Masumiyet'ten Manzara'ya
Orhan Pamuk / Temel Demirer
" Edebiyat öğretilen şeydir."
[1]
Orhan Pamuk'un yapıtları hakkında yazmak, her
seferinde daha "zor" benim için…
O, kendini yenilemeyip,
tekrar ettikçe; Onun hakkında yazacaklarım da başka türlü olamıyor ki,
"zorluk" da bu, burada…
Çünkü Pamuk'un yapıtlarını her
okuduğumda; Terentius'un, "İnsan istediğini yapamıyorsa,
yapabileceğini istemeli"; Rabintdranath Tagore'un, "Orada durup suya
bakarak denizi aşamazsın," sözlerini anımsarım; daha doğrusu Onun
yapıtlarındaki zihniyet bana bunları hatırlatır.
Aslı sorulursa
"güzeli"/ "güzelliği" tarifindeki soru(n)daki, ufuksuz, yüzeysel
nakliliğiyle Pamuk'un yapıtlarında dünyayı değiştirecek "hayal
gücü" yoktur; O bundan kesinlikle yoksundur.
Louis Aragon'un,
"Hayal gücün, sevgili dostum, senin hayalinin alamayacağı kadar
değerli"; Andre Breton'un, "Bir atın bir domatesin üstünde
dörtnala kalktığını gözünde canlandıramayan, salağın tekidir,"
deyişlerine ekler, Albert Camus de: "Düş gücü uykuya dalınca,
sözcüklerin anlamı boşalır."…
Post-modern edebiyatın bu
"önemli" kalemi için Necati Doğru (Can Yücel'in daha önce 'Benim
Adım Kırmızı'ya ilişkin dizelerindeki tespitini anımsatarak),
"Romancı olacağına pazarlamacı olsaydı da 'Nobel' alırdı.
Yüksek kabiliyet, bulunmaz yetenek. Her şeyi pazarlıyor. Ve başarıyor.
Pazarlamacıların kralı olurdu. Dünyanın en büyük şirketinin CEO'su
yaparlardı, pazarlama Nobel'ini de ona verirlerdi," derken; ABD eski
Başkanı Bush'un eşi Laura Bush ise, 'Benim Adım Kırmızı'yı öve
öve bitiremez.
Aslı sorulursa; ABD'de yaşayan ve José Saramago
gibi, "Hep şu iki soruyu sorarım: Kaç ülkenin ABD'de askerî üssü
var? Ve kaç ülkede ABD'nin askerî üssü yok?" türünden soru(n)larla
iştigal etmeyen Pamuk'a yönelik "eleştiriler" de, "övgüler" de
boşuna ve karşılıksız değildir…
Post-modern söylemin
argümanlara sığınan Pamuk'un, Aristoteles'in, "İradenin efendisi,
vicdanının esiri ol," uyarısına sırt dönen her post-modern kaçış
gibi, ciddi bir toplumsal vicdan, sınıfsal ahlâk problemi vardır. Ve bu
alanda yalnız değildir; hatta denilebilir ki bir "tipoloji"ye dahildir
o. Tıpkı, "Hayatım boyunca kendimi ne 'solcu' ne de 'sağcı'
olarak tanımladım. Bu tip kategorik ayrımlara çok fazla itibar etmem.
Çünkü insanların dünya görüşünü, ideolojilerden çok,
kişiliklerinin belirlediğine inanırım. Bu yüzden 'sol' ya da
'sağ' fark etmez, 'karakterdir' benim için gerçek ölçü,"
diyen Eyüp Can gibi.
Bireyselliğini toplumsallıkla buluşturup,
aktif taraf olabilen "Vicdan" dedim. Hani
William
Shakespeare'in, "Vicdanım binlerce dilden konuşur. Ve her dil bir
öykü anlatır. Ve her öykü bir alçaklığımı yüzüme vurur,"
derken; Yıldırım Türker'in de, "Vicdan, kişisel huzursuzluğun
kaynağıdır. İnsanın dünyayla yüzleşmesinde onu aklıselim diye
dayatılan toplumsal zapturapt aygıtına karşı kışkırtandır. Yalnızca
vicdanına kulak veren, kendi toplumsal kimliğini kişisel ahlâkına kurban
etmekten çekinmeyenler, iyice yalıtılmış, dünyanın ses geçirmeyen
kıyısında bırakılır," dediği türden…
Eğer, insan(lık)a
mündemiç "güzeli"/ "güzelliği" tarifteki ufkunuz, dünyayı
değiştirecek "hayal gücü"nüz toplumsal vicdan ile
taçlandırılamamış ise, istediğiniz kadar "masumiyet"ten söz edin,
muhtaç olunan bir ahlâktan söz edemezsiniz…
MASUMİYET
Hayır, Pamuk'un hakkında koparılan yaygaralar
kadar hükmü olamayan 'Masumiyet Müzesi'nden söz ederken, "Ahlâka
uygun ya da aykırı kitap diye bir şey yoktur. Bir kitap ya iyi
yazılmıştır ya kötü. Hepsi bu kadar," diyen Oscar Wilde'ın
uyarısını göz ardı ediyor falan değilim…
'Masumiyet
Müzesi', kötü bir roman…
"Bütün hayatımı değiştirecek
olaylar ve rastlantılar, bir ay önce, yani 27 Nisan 1975'te ünlü Jenny
Colon marka bir çantayı Sibel ile bir vitrinde görmemizle başladı,"
cümlesiyle başlayan 'Masumiyet Müzesi'ndeki Kemal, otuz yaşında,
"Amerika'da iş idaresi okuyup dönmüş", askerliğini bitirmiş,
babasının dağıtım ve ihracat şirketinin genel müdürü olmuş.
Sorbonne'da okumuş, güzel, alımlı bir kız olan Sibel'le nişan
hazırlıkları yapmaktadır. Ertesi gün ise, sevgilisinin ilgisini çeken
çantayı satın almak için Şanzelize Butik'e gider. On sekiz yaşındaki
uzak ve yoksul akrabası Füsun, butikte tezgâhtar olarak çalışmaktadır.
Çoktandır görmediği bu akrabasının güzelliğinden ilk görüşte
etkilenir. "Genç bir memurun altı aylık maaşına denk bir para" olan
1500 liraya çantayı alır…
Sonrası da, Pamuk, 70'li yılların
İstanbul'unu zengin ve eğitimli bir İstanbullu'nun ağzından
anlatır. Dışarıdan bir bakışı vardır: "Türk erkekleri" şöyle
yapar, kadınları böyle davranır diye anlatır. Kendi deyimi ile "nahoş
antropolojik gerçekler"den söz ederken; romanın sonunda, "Uzak
ülkelere gitmiş, orada yıllar geçirmiş biri gibi görüyordum kendimi:
Sanki Yeni Zelanda'da yerlilerin arasında yaşamış, onların çalışma,
dinlenme, eğlenme (ve televizyon seyrederken konuşma)
alışkanlıklarını, törelerini gözlerken bir kıza âşık olmuştum.
Gözlemlerim ile yaşadığım aşk içiçe geçmişti. Şimdi tıpkı bir
antropolog gibi, topladığım eşyaları, kap kacağı, incik boncuk ile
elbiseleri ve resimleri sergilersem, yaşadığım yıllara bir anlam
verebilirim ancak," der. [2]
Nakli bir sıradanlık
ve dışsallık şahikası olan anlatı; Pamuk'a göre, "on yıldır
üzerinde çalıştığı" bir yapıttır; ama hiç de öyle
görünmemektedir…
Kendini "bir aşk romanı" olarak takdim
eden yapıt; Nişantaşı, İstanbul'un zengin çevreleri, kentin
sokakları, dostluklar, yalnızlar gibi Pamuk'un gözde temalarının
tümünü barındırırken; özellikle, aşk, bağlılık, cinsellik gibi
konuları öne çıkarıyor.
Devam edelim… Kahramanımızın
butikte karşılaştığı tezgahtâr-kızla aralarında baş gösteren aşk
Kemal'in yaşamını kökten etkileyecek, onu tutkulu bir insana
dönüştürecektir. Kemal, o baştaki mutlu anların birer hatırası olarak
toplamaya başladığı nesneleri bir koleksiyoncu titizliğiyle
biriktirecek, artıracak, saklayacak ve sonra bir müzeye
dönüştürecektir. Füsun'la olan aşklarının müzesine, Masumiyet
Müzesi'ne...
70'lerden günümüze uzanan hikâye, bu müzedeki
nesnelerle birlikte gelişip ilerliyor. Kemal Basmacı'nın ağzından
anlatılan öykünün sonunda, tıpkı Kar'da olduğu gibi yazar Pamuk da
devreye giriyor. (Romanın medyatik açıdan önemli özelliği, gerçek bir
Masumiyet Müzesi kurulması!)
A. Ömer Türkeş'e göre,
"Pamuk'un 'Masumiyet Müzesi'nde anlattığı aşk, Cumhuriyet
Türkiye'sinin modern muhafazakâr karakterinden kaynaklanan bir tür…
XX. yüzyılın başlarında Batı ile Doğu arasında melezlenerek hayat
bulmuş, çoğaltıla çoğaltıla, nesilden nesile aktarıla aktarıla
benimsenmiş, yüceltilmiş, cinselliği neredeyse dışarıda bırakıp
sadakati öne çıkarmış bu aşk türü de şimdi biraz tuhaf görünmekle
birlikte, aşkın ta kendisidir."
"Batı/ Doğu" ikilemi
üzerine inşa edilen Pamuk'un romanı, bir yanıyla yine uyarlama…
"Nasıl" mı? XIX. yüzyıl sonu New York sosyetesini anlattığı
romanlarıyla Amerikan edebiyatının büyük yazarları arasına giren Edith
Wharton'ın, 1920'de yayımladığı Pulitzer ödüllü romanı Masumiyet
Çağı'na [3] (Martin Scorsese tarafından 1992'de
filmleştirildi) yönelik çağrışımları (başlık ve dahası),
Pamuk'un liberal göndermeler yoluyla Batı edebiyatı kanonunu Türk
kültürüyle yoğurup yeniden yorumlama arzusunu ortaya koyuyor…
'Masumiyet Müzesi'ndeki aşk için "yıkıcı",
"çıldırtıcı", "erotik", "acılı" gibi çok değişik
nitemler kullanılabilir. Ancak romandaki aşkı belirleyecek, en
kuşatımlı sözcük "hormonlu" nitelemesidir…
Aslı sorulursa
"Benzersiz bir aşk romanı" diye sunulan yapıt, daha ilk sayfasında
Vladimir Nabokov'un, Anna Karenina'yı değerlendirirken yaptığı şu
saptamayı anımsatıyor: "Aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman
bencildir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar." [4]
Oysa Pamuk'un, Kemal ile Füsun arasında kurgulayıp
oluşturduğu aşkı, bir cinsellik üzerine temellendiriyor.
Aşkı,
tek boyutlu bir cinsellik üzerinden kurguluyamazsınız; [5]
çünkü…
"AŞK" İÇİN
Post-modern Pamuk'tan
çok farklı biçimde Saint Exupery'nin, 'Küçük Prens'in de, "Bir
insanı sevebilmen için, bütün insanları sevmen gerekir"; Alexis
Carrel'in, "Bencilliğimizin barındığı siperleri yalnız aşk gücü
yıkabilir; bizdeki heyecan kıvılcımlarını o oluşturur,
fedakârlığın ızdırablı yollarında neşe ile ilerlememizi o
sağlar"; Miguel de Unamuno'nun, "Aşk hayallerin çocuğudur";
Cervantes'in, "Aşk herkesi eşit kılar"; Chekhov'un, "Önemli
olan aşık olduğun değil, aşık olmaktır"; Sokrates'in, "Aşk,
güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur"; Voltaire'in, "Aşk,
doğanın dokuduğu, düş gücünün işlediği bir kanaviçedir," diye
tanımladığı "aşk" bahsi, her dönemde geçerliliğini yitirmeyen
yaşamsal önemdeki bir hâldir…
Aşktaki sevgi, sadece kadınla
erkek arasındaki bir çekim gücünü değil bunun ötesinde bazı
anlamları da içerir…
Yani Viktor E. Frankl'in, "İnsanın
özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef sevgidir," [6]
dediği şeydir…
Örneğin bir Arap atasözü "Aşk hasretten
doğar" derken; Mevlânâ da, "Aşka uçamadıktan sonra kanat neye
yarar?" diye sorar.
Aşkta seven sevdiğiyle beraberdir; mesafeler
bu beraberliğe yenik düşer.
Öte yandan Fuzuli, "Aşk imiş
âlemde her ne var ise" derken, her şeyin aşktan ibaret olduğunu ifade
eder.
Yine 'Hürriyet Kasidesi'nde Namık Kemal, " "Ne
efsunkâr (büyüleyici) imişsin ah ey didâr-ı hürriyet (hürriyetin
yüzü)/ Esîr-i aşkın (aşkının esiri) olduk gerçi kurtulduk
esâretten," derken hürriyet aşkını vurguluyordu…
Nâzım
Hikmet'e de, "Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da,/ Hatta sevda
yüzünden ölmek de ayıp değil" dizelerindeki toplumsal ülküler ile
"Seviyorum seni/ ekmeği tuza banıp yer gibi/ Geceleyin ateşler içinde/
uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi," kişisel sevdaların
nasıl da insanî bir bütün olduğunu anlatır hepimize…
Ya
"Ben sana mecburum bilemezsin/ adını mıh gibi aklımda tutuyorum/
büyüdükçe büyüyor gözlerin/ ben sana mecburum bilemezsin/ içimi
seninle ısıtıyorum," diye haykıran Attila İlhan'ın veya Özdemir
Asaf'ın dizelerine, "Bir seviyi anlamak/ Bir yaşam harcamaktır,/
Harcayacaksın./ Bir gün, tam anlatmaya…/ Bakacaksın,/ Gözlerimi
kapayacağım…/ Anlayacaksın," diye yansıyan, emek isteyen tutkudur
aşk...
Murathan Mungan'ın dizelerinde, "Aşk yeniden/
Akdeniz'in tuzu gibi/ Aşk yeniden/ Rüzgârlı bir akşam vakti/ Aşk
yeniden/ Karanlıkta bir gül açarken/ Aşk yeniden," haykırışıyla
ifadesini bulan aşk; Sabahattin Ali'nin 'Değirmen' başlıklı
hikâyesindeki üzere tamı tamına şöylesi bir gerçektir: "Sen aşkın
ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?... İnsan ilk
aşkından sonra ikinci bir aşka oradan üçüncüye ve dördüncüye doğru
yönelir. Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu
istemek sevmek midir?... Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi?
Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?... Atma
be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... Hem biliyor musun, bu aptalca bir
laftır; kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana
veriyorsun... Siz sevemezsiniz adaşım…"
Burada durup, "Hayat
sanatı, sanat hayatı taklit ediyor. O bakımdan, Orhan Pamuk'un
anlattığı aşkın ve hastalıklı tutkunun bu hayatta bir
karşılığının olmadığını söyleyemeyiz," diyen İsmet Berkan'a
ve onun gibi düşünenlere anımsatmadan geçmeyelim: Edebiyatın görevi
"hastalıklı tutkular"ı yüceltmek, "Aşkın sonu"nu ilan etmek
[7] değildir!
Kaldı ki aşkı da, "hastalıklı
tutkular"ın, tek boyutlu bir cinselliğin, bireyciliğine mündemiç
kurguluyamazsınız; bu romana, edebiyata haksızlık olur…
EDEBİYAT PARANTEZİ
Elbette insanı, içinde doğduğu
tarihsel, toplumsal koşullardan soyutlayamayız. İnsanın bireysel
tarihinin ardında bu koşullar yatar aslında; Milan Kundera'nın 'Roman
Sanatı'na ilişkin söylediği sözlerdeki üzere: İnsan ve dünya
sümüklüböcek ve kabuğu gibi bağlıdır birbirlerine. Dünya, insanın
bir parçasıdır, onun uzantısıdır; dünya değiştikçe varoluş da
(dünyada konumlanmış olma) değişir. Balzac'tan bu yana varoluşun
"dünya"sı tarihseldir ve roman kahramanlarının yaşamı, tarihlerin
belirlediği bir zaman uzamı içinde geçer.
'Masumiyet
Müzesi'ne bu açıdan bakılırsa onun çok katmanlı bir roman olduğu
söylenebilir. İlk katmanında Kemal'le Füsun'un "melodramatik"
aşkları verilirken öteki katmanlardaysa toplumsal yaşamımızdaki
değişimler, dönüşümler, siyasal dalgalanmalar yansıtılıyor.
İçeceklerden yiyeceklere, giyim kuşamdan kullanılan eşyalara,
geleneklere, törelere değin birçok şey etkileşimsel bir örüntü
içinde veriliyor. Daha doğrusu "romanını insan manzaraları"
tarihsel, toplumsal koşulların içinde oluşturuluyor. Bu da ister istemez
romanın söylemsel örüntüsünü etkiliyor, değişik söylemler
üretiliyor.
"Yalınlaştırarak belirteyim, üç tür söylem
biçimi ağır basıyor romanda. İlki, sevişme sahneleriyle, 'yüksek
sosyete' diye adlandırılan kesime özgü ilişkiler ağının
betimlenmesinde kullanılan 'magazinsel söylem'dir."
[8]
Burada bir kez daha "… 'Masumiyet Müzesi,
mutluluk ve bilmek üzerine bir roman," diyen Cem Erciyes'e; Turgay
Fişekçi'nin saptamalarını anımsatmadan geçmeyelim:
"Pamuk,
roman geleneğimizin dışına çıkan bir yazar. Türk roman geleneği,
aynı zamanda bir 'memleket' romanı olma özelliği taşır. Ülkenin ve
insanlarının sorunlarını sergileme, tartışma alanıdır. Orhan Pamuk,
bu alanı Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgenine indirgiyor. O alanı da
kendi gerçeğinin dekoru olarak anlatıyor. Kahramanları bu üçgenin
dışına yalnızca fabrikaya, havaalanına ya da otomobille Paris'e gitmek
için çıkıyorlar.
Masumiyet Müzesi'nin çok acı bir konusu
var. Umutsuz bir aşk hikâyesi... Böyle bir konuyu Kafka yazsa, okurunu
karabasanlara sokar, intiharın eşiğine getirip bırakırdı. Orhan Pamuk,
bu acıklı konuyu bir pembe dizi uçuculuğunda anlatıyor. Zaman zaman
gerçek değil de gerçeküstü bir olaylar zinciri içindeymiş duygusu da
uyandırıyor okurda…" [9]
Özetle Pamuk'un
post-modern anlatısı, bireyci imgelerle yaratılmış bir kurgudur; hayatla
ilintisi, sadece "Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgeni"ndedir…
Ruth Berlau'nun deyişiyle, "Kapitalizmin toplumsal ilişkiler
konusunda, özenle ve zorbalıkla ayakta tutan bilgisizlik"ken; hayatı,
fantezilerinizde de olsa, "Nişantaşı-Çukurcuma-Boğaz üçgeni"ne
hapsedemezsiniz; hapsederseniz buna da edebiyat diyemezsiniz…
Hayır Mario Vargas Llosa'nın, "Edebiyat, aşkın, tutkunun ve
cinselliğin sanatsal yaratı niteliği edinmesine de katkıda
bulunmuştur," uyarısını "es" geçmiyorum; ancak Ralph Waldo
Emerson'un, "İnsanlar kötü edebiyattan o kadar hoşlanıyorlar ki, iyi
edebiyatı hak etmiyorlar"; Roland Barthes'in, "Edebiyat, soru eksi
yanıttır"; Umberto Eco'nun, "Edebiyatın gücü, bir metnin, hiçbir
zaman tümüyle tüketilmeksizin durmadan farklı okumalar
üretebilmesindedir," saptamalarının altını özenle ve defalarca
çiziyor ve sözü Ahmet Oktay'a bırakıyorum:
"60'lardaki,
70'lerdeki roman yazılmıyor artık Türkiye'de. Bir Orhan Kemal, bir
Yaşar Kemal yok. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de başka
türlü bir roman anlayışı empoze ediliyor ve moda kılınmaya
çalışılıyor. Onun üzerinde düşünüyorum, niye böyle oldu bu?
Romanımızı dönüştüren nedir yani toplumsal konulardan uzaklaşma
durumu. Türk romanının 80'den sonra vicdanı azaldı hatta kayboldu.
Şimdinin romancıları başka şeylerle uğraşıyor. Bütün dünyada
izlenen bir olgu bu...
Kapitalizmin, Lenin en yüksek aşaması diye
tarif eder Emperyalist dönemi, ürünü romanlar bunlar. İşte bu roman
bizde değişmeye başladı.
Adorno'nun yani Frankfurt Okulu'nun
teorisyenlerinin söylediği gibi 'kültür endüstrisi' bir toplumu en
çok etkileyen ve orada bir biçim verebilen bir güce sahip. Dolayısıyla
ister istemez kültür alanından bir giriş yapıyor Kapitalizm. Emperyalizm
eskiden saldırgan metotlar seçerdi, işte fiilen işgal yaygındı, şimdi
bu tip yaklaşımlardan mümkün olduğunca uzaklaşıyorlar, daha rafine
yöntemler buluyorlar. Önemli olan rızayı sağlamak...
Bu
rızayı da ancak fikirler, duygular yoluyla sağlamak, entelektüel savaşla
bu işi yürütmek daha kolay. Maddi açıdan bakıldığında da ikna
yoluyla teslim almak daha ucuz. Türk romanı da böyle böyle değişiyor,
değişti ister istemez.
12 Eylül sonrasında piyasa ekonomisi ve
küreselleşme söylemi egemen kılındı, kültürel alan büyük ölçüde
yeni sağ ideoloji çevresinde üretildi ve homojenleştirildi. Bu ortamda
birçok Türk yazarı, başyazarlarından köşe yazarlarına, medyanın
neredeyse çoğunluğu toplumsal ve siyasal sorunları yumuşatarak ele alma
gayretinde. Eskiden gelir dağılımı, toplumsal adalet gibi sorunlarla
uğraşılırdı şimdi öyle kaygılar kalmadı. İşte uluslararası
pazarda ne geçerliyse, Amerika'da ne yapılıyorsa benzerleri
uygulanıyor. AKP hükümeti güdümlü büyük sermayenin elindeki medya,
düzenli ve sürekli biçimde, başpatron ABD'nin yaşam biçimini ve
çarpık duygu dünyasını emekçi sınıf ve kesimlere içselleştiriyor.
Türk yazarın yeniden vicdan sahibi olması, toplumsal meselelere
ilgi duyması, tespitlerde bulunması lazım… İnsanlar niye bu hâle
geldi? Bu bir ahlâk sorunu son kertede, yani niçin Yaşar Kemal
Çukurova'yı terk ediyor? Bu tip soruları sormak lazım... Şimdi bir
köy romanına, köyün sorunlarını irdeleyen veya işçi sınıfının
durumunu ele alan bir romana rastlıyor musunuz? Hayır. Bunların belirli
nedenleri var.
Bu nedenler de sandığımız gibi edebi nedenler
değil. Hepsinin altında siyasi oluşumlar yatıyor. O oluşumları
anlamadan bu işler çözülemez."
MANZARA
Pamuk'un
çocukluğunu, ailesini, İstanbul'u, edebiyat dünyasını ve çeşitli
konularda düşüncelerini anlattığı yazıları derlediği 'Manzaradan
Parçalar' başlıklı yapıtta Ahmet Oktay'ın değerlendirmelerinden
(ve elbette itirazlarından) muaf değil…
'Manzaradan Parçalar:
Hayat, Sokaklar, Edebiyat', özyaşamöyküsü niteliğinde; yazarın
yaşamından bölümlerden, yaşamın içinden gözlemlerden, yaşadığı ve
gittiği kentlerle ilgili izlenimlerden, okuduğu kitaplardan, gördüğü
mimari yapılara ilişkin düşüncelerinden oluşuyor.
Kitabın
başında yer alan 'Bir Hayat Hikâyesi Denemesi'nde söyledikleri, bir
bakıma, 'Manzaradan Parçalar'ın yazılış nedenini de dile getiriyor:
"… 'İstanbul' adlı kitabımın bir yarısı şehirden söz eder,
bir yarısı da yirmi iki yaşıma kadarki hayat hikâyemdir. Kitabı yazıp
bitirdiğimde, aşırı bir hayal kırıklığına kapıldığımı
hatırlıyorum. Kendi hayatımda anlatmak istediğim, vazgeçilmez bir
hatıra olarak gördüğüm şeylerin onda birini bile 'İstanbul'a
koyamamıştım. Yirmi iki yaşıma kadarki hayatımı özetleyen ve
bambaşka hatıralarla kurulmuş yirmi cilt anı daha yazabilirdim.
Otobiyografinin bir hatırlama yolu değil, unutma biçimi olduğunu o zaman
anladım..."
Banu Güven'in ifadesiyle, "Yazarın çoğu zaman
romanına aktardığı gözlemleri, tecrübeleri, ilişki biçimleri
hayatından, ailesinden, yakın çevresinden, bunları oturttuğu fikir,
zemin ve çerçeve de sokaklardan, İstanbul'dan, tarihten, sanattan
besleniyor. Ama romanlara giremeyen ya da tam tersi, onları bizlere
hissettirmeden şekillendiren, yazarda iz bırakan ilişkiler, hatıralar ve
eserler de var. Onların bir kısmını 'Öteki Renkler' ve
'İstanbul'da okuduk…"
Aslı sorulursa çeşitli mecralarda
yayımlanan metinlerin yer aldığı yapıt, Pamuk'un hayatını ve yazı
dünyasını ortaya koyan bir kırkambar niteliğinde.
Seksen iki
yazının yer aldığı hacimli kitapta Pamuk'un romanlarından
yayımlanmamış bölümlerin, anıların kaleme alındığı 'Manzaradan
Parçalar', 'Bir Hayat Hikâyesi Denemesi' adlı yazıyla başlıyor.
Yazar, hayatını ve kitaplarını anlattığı çalışmasına
ilişkin, "İleride kitaplarım hayatımdan daha önemli ve eğlenceli
bulunacak sanırım," derken; 'Hayat' başlıklı bölümde de, "Onun
bana verdiği güven olmasaydı yazar olmak, bunu bir hayat olarak seçmek,
benim için çok daha güç olurdu," dediği babasını, börek yapan
annesini, tıraş olurken yaşadıklarını ve başa bela bir sivrisineği
anlatıyor...
Bunlar çok önemli mi? Ya da Ugo Betti'in,
"Anılar, zaman ve uzaklığın asit gibi aşındırdığı taşlara
benzerler," dediği kapsamda neyi, ne kadar ilgilendirir? Veya yazarlık bu
mu olmalı?
Miguel de Cervantes'in, "Kalem, zihnin
dilidir"; Johann Wolfgang von Goethe'nin, "Açık seçik bir üslûpla
yazmak istiyorsan, önce düşüncelerini açık seçik kılmalısın";
Flannery O'Connor'un, "Kitap muhalif olacak diye korkmam, muhalif
olmayacak diye korkarım"; Mario Vargas Llosa'nın, "Yazar olduğunuz
için öldürülüyorsanız, bilin ki, görüp göreceğiniz en büyük
saygı ifadesidir bu," uyarılarını göz ardı etmeyeceksek; post-modern
Pamuk anlatıcılığına fazla itibar etmek için bir neden yoktur;
olmamalıdır da…
Hem de Karl Marx'ın, "Yazar yaşabilmek ve
yazabilmek için para kazanmalıdır; ama asla para kazanmak için
yaşamamalı ve yazmamalıdır"; Moliere'in, "Yazarlık fahişeliğe
benzer. Önce sevdiğin için yaparsın, sonra birkaç yakın dostun için,
en sonunda da para için," sözleri kulaklarımızda çınlarken…
Evet Hakkı Devrim, "Orhan yeni kitabıyla, bize hatıra defterini açar
gibi yapmış, diyebilirim," diye durumu kurtarmaya kalkışabilir; Orhan
Pamuk da, "Dünyanın doğu kısmında, Çin'de, Hindistan'da Kore'de
Japonya'da Batılı yazarlara göre daha çok okunan bir yazarım. O
okurlar bir Türk ve biraz batı dışı bir insan olduğum için, ama daha
çok hayatlar benzediği için beni seviyorlar. Ben de oraları görmekten
gözlemlenmekten hoşlanıyorum," diyebilir; ancak hiçbir şey
bireyselliğini bu denli öne çıkarmayı haklı ve anlaşılabilir
kılmaz…
'Kitaplar ve Edebiyat' bölümünde Pamuk'un, yazı
dünyasını biçimlendiren Dostoyevski, Flaubert, Nobokov, Camus, Tanpınar
gibi yazarlar hakkındaki yazıları yer alıyor.
Gustave Flaubert
için: "Pek çok yazar, hayatının bir kısmında benim gibi Flaubert
olmak istemiştir. (...) Mektuplarında da sık sık karşılaştığımız,
insanoğlunun ve özellikle burjuvaların budalalığından bıkıp usanmış
bu alaycı ses, gücünü Flaubert'in zekâsından ve çok özel mizah
yeteneğinden alır. Zekâsının ve mizahının hedefinin, bütün hayatı
boyunca uzak durmaya çalıştığı sıradan orta sınıf değerlerine,
modernleşme ve sanayileşmenin ürettiği yeni, rahat, huzurlu günlük
hayata yönelmesi, Flaubert'in sesine günümüzde pek çok yazarın
özdeşleşmekten hoşlandığı bir güç verir."
'Benim
Kitaplarım' bölümünde de Pamuk yapıtlarından kimileri hakkında bir
hayli iddialı ve hiçte mütevazi olmayan biçimde konuşur 'Kara Kitap'
için, örneğin; "Kara Kitap bana bir kitabın başarısının
kıstasının kendi koyduğu edebi, biçimsel sorunları çözebilmesi
değil, bu sorunların büyüklüğü, iddiası ve onları çözebilmek için
yazarın harcadığı umutsuz çabanın ölçüsü olduğunu göstermiştir.
İyi kitaplar yazmak kadar zor bir şey de, yazardan sürekli her şeyi,
bütün gücünü, yaratıcılığını, bütün hayatını talep eden
konular bulmaktır," derken; yine 'Benim Adım Kırmızı' için de
ekler: "Benim Adım Kırmızı, büyük emeklerle, tutkuyla, hayatımdan
çok şey koyarak ve bütün bir millete seslenen 'klasik bir kitap'
olsun diye yazıldı. Mağrur bir şekilde, bunu başaracağımdan emin
olduğumu söylesem çok mu kendime güvenmiş olurum..."
[10]
Pamuk, kendini ve yapıtlarını neden bu
kadar "önemsiyor", "önemliymiş gibi sunuyor" ya da Seneca'nın,
"Büyüklüğün belli bir ölçüsü yoktur. Yükselen ya da alçalan şey
kıyaslamadır. Nehirde büyük görünen bir gemi, denizde küçüktür";
Mevlânâ'nın, "Kitaplardan önce kendimizi okumaya
çalışalım," sözlerini "es" geçiyor?
Gerçekten de
'Manzaradan Parçalar'ın son bölümünde, siyaset ve vatandaşlığa
dair dertlerden yakınan Pamuk'un; Bush, Saddam, Erdoğan, Chomsky ve
hakkında açılan 301 davası konusunda düşüncelerini dile getirmesine
göz attığımızda, siyasi tavır(sızlık)ına değinmek "olmazsa
olmaz" oluyor…
SİYASİ TAVIR(SIZLIK)I
Nâzım
Hikmet'in, "Yeryüzünde çocukların bir daha öldürülmemesi için her
namuslu yazarın, hangi milletten olursa olsun yalnız mısralarla ve
kafiyelerle değil, gerekirse elde silah dövüşmesi gerektiğini bir daha
anladım," [11] deyişine "angaje eleştirisi"
yöneltenlerin, her hâlde Thomas Mann'ın, "Her entelektüel tavır
gizliden gizliye politiktir," saptamasına bir itirazı yoktur ve olamaz
da…
O hâlde siyasi tavır, bazı şeyleri söylemeyi seçmek
kadar, ifade de "olağan"ın sınırlarına teslim olmadan tavır almak/
taraf olmaktır ki, politik olan da tam budur…
Bu bağlamda Pamuk,
politik değil, aksine apolitiktir…
Kaldı ki, vasatın
arayışındaki Pamuk'un NTV'de Banu Güven'in sorularını
yanıtlarken, 12 Eylül 2010'daki Anayasa referandumunda "Evet" oyu
kullanacağını açıklayıp; yine CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu'na da, "Ben edebiyatçıyım ve böyle siyasi bir
tartışmanın tarafı olmaktan rahatsızım. Yurtdışında olacağım için
referandumda da oy kullanamayabilirim," demesi bunu çok iyi
sergilemektedir…
Yani bir zamanların "muhalifi", TCK
301 mağduru Pamuk'un siyasi tavır(sızlık)ının pek tutarlı,
parlak, uzun soluklu olduğunu söyleyebilmek mümkün olmadığı gibi,
büyük ölçüde de hayal kırıklığına eşitlenmiş gibidir…
Örneğin TCK 301 sürecini ve sonrasında Pamuk'un
soluğu ABD'de aldığı suskunluğunu/ çekimserliğini
anımsayın…
Daha fazlası gerekli mi?
Evet, tam
bu noktada BBC'de yayımlanan 'Hardtalk' programında Pamuk'un,
sunucu Stephen Sackur'a, "Kutuplaşma yaratan bir kişi değil mütevazı
bir yazarım. Milliyetçi sağ kanat aleyhimde kampanya yürütüyor.
Otoriterlerle problem yaşıyorum," dediğini anımsatabilirsiniz…
Ancak, Güneri Cıvaoğlu'nun, "Nobel Ödüllü, küresel üne sahip
bir yazar. Yakışıklı, kültürlü, dünyanın saygın üniversitelerinden
Columbia'da ders veriyor. Kitapları 58 dilde yayımlanmış, 7 milyondan
fazla satmış… Ona kadınların ilgi göstermesi doğal… New York'ta
East River'a bakan terasta söyleşirken manzaranın güzelliği ve
romantizmi ile örtüşen 'kadınların ona ilgisi' sorusunu
yönelttim," [12] türünden medyatik sunumlara mazhar olan
Pamuk'un "kutuplaşmanın neresinde olduğu"nu ve "otoriterlerle
yaşadığı probleme karşı tutumu"nun ne olduğunu, açık açık izah
etmesi gerekmiyor mu?
'Manzaralar'da kendinden sık sık söz
eden Pamuk için elbette, elbette gerekiyor…
TENEKE
TRAMPETLERE SARILAN İNSAN(LIK)
Pamuk'un yaşadığı ve
yazdığı, aslında "seyirlik bir hayat"tır…
Evet,
post-modern Pamuk anlatısı, "asri zamanlar"da "seyirlik bir
hayat"ı naklettiği için bu denli modadır…
Bir an düşünün:
Hep birileri bizim adımıza bir şeyler hazırlıyor; anayasayı
hazırlıyor, kahvaltımızı hazırlıyor, yaşadığımız ortamları
hazırlıyor, yatağımızı hazırlıyor; biz sadece ve sadece bu
hazırlanışları izliyor ve hazıra konmanın hazzını yaşıyoruz,
hazıra kondukça daha fazla hazıra konma isteği kabarıyor içimizde ve
daha fazla uyuşuyoruz.
"Asri zamanların içe dönük seyirlik
hayatı" bu!
Kabullenilmemesi, reddedilmesi gerekenin ta
kendisi…
"Çivisi çıkmış hayat" tam da böylesi bir kabul
üzerinde yükselip, sürdürüyor varlığını; Eflatun'un,
"Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez," uyarısını
anımsatırcasına…
İnsan(lık)ın, kendinden başkasını
görmeyen bireysel bir körleşmeyi dayattığı "Asri zamanların içe
dönük seyirlik hayatı"nda sadece bakmak değil görmek, insan olmak ve
kalmak bağlamında kilit önem taşıyor…
Aslında
Mevlânâ'nın dediği gibi, "İnsan göz"dür; öte yanı deriden,
etten başka bir şey değil... Göz neyi görüyorsa değeri o kadardır
insanın… Çünkü bakmak gözle yapılan bir eylem iken, görmek aklın
devreye girmesiyle mümkündür…
Ancak gören, "Hayır"
diyebilir; bakan da "Evet"…
"Evet" dediğinizde,
başkalarının kendileri için dayattığı kuralları onaylayıp, onların
dünyasının seyircisi olmaya devam edersiniz. "Hayır", sihirli bir
sözcüktür; isterseniz dünyayı değiştirebilirsiniz; bütün dünya ona
göre şekillenir…
"Evet", yok edicidir; "Hayır" da var
edici…
"Olağan" denilen kapitalizm koşullarında "Evet",
özgürlükten kaçıştır…
Oysa Nikos Kazancakis'in,
"Beklediğim hiçbir şey yok. Kimseden korkmuyorum. Özgürüm"; Ambrose
Bierce'nin, "Özgürlük, hayal gücünün sahip olduğu en değerli
şeylerden biri"; Clarence Darrow'un, "Peki, kim özgür öyleyse?
Yalnızca kendi kendinin buyruğunda olan, yoksulluktan, ölümden ve
zincirlerden korkmayan, kendi tutkularına meydan okuyacak ve rütbeye
nişana değer vermeyecek kadar güçlü, yetkin, olgun ve çok yönlü,
akıllı insan;" Horatius'un "Bu dünyada özgürlüklerini ancak
başkasının özgürlüğünü koruyarak koruyabilirsin. Ancak ben
özgürsem özgür olabilirsin," diye tarif ettiği özgürlük, bireyin
kendi yaşam sorumluluğunu üstlenmesi ve seçimlerinin sonuçlarına
katlanabilmesidir.
Bunun için gücün (çemberin) dışına
çıkmak, yani "Özgürlük; mutlak bir güvensizlik, kuşku, yalnızlık,
kaygı ve korku duygusuna yol açar." Yaşam sorumluluğunu
üstlenemeyerek, "Korkuya kapılan birey, özgürlüğünü teslim edeceği
bir güç arar; kendi bireysel özüne katlanamaz. Özgürlüğün yükünü
sırtından atarak güvenlik aramaya çalışır."
Fromm'a göre,
"Kendini ortaya koyamayan, talepte bulunamayanlar, bunun yerine
başkalarının gerçek ya da gerçek dışı buyruklarına boyun eğme
eğilimi gösterirler. Bunlar çoğu zaman güç karşısında "ben
istiyorum, ben buyum" duygusunu yaşama yetisinden yoksundurlar. Yaşamı,
yaşadıklarını kendi denetimlerinin dışında değiştiremeyecekleri bir
güç olarak algılarlar." [13]
Yani ya "Hayır"
der kendinizi ve size ait dünyayı var edersiniz ya da boyun eğip,
"Evet" ile özgürlüğünüzden kaçarsınız.
İtaat etme
beklentisini de beraberinde getiren "Evet", baskıcıdır…
"Hayır"ı ortaya çıkarabilmek, yaşamı tüketici bir seyirci
refleksiyle alkışlamak, yuhalamaktan kurtulmayı "olmazsa olmaz"
kılıyor…
Bu da tekdüze ritmi, seyirci refleksini bozacak,
gösteriyi dağıtacak, seyreden ile seyredilen ikiliğini sonsuza dek iptal
edecek "trampetli deli"lere olan ihtiyacı büyütüyor…
Gerçekten de Rahmi Öğdül'ün işaret ettiği gibi, "Günter
Grass'ın aynı adlı romanından uyarlanmış 'Teneke Trampet'
filminde yetişkin olmayı istemeyen, büyümesini altı yaşında durdurmuş
Oscar, bozuk bir ritimle çaldığı teneke trampetiyle, Nazilerin
düzenlediği tekdüze, uygun adım, askerî resmî geçit törenini
darmadağın edebiliyordu.
Seyredilecek gösteri kalmıyordu
sonunda. Mahallemizin delisi de hayatın sıradan, rasyonel akışında bir
çatlak yaratabilir, biz 'akıllı' insanların 'akıllı,
sağduyulu' işlerinden başlarını kaldırıp kısa süreli oyalandıktan
sonra yine egemen rasyonalitenin içine gömülmelerini sağlayan tekdüze
ritmi toptan bozabilirdi.
Teneke trampetlerimizi sakladığımız
yerden çıkarıp kendimizce çalma zamanı geldi galiba. Tepede alınıp biz
aşağıdakilere dayatılan kararları, temsilcilerimizin sahneye koydukları
temsilleri, gösteri toplumunun piramidini alaşağı edecek başıbozuk,
gayri resmî geçit törenleri düzenlemenin zamanı; sadece izlemekle
yetinmek yerine aktif katılımcılar olarak kendi gösterilerimizi kurmanın
vakti geldi," [14] diyenler için Pamuk anlatıcılığının
ifade ettiği hiçbir şey yoktur…
20 Eylül 2010 12:15:55,
Ankara.
N O T L A R
[*]
İnsancıl Dergisi, Yıl:21, No:244, Kasım 2010…
[1] Roland Barthes, Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı.
[2] Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, İletişim Yay., 2008,
s.548.
[3] Edith Wharton, Masumiyet Çağı, çev:
Gizem Genç, Altın Bilek Yay.
[4] Vladimir Nabokov,
Edebiyat Dersleri, s.86.
[5] Theodor Reik, Aşk ve
Şehvet Üzerine-Cinslerin Duygusal Farklılıkları, Çev: Ali
Kılıçoğlu, Say Yay., 2009.
[6] Viktor E. Frankl,
İnsanın Anlam Arayışı, çev: S. Budak, Öteki Yayınevi
[7] Düşünür, yazar, psikanalist Julia Kristeva'ya göre
artık aşk yok. Çünkü, insanlar hayal kırıklığına uğradıkça
inançsızlaşıyor ve artık biz "Şüpheci, bilinçli, uyanık, aklı
başında ve her şeyi ortada varlıklarız." (Figen Şakacı, "Mutlak
Aşk Yoktur, Sonsuz Arkadaşlık Vardır", Radikal, 12 Haziran 2010, s.22.)
[8] Emin Özdemir, "Hormonlu Bir Aşk Romanı",
Cumhuriyet Kitap, No:977, 6 Kasım 2008, s.24-25.
[9]
Turgay Fişekçi, "Masumiyet Müzesi", Cumhuriyet, 17 Eylül 2008, s.14.
[10] Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar-Hayat,
Sokaklar, Edebiyat, İletişim Yay., 2010, s. 240-341-349.
[11] Nâzım Hikmet, Sözcükler Dergisi, Eylül 2010.
[12] Güneri Cıvaoğlu, "Orhan Pamuk: Çapkın Değilim",
Milliyet 10 Ekim 2008, s.2.
[13] E. Fromm,
Özgürlükten Kaçış, Payel Yay., 1988.
[14] Rahmi
Öğdül, "Trampetin Çağrısı", Birgün, 26 Ağustos 2010, s.15.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder