yoksa farklılıkların tanındığı, korunduğu,
çoğulcu, demokratik bir toplum mu?

Konuya çocuğun çıkarları açısından bakabilmeliyiz.
Ana dilde eğitim sorunu çocuğun eğitimi ile yakından ilgili.
Çocuğun eğitim sistemi içinde marjinalize olması, sonradan
toplum içinde de marjinalize olmasına yol açıyor.

UNESCO’nun “Herkes İçin Eğitim” programı
çerçevesinde yayınladığı 2010 raporunda, çocuğun
eğitim sistemi içinde marjinalize olmasına yol açan
nedenlerin basında anadilinde eğitim görmemesi geliyor. Bu, yoksulluk
ve toplumsal cinsiyette ayırım ile birleşince, eğitimde geri kalma riski
büyüyor.

Raporun Türkiye ile ilgili istatistikleri çarpıcı. Buna
göre, en yoksul hanelerden gelen Kürtçe konuşan kız
çocuklarının yüzde 43’ü 2 yıldan az eğitim
görüyor. Oysa Türkiye’de ortalama eğitim süresi 6
yıl.

Türkiye’nin en zengin yüzde 20’nin
çocuklarının ortalama eğitim süresi 9.6 yıl. Yoksul ailelerin
çocukları için bu ortalama 8.7. Yoksul Kürt erkek
çocuklarında bu rakam 6.1 yıla iniyor. Yoksul Kürt kız
çocuklarının ortalama eğitim süresi ise 3 yıl. Bu
dünyanın en yoksul ülkelerinden Çad’daki ortalama ile
aynı.

Anadilde eğitimden ne anlamalıyız? Her şeyden önce,
Türkçe yerine başka bir dilde eğitim verilmesini
anlamamalıyız. Devletin resmî dili Türkçe ve devlet
Türkçeyi öğretmekle yükümlü... Ancak bunun
yanında çocuğa anadilinde de eğitim verilebilir.

Bu böyleyken; “Anadilinde eğitim talebi, ulusal bir eğitim
sistemi içinde yeniden ve farklı bir içerik ve biçimde
düşünülemez mi? Düşünülebilir. Bunun en
dikkate değer yöntemlerinden biri de, çiftdillilikdir,”
diyen Gazi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Kemal İnal,
önemli bir gereksinimi dillendiriyor…

 

YASAKÇI -TOTALİTER- KORKU(LAR)

 

Fakat “önemli gereksinim”in, egemenler için bir
önemi yok! Çünkü onlar yasakçı -totaliter-
korkuların esiri…

Mesela “liberal” denen Cüneyt Ülsever’in
satırlarında, “Anadilde eğitim müfredatta okutulan tüm
derslerin (tarih, edebiyat, matematik vb.) anadilde okutulması anlamına
gelir. İşte bu talep bölünmenin bizzat kendisidir. Zira, eğitim
sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması
değildir. Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin,
örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların;
kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin
tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir… (…)
Eğer, anadilde eğitim talebinde ısrar edilecekse, boşuna kaynak israfı
yapmayalım, boşuna zaman kaybetmeyelim. Hemen bölünelim,”
saptamalarını görürüz…

Tıpkı “ulusalcı” Özdemir İnce’nin, “1.
Anadilde eğitim-öğretim hakkı üniter devletlerde
mümkün değildir. 2. Anadili özgürce öğrenme
hakkı: Bu hak Kopenhag kriterleri arasında bulunuyor. Bu nasıl
gerçekleştirilip uygulanabilir. Çift dilli
eğitim-öğretim bana fantezi gibi geliyor. Başlangıç olarak en
basit ve en kabul edilebilir olanı: Seçmeli ders…
Kürtlerin siyasal niyetini öğrenmek yukarıda
açıkladığım iki haktan hangisini seçeceklerine
bağlı,” saptamasındaki inkârcı dayatma gibi…

Ya akademi mi? Onlar da farksız!

Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dilbilimi
Bölüm Başkanı Prof. Dr. İclal Ergenç de, “Tüm
müfredatın Kürtçe yapılması olmaz. Ulusal dil ortak
dildir. Ortak dil resmî, hukuk kurumlarında, pek çok yerde
kullanılan bir dildir. Türkçe’nin yanı sıra anadil
eğitimi verilebilir. Bir dili öğretmek ayrı bir şey. Anadille de
eğitim verilecekse bunun apayrı bir eğitimini almış kişiler vermeli.
Enstitüler kurulup bu eğitimler verilmeli,” diyor! (Vah akademi
vah!)

 

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

 

TESEV’nin hazırladığı ‘Kürt Sorunu’nun
Çözümüne Doğru Anayasal ve Yasal Öneriler’
başlıklı rapora göre anadilde eğitim hakkı önündeki engel
Anayasa’nın 42. maddesiyle sınırlı değil; Milli Eğitim Kanunu,
Yabancı Dil Eğitim ve Öğretim Kanunu ile Harf Kanununda değişiklik
yapılması gerekiyor.

Raporda ana dilde eğitim hakkının önünde Milli Eğitim
Kanunu’nda da engeller bulunduğu ifade edildi: “Kanun’un
okul öncesi eğitime ilişkin maddeleri, okul öncesinde
Türkçenin yanı sıra Kürtçe eğitim veren
anaokullarının açılmasını engellemektedir. Kanunun 20. maddesine
göre, ‘çocukların Türkçeyi doğru ve
güzel konuşmalarını sağlamak öngörmektedir.”

Rapora göre Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu da ana dilde
eğitim hakkının önündeki önemli engellerden biri . Kanunun
2. Maddesinin ilk fıkrasında “Eğitim ve öğretim kurumlarında,
Türk vatandaşlarına Türkçeden başka hiçbir dil,
ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” şeklinde
düzenlediği belirtiliyor.

Raporda, Harf kanununa muhalefetten çok sayıda dava
açıldığı da vurgulanılarak şöyle denildi:
“Türkiye’de konuşulan Türkçe dışındaki
birçok anadilde Türk alfabesinde bulunmayan q, w, x gibi
harflerin bulunduğu göz önüne alındığında, Harf
Kanunu’ndaki kısıtlama ile TCK’daki cezai yaptırımın ne
derece ayrımcı olduğu, isim ve dil hakkını ne ölçüde
kısıtladığı açıktır.”

Verili soruna ilişkin çözüm önerileri de, Kürt
meselesine bakıştaki farklılık gibi çeşit
çeşit…

Mesela “Resmî dil Türkçe olmak kaydıyla,
Anayasa’nın 42. ve 66. maddelerinin değişmesi anadilde eğitim
sorununu çözer,”[5]
diyen liberallerden inkârcılara dek!

Öncelikle şunu belirtelim; Kürtçe konusunda
inkârcılık ile palyatif öneri arasında esas itibariyle,
özde, nihai kertede bir fark yok…

Mesela Eyüp Can, “Erdoğan ‘Kimse bizden resmî olarak
anadilde eğitim beklemesin, Türkiye’nin resmî dili
Türkçedir’ dedi.

Anadilde eğitim talep edenler Türkiye’nin resmî dili
Kürtçe olsun demiyorlar ki. Türkçe resmî dil
olarak kalmaya devam edecek. Fakat isteyen, okulda tıpkı İngilizce ya da
Fransızca gibi seçmeli ders olarak Kürtçe
alabilecek,” derken iki dilli eğitimin önünü keserek,
Kürtçe’yi “tali” konuma mahkûm
ediyor!

Oysa Almanya Potsdam Üniversitesi’nden Dilbilimci Christoph
Schroeder’in ifade ettiği gibi, “Bütün
çiftdilli eğitim modellerinin temelinde, çocuğun iki dilinin
birden kabul edilmesi ve ikisinin de birbiriyle bağlantılı ve
karşılaştırmalı olarak öğretilmesi ve geliştirilmesi ilkesi
yatar. Bu ilkenin, Türkiye’de şu an tartışıldığı gibi,
çiftdilli çocukların anadillerini temelde Türkçe
tekdilli eğitim veren okullarda seçimlik ek dil dersleriyle
geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilmesi pek mümkün
değildir.”

Kaldı ki Kürtçe eğitim talebi, salt “siyaset”in
gölgesinde tartışılmamalı; bunun bir de “pedagojik”
boyutu var.

Bu konuda Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fatma Gök, “Kişinin
anadilinde eğitim temel, doğal bir haktır. Eğitim hakkı bağlamından
kavramsallaştırdığımızda, devletlerin, hükümetlerin herkese
bu hakkı nitelikli olarak ve demokratik şekilde sunması lazım. Anadil,
kişilerin dünyalarını ve kendilerini anlamlandırdıkları dil.
Çocuklar birden bire başka bir dille karşılaşınca birçok
travmatik durum karşımıza çıkıyor. İki dil resmî dil
olabilir. Dünyanın pek çok yerinde iki resmî dili olan
ülke var,” derken; neyin nasıl ve neden olduğunun altını
çiziyor…

Bunun yanında “yöresel resmî dil” kavramı
üzerine de çalışılması gerekiyor.

Dünyadaki değişik modelleri gözden geçirdiğimizde, bir
ülkedeki farklı resmî dillerin her zaman eşit statüde
olmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Örneğin
“yöresel resmî dil” diye bir kavram var.

Belçika, İsviçre, Lüksemburg, İspanya, Kanada gibi
“klasik örnekler”in dışında da birden fazla resmî
dili olan birçok ülkenin olduğunu bu bağlamda hatırlamakta
büyük yarar var. Örneğin İsrail’de üç
resmî dil (İbranice, Arapça ve İngilizce) var.

Birden fazla resmî dili olan ülkeler arasında Norveç,
Finlandiya, Beyaz Rusya gibi birçok örnek sayılabilir.
Norveç’te üç farklı dil konuşulmasına rağmen bu
dillerden sadece ikisi bütün ülke çapında resmî
dil statüsünde. Güney Afrika’nın 11 resmî dili
var.

Bu arada bir de topraklarının üzerinde konuşulan tüm dilleri
“resmi dil” kabul eden Bolivya Anayasası örneğini size="2">[6] anımsamak ve anımsatma da çok
önemlidir!

 

SONUÇ YERİNE”: HATIRLATMA(LAR)

 

Amin Maalouf, ‘Ölümcül Kimlikler’ (2009)
başlıklı çalışmasında, “Çağımızın en ağır
basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya
da azınlık hâline getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin
dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya
zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler
öğrenmek zorundayız-, hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal
ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine
kapılıyoruz,” sözleriyle “modern (denilen)
zamanlar”ın soru(n)larından birisini altını çizerken; buraya
kadar irdelediğimiz konu bize Ferdinand de Saussure’in, “Dil...
Ön yüzü düşünce, arka yüzü ses olan bir
kâğıt parçasına benzetilebilir; arka yüzü kesmeye
kalkarsanız ön yüzü de kesersiniz,” saptaması
anımsatır…

Artık, hiçbir şey eskisi gibi olamaz; bir ufka varılmıştır; bu
ufukta da “Geçmişe hâkim olması gereken gelecektir,
geçip gitmiş şeyler karşısındaki tavrımızı düzenleyecek
buyruğu ondan alırız...”[7]

 

21 Ekim 2010 12:20:01, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Esmer, No: 66, 1
Kasım 2010…

[1] Octavio
Paz.

[2] Dil konusunda bkz:
Noam Chomsky, Doğa ve Dil Üzerine, çev: Ayşe Banu Karadağ,
Sözcükler Yay., 2010; Christian Marazi, Sermaye ve Dil, çev:
Ahmet Ergenç, Ayrıntı Yay., 2010.

[3] A. Hicri
İzgören, “Anadilde Eğitim”, Günlük, 23
Eylül 2010, s.15.

[4] W. Goethe, Goethe Der
ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.144.

[5] “İki Madde
Sorunu Çözer”, Taraf, 4 Ekim 2010, s.13.

[6]
“Örneğin Bolivya’nın resmi dillerinden Yaminawa’nın
Peru, Brezilya ve Bolivya’da toplam 1000 kadar konuşmacısı vardır
(
href="http://www.native-languages.org/yaminawa.htm"> color="#000000">http://www.native-languages.org/yaminawa.htm color="#000000">). Weenhayek dilini konuşan halkın toplam
nüfusu ise, 2860 kişidir ve Bolivya ve Arjantin topraklarında
yaşamaktadırlar (
href="http://globalrecordings.net/%20language/18296"> color="#000000">http://globalrecordings.net/
language/18296
size="2">). Hayatta kalan Pacawara sayısı ise 11 (onbir) olarak
kaydedilmektedir!” (Sibel Özbudun, “…
‘Eşitlik’ ile ‘Özgürlük’,
‘Sınıf’ ile ‘Kimlik’, ‘İktisat’ ile
‘Kültür’ Bağdaşabilir mi? Ya da Nasıl Bir Anayasa
(Bolivya Anayasası Örneği), Birgün, 7 Ekim 2009; Birgün, 8
Ekim 2009.)

[7] Jose Ortega Y Gasset,
Kitlelerin Ayaklanması, Çev: Neyyire Gül Işık, İş Bankası
Kültür Yay., 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder