5 Kasım 2010 Cuma

Görev; Allah'ı Yeryüzüne İndirmek

Görev; Allah'ı Yeryüzüne
İndirmek

Ayrıntı Yayınları, İstanbul Kitap Fuarı'nda 'Sol
ve Din' ilişkisini masaya yatırdı. Tanıl Bora, Sırrı Süreyya
Önder ve Burhan Sönmez'in konuşmacı olarak katıldığı
"Sol ve Din Tartışması: Ağzı Açık Kuyu"
söyleşisi büyük bir ilgi gördü. Kitap Fuarı'nın
en büyük salonu tamamıyla doldu.

ŞEYLERDEN DEĞİL, İNSANLARDAN BAHSETMEK

Tanıl Bora, konuşmasında, Hikmet Kıvılcımlı'nın meşhur Eyüp
Sultan konuşmasına ve Menemen hadisesi analizlerine dikkat çekti.
Bora, Kıvılcımlı'nın Eyüp Sultan'da Vatan Partisi adına dini
referanslarla yaptığı konuşmayı hatırlattı, "İslamın
bütün değerin kaynağını emekte gördüğünü,
Hz. Muhammed'in son peygamber olmasının insanların artık kanunlarını
kendilerinin yapacağı anlamına geldiğini" ifade ettiğini
anlattı.

Bora, Kıvılcımlı'nın, Menemen hadisesini ise çok
önemsemediğini, bir kalkışma olarak görmediğini, hatta
'olaycık' olarak adlandırdığını ifade etti, "İrticai
kalkışmanın dışında, Menemen'de kara irticadan başka bir şey
görmeye çalışır. İnsanlar nasıl olup böyle bir şeye
kalkışmıştır ve burada din nasıl kaldıraçtır, bir
referanstır" dedi.

Tanıl Bora, konuşmasında, Alman Marksist filozof Ernest Bloch'a da
dikkat çekerek, şöyle konuştu: "Çok ünlü
bir paradoksu var. Diyor ki 'ancak iyi bir ateist iyi bir Hristiyan olabilir
ve tersi, ancak iyi bir Hristiyan iyi bir ateist olabilir.' Bu paradoksla
ortaya koymaya çalıştığı şey; dinle, dini düşünceyle
ve inanışın dünyası ile Marksizm ve ateizmin arasında sanıldığı
kadar büyük bir zıtlık olmadığı, ikisinin birbirinden
beslenen, bir birine diyalektik bir ilişki içinde olan kutuplar
olduğu."

Bora, Bloch'un İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Nazi felaketinin
geçmesinden sonra Alman komünistlerinin Naziler'e karşı
mücadelede halka hitap ederken dine yaklaşımları konusundaki
hataları üzerinde durduğunu ve yanlış ateizm politikasının
komünistlerin halkı kaybetmesinde çok önemli bir rol
oynadığını düşündüğünü ifade etti. Bora,
Bloch'la ilgili anlatımlarını şöyle sürdürdü:

"İnsanlara parti Çincesiyle, yani o Marksist jargonla, kitabi
soğuk metalik dille hitap etmek yerine özellikle kırda bazı
komünist ajitatörler vardı ki, Thomas Müntzer'in 400-500 yıl
önceki köylü ayaklanmalarının masallarıyla, o hikmetli
diliyle konuşuyorlar ve onlar insanları kazanmayı bildiler diyor. Naziler
diyor, tamamıyla yalan söylüyorlardı, ama insanlara hitap
ediyorlardı; komünistlerin bütün söyledikleri hakikatti,
ama insanlardan değil, şeylerden bahsediyorlardı, maddi şeylerden...

Bloch, Ortaçağ'da kiliseye karşı çıkan o zamanın
zındık bilgelerinden birisinin 'İnsanların ruhunu kurtarmak kolaydır ama
karnını doyurmak zordur' sözünü hatırlattı ve 'Sosyalizmde
bizim meselemiz şu olacak; insanların karnını doyurmak kolay, ruhlarını
kurtarmak zordur' diyordu. Bloch, dolayısıyla Marksizmle din arasında
zorunlu bir alışverişi gerekli görüyor."

Karl Marks'ın "Ateizm, dinin aşılmasıyla hümanizme varan
yoldur" sözünü de hatırlatan Tanıl Bora, buradaki
'aşma'nın "bir kenara veya arkaya bırakmak değil; koruyarak,
kazanımlarını içerip geliştirerek aşmak" anlama geldiğini
ifade etti. Bora, Bloch'un, "Marksizm kendini vurgler Marksizmden
ayırıp sahici Marksizm olacaksa insanların bu yabancılaşmayla ilgili,
ruhsal kurtuluşla ilgili, özgürleşmenin derin bilinciyle ilgili
bir mesaj vererek, bunu önüne ciddi bir mesele olarak koyarak"
yapılabileceği fikrini savunduğunu kaydetti.

Çok kabaca aktardığı bu görüşleri tartışılabilecek
görüşler olarak tanımlayan Bora, "Buradaki ilgi, buradaki
merak önemli. Mesela Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı Eyüp Sultan'da o
insanlara hitap etmeye iten heyecan ve arayış önemli. Onun Menemen'de
başka bir şey görmeye çalışması önemli. Oradaki dini
hareketin, dini saiklerin ardını okuması önemli bence" dedi.

'DİN KÖTÜDÜR' MARKS'A ATFEDİLEMEZ

Burhan Sönmez, din ve sol tartışmasına Latin Amerika'dan
örnekler verdi. Brezilya'da, Batı Brezilya Piskoposlar Birliği'nin
'Kilisenin Çığlığı' adlı bir metin yayınladığını
hatırlatan Sönmez, şöyle konuştu: "Orada Deccal tarifi
yeniden yapılıyor. Deniyor ki, 'en büyük kötülük
insanın insana zulmüdür, insanın ruhunun ve canın daha
hayattayken alınmasıdır. İnsanın canını ve ruhunu bugün alan şey
kapitalizmdir.' Ondan sonra kapitalizmin tarifini yapar; 'bütün
ağaçları, kökleri kurutan zehirdir. Öyleyse gerçek
bir Hristiyan'ın bugünkü görevi kapitalizme karşı
mücadele etmektir.'"

Sönmez, Marks'ın meşhur 'din afyondur' sözünü de
hatırlatarak, konuşmasını şöyle sürdürdü: "'Din
afyondur' ifadesini kullandığı paragrafta, din ile ilgili söylediği
sözler şöyledir: 'Din aynı zamanda gerçek ızdırabın bir
ifadesi ve bu ızdırabın bir protestosu. Din halkın afyonudur.' Şimdi
ikisi bir arada alınmayınca gerçekliğin tek yüzü
görülüyor. Marks'ın, dinin aynı zamanda bir protesto
olabileceği, ruhsuz bir dünyanın ruhu haline gelebileceği ifadesi
bize bu meseleyi çok daha rahat algılamamıza imkan verecek bir
yöntem sunuyor. Marks'ın bu yaklaşımını Engels'in de
sürdürdüğünü ifade eden Sönmez, "O zaman
solla ilgili genel yargı dinin her zaman kötü ve gerici olduğu
gibi genel kabul, aslında Marks ve Engels'e atfedilemeyecek bir
önyargıdır" dedi.

Sönmez, Hristiyanlık gibi İslam'ın tek bir okuması olmadığını
dile getirerek, "Muhammed'in ölümünün hemen ertesi
günü ilk ayrılık başlamıştır. Nedenleri farklı temellere
dayandırılabilir ama daha sonra Hz. Ali ve emiri süreçleri ile
beraber işin içinde toplumsal, sosyal, sınıfsal nedenleri olduğu
aşikar bir şekilde görülür. Günümüze
geldiğimizde İslam toplumları içinde özellikle İran'da Ali
Şeriati, Sudan'da Mahmud Taha gibi din alimlerinin, sosyalist bir din yorumu
üzerine geliştirdikleri çizgi ve egemenlere karşı
mücadele ederek dini egemenlerin boyunduruğundan kurtarmaya
dönük çabaları özelikle 20. yüzyılda İslami
gelenek içinde çok farklı bir çizgi geliştirmeye
başladı" diye konuştu.

Gramsci ve Rosa Lüksemburg'un da din ile ilgili 'din
kötüdür, gericidir, bir kuyuya atıp ağzını kapatalım'
gibi bir yaklaşımı olmadığına dikkat çeken Sönmez, bu genel
eğilimin aslında Avrupa'nın burjuva radikal filozoflara ait olduğunu
ifade etti. Sönmez, Gramsci ve Lüksemburg ile ilgili şöyle
konuştu:

"Gramsci dini bir ütopya ile bütünleştirir ve bunun
her şeyin üstündeki en devasa ütopya olduğunu söyler.
İkinci aşamada dinin aslında sosyal hayatın bir yansıması, sosyal
hayattaki çatışmaların, gerçek hayattaki meselelerin
mitolojik ve ilahi bir dille ifade edilmesi olduğunu ortaya koyar. Ondan
sonra insan ve tanrının duasının aslında aynı olduğunu vurgular. Son
olarak da 'bir din yoktur çok din vardır' der. Bir din hangi
toplumsal kesimlerin elindeyse ona göre ifade bulur, zenginin elindeyse
zenginlerin dini, fakirlerin elindeyse fakirlerin dini olduğunu
söyler.

Rosa Lüksemburg'un 1905'de Polonya'da yazdığı 'Kilise ve
Sosyalizm' başlıklı bir metin var. O metni, işçi hareketlerinin
yükseldiği, Çarlığa karşı mücadele ettiği ve kilisenin
ileri gelenlerinin ise Çarlığı desteklediği, işçileri ve
sosyalistleri aşağılayan bir kampanyanın parçası olduğu bir
dönemde yazar. Rosa o metinde 'siz din adamasısınız, din ise
gericiliktir. Zaten layık olduğunuz yerdesiniz' demiyor. Hristiyan din
adamlarının, Hristiyanlığın özüne ihanet ettiğini
söyleyerek kendi tarihleriyle yüz yüze getiriyor."

Bu örnekler üzerinden Sönmez sözlerini şöyle
noktaladı: "Marks, Engels, Gramsci, Rosa Lüksemburg, Ernest Bloch,
Dr. Kıvılcımlı, Latin Amerika'daki kurtuluş teologları, Ali Şeriati
bütün isimlere baktığımızda dine bakışta hem Hristiyanlık,
hem İslam esas alınabilir, genel sol bir bakışın mümkün
olabildiği, sadece mümkün değil tarih içinde
karşılığını da bulduğuna dair eksik bir kanaat ve buna dair bir teorik
kesinlik mevcut görünmüyor. Öyle olunca sol ve din
tartışması bugün kolayca üzerinden atlanacak, hakkıyla ele
alınmayı gerektiren, zerafetle incelemeyi gerektiren bir ağ olarak
önümüzde duruyor. Bu konudaki sohbetler, yazılar,
tartışmalar eminim önümüzdeki dönemde çok daha
derinleşerek devam edecek."

SOL TİPİK BİR DİNDAR REFLEKSİ GÖSTERİYOR

"Hz. Muhammed'in ölümünden 10-15 gün önce
başlayarak ölümünü takip eden bir ay içinde Arap
yarımadasının 3'te 2'si dinden (Müslümanlıktan) çıktı.
İtiraz ettikleri bir tek şey vardı. Allah'ın varlığına birliğine,
Muhammed'in onun elçisi olduğunu falan tartışmıyorlardı. Zekatı
kaldırın gelelim diyorlardı. Bunu ben uydurmuyorum, işte İslam tarihinde
çok açık bir şeydir. Meselenin özü sınıfsal. Bu
açıdan bakılmayan bütün bakışlar biraz sıkıntılı
olabilir."

Sırrı Süreyya Önder, bu örnekle başladı konuşmasına.
Babasının Adıyaman'ın 2-3 komünistinden biri, dayısının ise hem
Adıyaman'ın hem bölgenin en önemli Nur şakirtlerinden birisi
olduğunu belirterek sürdürdü. "Hayatım şöyle
geçti; ya babam cezaevindeydi ya dayım cezaevindeydi ya da ikisi
birden cezaevindeydi. İkisinin birden dışarıda olduğu bir dönem
hiç olmadı" dedi. Medrese eğitimi
gördüğünü ve ortalama bir teolog kadar din bilgisi
olduğunu ifade eden Önder, ekledi: "Bu ilgimi de hiç
kesmedim. Ama ilişkimi 13-14 yaşında babamın kitapları ile tanışınca
ilki Orhan Kemal'in 'Bereketli Topraklar Üzerine' idi, Orhan Kemal
okuyunca ilişkimi kestim ve hayatımı bir sosyalist olarak tanzim ettim
bundan sonra."

Sırrı Süreyya Önder, Solun din tartışmalarında mümin
Ortodoksisi gördüğünü dile getirerek, "İman
perdesine giren şeyler son tahlilde bir ittikat meselesidir" dedi ve
ekledi: "Ben böyle inanıyorum diyen bir insana söyleyecek
elinizde çok da fazla bir argüman yoktur, ondan sonrası kendi
gayretiniz, tarz-ı hayatınız ve önereceğiniz dini bir
dünyadır. Bunun bir müminde olmasında hiçbir beyis yok.
Ama bilimsel Marksizmi referans alan bir insan ya da bazı arkadaşlar bu
mesele söz konusu olduğunda bir mümin imanından çok daha
fazla bir imanla bu tartışmaların yapılmasına bile
tahammülsüzlük gösteriyorlar. Bu konuda bir kestirip
atma, tipik bir dindar refleksi ile davranmayı seçiyorlar."

Solun bu toprakların çok büyük bir inanç
haritasını teşkil eden İslamı kaynaklarından okumak, dinlemek konusunda
oldukça tembel olduğunu söyleyen Önder, gelinen noktaya
bakıldığında bunun bir hayrı olmadığını kaydetti.

İslam'ın masumiyetini Kerbela'da yitirdiğini belirten ve "Kerbela
İslam'ın yoksul edenden alınıp zenginin insafına terk edildiği
yerdir" tespitinde bulunan Önder, "Meseleye sınıfsal
bakmayı başta konuşmuştuk. Başka hiçbir saik bir peygamber
torununun bütün efradı, ailesi ve ehlibeytini katletmeyi maruz,
meşru ya da izah edilebilir gösteremez. Bu İslam tarihinde Halife
Osman ile başlamıştır. Osman ilk defa fethedilen ya da istila edilen
savaşta kazanılan toprakların özelleştirilmesine cevaz
etmiştir" dedi.

Sırrı Süreyya Önder, Kuran'ı başlı başına iniş
sırasına göre okumanın çok öğretici olduğunu ifade
ederek, şöyle devam etti: "İlk 23 surenin inmesi 3-3,5 yıl
sürmüştür. Bu sürede gelen şeyde ne Hristiyanlık
anılır, ne Yahudilik anılır, ne putlardan bahsedilir. İtiraz edilen,
neredeyse lanetle anılan şey Mekke'deki bahçe sahipleridir.
Bugünün kavramlarına teşmil edecek olursak tröstlerdir. İlk
Mekke'de artık yaşanamaz durumuna geldiğinde Medine'ye hicret edildiğinde
Peygamber'in yaptığı ilk iş bahçe sınırlarını ortadan
kaldırmak ve bir komün hayatı kurmak olmuştur. Yani 3-3,5 yıl bu din
sadece oradaki zenginlere öfkesini beyan etmiş, yoksulun hakkını
savunmuştur. Bu damarla biz bir ilişki kuramazsak başka kimse kuramaz.
Çünkü dinler yapısı gereği tarihin her döneminde
egemenlerin bir baskı ve tahakküm aracına
dönüşmüşlerdir."

Ebuzer Gaffari'yi anan Önder, Gaffari işçi şunları
söyledi: "Kamuya ait olan bu şeyden kursağına bir lokma kişisel
anlamda almayı şiddetle reddetmiş, alanları da küfre düşmekle
suçlamış ve bu konuda Reveze Çölü'ne
sürülmüş Osman tarafından. Orada ölüm
döşeğindeyken çocukları açlıktan
ölmüştür. Telaş eden karısı seni saracak bir kefenimiz
bile yok dediğinde gelip geçen kervancıları çağırırsın
kursağından Osman'ın parası girmemiş olan birinden bunu kabul et
demiştir."

Önder, şöyle devam etti: "Bizim bu damardan alacağımız
İslamın bu zenginlerin ya da egemenlerin eline geçip pratikte
oyuncağı olması, istedikleri gibi maniple edilebilir bir hale
dönüşmesi, sömürünün zulmün bir aracına
dönüştürülmesi meselesinde en söyleyecek
sözü olanlar bizleriz. Fakat bu konuda bir anlaşılmaz kibir ve
tuhaf bir mesafe bırakmayı seçmişiz.

İslam'ı, İslam'ın tarihine özellikle bu sınıfsal egemenliklerin
arasındaki gidiş gelişleri, dönüşümlerini ve
kırılmalarını yakinen bilmekle mükellefiz eğer bu coğrafyada daha
iyi bir dünya mümküne dair bir cümle kuracaksak, hatta
buna zorunluyuz."

Hasan Hanifi'nin 'bezirgan insanlar Allah'ı gökyüzünde
tutarlar bizim görevimiz onu yere indirmektir' dediğine dikkat
çeken Sırrı Süreyya Önder, sözlerini şöyle
noktaladı:

"Sömürü aracı olarak kullanmak isteyenlerin genel
tavrı Allah'ı gökyüzünde tutmak, bin bir bilinmezle bezemek.
Oysa kutsal kaynaklarda bu kadar söylendiği kadar bilinmezlik
içinde değildir ve farklı içtihatlara göre çok
uzun sürecek tartışmalar bu dünyaya dair bütün
koordinatlar vaaz edilmiştir denir. Sınıfsal açıdan
baktığımızda bütün bu tarihsel gelişim kırılma noktaları
çok nettir, dinlerin tarihi de yoksullarla zenginlerin
mücadelesinin tarihidir ve bu kapışmalardan ibarettir. Zenginlerin
bunu da kendi egemenlikleri altına alıp sömürülerinin bir
arcı olarak kullanmaya dönüktür."

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder