Kentleri
İnsanlaştırmak... Çünkü "Biz Baldırıçıplaklar Hak Ediyoruz Bunu..."
/ Sibel Özbudun
“Kentleri biz inşa ederiz,
sonra kentler bizi dönüştürür
ve sonuçta nasıl insanlar olduğumuzu
inşa ettiğimiz kentler tayin eder.” size="2">[1]
“Gecekondulara kurulmuşsunuz denize karşı deniliyor, evet ya
kurulduk, biz baldırı çıplaklar hak ediyoruz bunları. Asıl
sorulması gereken soru, parası olanlar neden buraya layık? Oysa biz ağır
bedeller ödüyoruz. Beş dakikalık haber bülteniyiz onlar
için ve bunun üzerinden de saldırıyorlar. Ama biz beş
dakikalık haber bültenine konu olmak için bir ömür
harcıyoruz…”[2]
Soru, 10 yaşından beri yaşadığı, son zamanlarda “kentsel
dönüşüm” kapsamına alınarak
“baldırıçıplaklardan” boşaltılmak istenen
Küçükarmutlu’dan sürülmek üzere olan
bir genç kadına, Gülay’a ait…
Hayatî bir soru, elbette. Son on yıldır daha da
yoğunlaştırılmış bir gayretkeşlikle ve bir buldozer
pervasızlığıyla kentlerin köşe bucağını dümdüz eden
“kentsel dönüşüm projeleri”nin ya da “fazla
kirlendiği, fazla avamlaştığı, fazla gürültülü
olduğu, fazla kriminalleştiği…” için üst-orta
sınıfların terk ettiği metropol merkezlerinin bir
“süpermarket” ya da bir “McDonald’s”
yapaylığı ve sterilliğinde yeniden örgütlenmek üzere
“geri kazanıldığı” “muteberleşme”
süreçlerinin, yanıtını asla veremeyeceği…
Türkiye kentlerinin gerçekten de bir tarihi yok. size="2">[3] Yakın ya da uzak. Yok edilmiş. Belki de
bu nedenledir ki, dünya kentlerinin pek çoğunda bir kronoloji ve
bundan dolayı da bir mantık izleyen süreçler, eşzamanlı ve
bitimsiz bir kaos olarak çörekleniyor kentlerimizin üzerine.
Mevcut neo-liberal durağında Türkiye kapitalizmi, bu ülkenin
toplumsal tarihçilerini bir “kentbilim tarihi” yazma
olanağından dahi yoksun bırakacak bir açgözlülükle
çullandı çünkü “kentsel rant” adı
verilen yeni yağma kapısına.
Örneğin Türkiye’nin (metropol) kentleri, şöyle bir
öyküden yoksunlar:
“Ellilerin sonlarından başlayarak kentler hızla
büyüdüler, kent mekânında büyük
değişiklikler meydana geldi. Bölünmeler keskinleşti; gelir
grupları, etnik gruplar temelinde yeni farklılaşmalar belirdi. Konutların
bulunduğu bölgeler değişti, yeni bölgeler oluştu. Sıkışma ve
uzaklaşma eşzamanda gerçekleşti. Bir yandan mesafeler azaldı, beri
yandan uzaklıklar büyüdü.
Önce banliyöler kuruldu. Orta ve üst-orta sınıflar kentin
içinden çıkarak buralara taşındılar. Banliyöleri uydu
kentler izledi. Artık varlıklıların ofisleri kentte, evleri ise kent
dışındaydı. Kentin içini (inner-city’leri) yoksullara
bırakarak buralara taşındılar.
Konut, sağlık, eğitim, vb. zorunlu harcamalarını karşılamayan ya da
güçlükle karşılayabilen, ama yarın için bunu
yapabileceğinden de asla emin olamayan yüzlerce insan kenttin
ortasında barınır oldu. Zenginler bu yoksulluk bölgelerinden
olabildiğince uzakta duruyorlar. Ama kentte yeşil ve açık alan da
bırakmıyorlar. Kent toprağına iş merkezi, ofis binaları inşa
ediyorlar…”[4]
1980’li yıllarla birlikte, orta-üst sınıfların
çekildiği metropol merkezleri bir “yeniden değerlenme”
ya da yaygın adıyla “mutenalaş(tır)ma” sürecine dahil
edilirler. Zenginlerin boşalttığı
“çöküntü” alanları onları dolduran
“ayak-takımı”ndan temizlenecek, tahrip olmuş binalar restore
edilecek, sokaklar şık kafeler, pahalı restoranlar, sergi salonları vb.
ile bezenecek. “Mutenalaştırma, (…) bugün şehir
yönetimleri, belediyeler, yerli-yabancı yatırımcılar ve
emlakçılar tarafından kutsanıyor. Şehirlerin yeni neo-liberal
vizyonu oluyor. Bu vizyon, içinde toplumsal parçalanma,
dışlama ve ötekileştirme barındıran asimetrik bir vizyon aynı
zamanda. Kimi zaman mega projeler, kentsel dönüşüm, kimi
zaman kentsel yenilen canlandırma projeleri, neo-liberal kentleşme olarak
geçen kavramlar içinde önemli ölçüde
mutenalaştırma barındırıyor...” size="2">[5]
Evet, Türkiye kentleri böyle bir kronolojiden yoksunlar. Onlar
banliyöleşmeyi, çöküntüleşmeyi,
uydu-kentleşmeyi, varoşlaşmayı ve mutenalaş(tır)mayı eşzamanlı
olarak yaşıyorlar: “Taşlarının, topraklarının altın
olduğuna” uyanmış müthiş açgözlü bir
‘kent yağmacıları’ takımı sayesinde: rantiyeler,
büyük kentlerin saçaklarını kemiren TOKİ
bürokratları, yerli-yabancı spekülatörler, mortgage
dahileri, “sınır tanımayan” müteahhitler, yerel
yöneticiler, kentsel arazilerden beslenen doymak bilmez şirketler,
‘mega-kent’ meftunları, 2-B kapsamına alınarak kelleştirilen
ormanlık alanlara kondurulmuş lüks villaların kuyrukta bekleyen
müşterileri, kent silüetlerini delik deşik eden
“Tower”ların emlakçıları…
Sırtıpekler şehirlerimizin eteklerinde yükselen
“süper-lüks” uydukentlerle
“mutenalaştırılan” merkezler arasında köşe kapmaca
oynarken, olan yurt belledikleri kentlerde insanca yaşamaktan başka bir
arzusu olmayan baldırıçıplaklara oluyor.
Kentlerde insanca yaşayabilmek: çöplerin dağlar hâlinde
yığılmadığı, yağmurun ilk damlalarıyla derelere dönüşmeyen
sokaklarda düzayak yürüyebilmek… köşe başındaki
manavla akşamki maç üzerine ayaküstü sohbet
edebilmek… piyangocu teyzenin damadından hâlâ
şikayetçi olup olmadığını öğrenmek için tatlı bir
dedikoduya dalabilmek… toplu taşıma araçlarında balık
istifi olmaksızın menziline ulaşabilmek… geceleri iyi
aydınlatılmış caddelerinde, sokaklarında içi ürpermeden
dolaşmak… aldığın ekmeğin sağlıklı koşullarda
üretildiğinden, balığın taze olduğundan emin olmak…
çocukların güvenle eğlenebileceği çocuk
bahçeleri, gençlerin sosyalleşebileceği, sanat/zanaat
öğrenebileceği kültür evlerinden… düzenli
sağlık taramalarının yapıldığı sağlık ocaklarından
yararlanabilmek… karbonmonoksitsiz bir havayı solumak…
mütevazi bir bütçeyle temel ihtiyaçlarının
karşılanabileceğini bilmenin güveniyle yaşayabilmek… Kentleri
sermaye/rant-merkezli değil, insan/toplum-merkezli mekânlara
dönüştürebilmek…
“Dönüştürülen kentler”, biz sıradan
insanların, biz dar gelirlilerin, biz baldırıçıplakların, temiz
hava, sağlıklı ekmek, ucuz ulaşım, insanca yaşam özlemlerini
greyderler, buldozerler altında paralıyor… onları birbiri ardı
sıra dikilen yüzme havuzlu, saunalı, lüks restoranlı,
yürüyüş parkurlu, AVM’li, güvenlik kameralı,
özel korumalı konforlu uydu kentlerin; şık kafeli, gökdelenli,
Arnavut kaldırımlı, sanat merkezli, butik-otelli, iş merkezli
muteberleştirilmiş kent merkezlerinin orta-üst sınıf mensubu
tüketicilerinin kışkırtılmış arzularına peşkeş çekmek
üzere…
Kentlerde son yıllarda zincirinden boşanan neo-liberal talana karşı
mücadele, artık yalnız yaşam alanlarımızı değil,
yaşamlarımızı geri kazanma mücadelesine
dönüşmüştür. Hayatlarımızda
sömürgeleştirilmemiş bir avuç alan bırakmamaya yeminli
kapitalizme karşı, insan olmayı, insan kalabilmeyi savunma
mücadelesi.
Çünkü “biz baldırı çıplaklar hak ediyoruz
bunu…”
19 Ekim 2010 18:33:50, Ankara.
N O T L A R
[*] Esmer, No: 66, 1
Kasım 2010…
[1] David Harvey.
[2] Esra
Açıkgöz, “Metropol Sürgünleri”,
Cumhuriyet Pazar, No:1242,
10 Ocak 2010, s.4.
[3] Bilgi
Üniversitesi Mimarî Tasarım Bölümü başkanı Prof.
Dr. İhsan Bilgin diyor ki: “Çarpıcı bir rakamla başlayalım:
Bugün İstanbul’da 2 milyon civarında bina olduğu tahmin
ediliyor. Bunların sadece 5 ila 10 bini 50 yaşından daha yaşlı!
İstanbul’un 2500 yıllık tarihinden bahsediyoruz, ama öyle bir
60 yıl yaşamışız ki, geride fiziki olarak bazı izler, anıtlar ve
tesadüfen ayakta kalan yapılar dışında pek bir şey
kalmamış.” (İhsan Bilgin, Aysim Türkmen, “İhsan
Bilgin’le ‘Kentsel Dönüşüm’e Dair Bir
Söyleşi”, Radikal size="2">, 14 Ağustos 2009, s.15.)
[4] size="2">Halil Turhanlı, “Kent Mekânını Yeniden
Örgütlemek”, Radikal size="2">, 28 Mart 2008, s.13.
[5] size="2">Evren Tok, “Neo-Liberal Kentleşme”, size="2">Radikal İki, 27 Nisan 2008,
s.8.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder