14 Haziran 2010 Pazartesi

"Bizim" Şiirin Şairleri

"Bizim" Şiirin
Şairleri

TEMEL DEMİRER

 
"Şiir yazanın değil,
ona ihtiyacı olanındır."[1]
 
"Bizim" şiirin şairlerinden söz etmek
istiyorum…
"Bütün imgeleri insanı çözümlemeye,
'ben'i bulmaya yönelik"[2] Edip
Cansever'in dizelerinden; Turgay Fişekçi'nin,
"Gözlemci şairdir" dediği Refik Durbaş'a…
Onun 'Çırak Aranıyor'daki büyük, duyarlı, bir
sınıfın acılarını, rüyalarını anlatan "Onlar ki
yüreklerinden başka/ öderler rüşvetini her şeyin/
acılarından, umutlarından başka/ aşkın, alınterinin ve emeğin,"
dizelerindeki insanların şiirine...
Ya da "Elimden gelen bu/ İnandığım sevdiğim hâlbuki ne
kadar/ Benim ateşe attığım üç odun/ Merhaba yarınlar,"
dizelerindeki Arif Damar'a…
Veya Sürgünlüğü ömrünün sonuna dek
süren Ece Ayhan'a…
Ki hakkında Yıldırım Türker'in deyişiyle;
"Külyutmaz bir Cumhuriyet arkeologudur aynı zamanda.
Hiçbir yere tutunmuşluğu yoktur. Beyefendilerden sayılmaması bu
sebepledir. Şiirleri karatahtaya gelmez. Okullarda okutulmaz.
Yılsonu müsamerelerine çıkarılmayan, tüzüklerle
çarpışarak büyüyen, anası adıyla çalışan ermiş
Sirkeci kadınlarından olan, orta ikiden ayrılan çocukların
şiirini yazar, o.
'Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ Bir
teneffüs daha yaşasaydı/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk
gömülüdür/ Devlet dersinde
öldürülmüştür.'
Bir söyleşide, 'Devlet dersi Türkiye'de
seçmeli değil, sorunlu bir derstir. Bu dersin öğretmenlerini
herkes biliyor, geçmişte ve günümüzde'
demişliği vardır…
Ece Ayhan, döneminde Cumhuriyet'e hiç
borçlanmamış yegâne şairdir… Onun şiiri kara bir
yeraltı şiiridir. Kendisi de mülkten hiç nasibini almamış,
bir tuhaf ademdi. Şiirine çok benzerdi," [3]
denilmiştir.
"Bizim" şiirin şairleri… Ya da şairlerin
şiiri… dedim…
 "biliyorum/ matarada su/ torbada ekmek/ ve kemerde kurşun
değil şiir/ ama yine de matarasında su/ torbasında ekmek/ ve kemerinde
kurşun kalmamışları/ ayakta tutabilir," derdi Hasan Hüseyin
Korkmazgil, şiirin ne olduğunu ya da bugünlerde ne olması
gerektiğini anlatırcasına…
Bizim şiirimiz, ayakta tutandır; ayaklandırandır; unutmayan,
hatırlatandır…
 
CEMAL SÜREYA
 
Refik Durbaş'ın, "Şiirinin uçurumunda açan
kır çiçeği... Dünya göçebesi... Şapkası
her zaman çiçekle dolu Anka kuşu..." diye betimlediği
Dersimli Cemal Süreya da, unutmayan/ hatırlatanlardandı…
Şiirindeki müthiş ihtişamın, parlak dizelerin ardında
köklü bir acı ve tragedya vardı…
Cemal Süreya, "şairin hayatı şiire dahil" derken
kendi hayatıyla ilgili belki de en isabetli tanımlamayı yapmıştır. O
"şiir dolu hayat"ın başladığı yer Dersim'dir.
Süreya'nın ailesi 1938 Dersim sürgünüdür.
Onun hayatı ve şiiri bir yönüyle de Dersim'e
dahildir.
1931 Erzincan doğumlu Cemal Süreya, sürgün gecesini
dizelere şöyle döker: "Bir yük vagonunda açtım
gözlerimi./ Bizi bir kamyona doldurdular./ Tüfekli iki erin
nezaretinde./ Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular./ Günlerce
yolculuktan sonra bir köye attılar./Tarih öncesi köpekler
havlıyordu./Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar,
polisler./ Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor
belki./ Annem sürgünde öldü, babam sürgünde
öldü."
Can Yayınları'ndan çıkan 'Cemal Süreya
Biyografisi' şairin yaşamındaki sürgünü de
gözler önüne seren bir çalışmadır. Cemal
Süreya, o yıllarını ve bir anlamda da bütün
ömrünü sürgün çocuğu olarak yaşadı. Bir
gece yarısı ailesiyle birlikte Bilecik tren istasyonuna indirilmişti.
Nereye gideceklerini bilmeden vagonlara yüklenmişlerdi.
Çaresizdiler. Bilecikliler onlara sahip çıktılar. Yemekler
getirdiler. 20 yıl Bilecik dışına çıkmaları yasaktı.
Küçük Cemal, amcası Memo'nun yaşadığı
İstanbul'a gidip orada okumak istedi. İlkokula İstanbul'un
Cihangir semtinde başladı. Babası da kız kardeşlerini alarak
İstanbul'a çalışmaya geldi. "Sürgün"
kararı peşlerindeydi. Evleri polis tarafından basıldı. Dönemin
işkenceleriyle ünlü İstanbul'un Sansaryan Hanı'nda
gözaltına alınıp ailecek yeniden "paket hâlinde"
Bilecik'e geri gönderildiler.
"Tahta sıranın üzerinde uyumuştuk. Kadınlar kavga
çıkarmışlardı. Ertesi gün jandarma refakatinde
sürgün yurdumuz olan Bilecik'e posta edildik. Ben kaç
yaşındaydım? On birin içinde."
Annesi de babası da sürgünde öldüler. Şöyle
anlatır sürgün olmanın acısını, şiirindeki yerini:
"Gülümsemeyle hüzün yan yana gider benim
şiirimde… Özgürlük ve kendine güven durumu beni
hep lirizme, sıkıntı ve bunalım ise hep humor'a atmış.
"Küfürden kaçma girişiminin yarattığı bir
şeydir belki de bende humor. Çocukluk günlerimi
düşündüğümde, böyle bir olay vardı gibi geliyor.
Bir şeyi aşağılanmaktan kurtarma. İşi şakaya vurma."
Kürt olmanın, sürgün olmanın acısını hep
içinde taşımıştı. "Bir gün okulda arkadaşlarından
biriyle kavga eder, küsüşürler. Araya kim girse
barıştıramaz Cemalettin'i. Sınıfta tam bir kargaşa. Birden
öğretmenin sesini duyar 'Kürt damarı tuttu.' Olan
olmuştur. Başını önüne eğer. Demek herkes biliyor!... Başka
bir gün oğlanın biri arkasından 'Sümüklü
Kürt' diye bağırınca dayanamaz artık. Koşa koşa eve gider,
çantayı bir yana fırlatır, odaya kapanır, bütün gün
ağlar."[4]
Cemal Süreya büyük şairdi; aşkın ve hüznün
şairiydi…
Evet, evet "Cemal Süreya'nın yaşadıkları
şiirlerinde gizlidir hep, usul usul yol alır. Kimsesiz bağlaçlarla
birbirine bağlanır, kimi zaman bir Üvercinka olur kimi zaman
Afrika'ya uzanır, babaları ölmüş bütün
çocukların sözcüsü olur, hesap sorar gibi yazar.
"Sizin hiç babanız öldü mü benim bir kere
öldü, kör oldum" diyerek anlatır bunu, bütün
körleşmiş çocukların şiir
babasıdır…"[5]
"Jandarma daima nesirde kalacaktır/ Eşkıyalar silahlarını
çapraz astıkça türkülerine," diyen O;
"Dünya göçebesi, firesiz bir
şair"di…[6]
Kolay mı "Firesiz şair" olmak? "Her şairde fire
olur; istekten, denemekten, uçmaktan fire verir şairler, en fazla da
dilin buyurgan kalıplarını eğip büküp insan olarak
ölebilmenin hâllerini araştırırken. Cemal ise firesiz
şairdir…"[7]
Onun için Doğan Hızlan da, seçme yazılarından oluşan
kitabına yazdığı sunuşta şöyle der: "Bana, Cemal
Süreya'nın biyografisini tek cümleyle yaz deseler, şu
cümleyle yetinirdim: Paris'ten getirdiği Chevrolet arabayı
satıp ev alacağına Papirüs dergisini çıkaran
adam..."[8]
Gerçekten de 'Papirüs'u çıkarmak
için arabasını satacak kadar sahiciydi O…
Cemal Süreya için Ülkü Tamer'in yazdıkları
en az şiirleri kadar meşhurdur… "Tanrı bin birinci gece
şairi yarattı, bin ikinci gece Cemal'i... Bin
üçüncü gece şiir okudu Tanrı, başa döndü
sonra, kadını yeniden yarattı."
Aşk gibi sürgünle de erken tanışır, 1938 Dersim isyanında
ailesiyle Bilecik'e yollanan Cemal Süreya, sürgün
edilirken tarih öncesinden havlayan köpeklerin seslerini duyumsayan
yalnızlığıyla, Dostoyevski okurken, hislerini şiirlere mektuplara
nakşeder…
Çağdaş şiirin ilginç kişiliklerinden birisi olan Cemal
Süreya, 9 Ocak 1990'da öldüğünde daha elli dokuz
yaşındaydı. Garip bir rastlantı ama kuşağının öteki önemli
şairleri Edip Cansever, Turgut Uyar ve Metin Eloğlu gibi o da altmışına
bile ulaşamadan ayrılmıştı bu dünyadan…
Çoğu şair için "yüreğini yemek"tir
şiir yazmak. Belki de böylesi şiir dolu hayatlara, yürekler daha
fazla dayanamıyor.
Cemal Süreya, şairi tanımlarken "jest" kavramı
üzerinde özellikle durur. Ona göre şair, öteki
özelliklerinin yanında "jest"i olan biridir. Buradaki jest
sözcüğünü, kendine özgü davranış ve yaşam
özellikleri olan biçiminde algılamak gerekir. Kendisi de
imzasının çizgisel özelliklerinden başlayıp yaşam
biçimine dek böylesi renkli bir kişilikti.
Asıl şiirimize getirdiği yeniliklerdi elbet onu önemli kılan.
Ellili yıllarda İkinci Yeni olarak adlandırılan yenilikçi akım
içindeki şairlerin büyük bölümü karanlık
bir şiire dalmışlarken, o sanki dönemini aydınlatan şiirler yazdı.
"Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler,
dünyalar, ırmaklar vardır" sözünün
karşılığını dil ve anlatımıyla pırıl pırıl ışıldayan
şiirleriyle gösterdi.
Kendi sesini onun kadar erken bulabilmiş şair sayısı azdır. En
güzel şiirlerinden olduğuna inandığım "Güzelleme"
ve "Aşk" adlı şiirlerinin yazılış tarihleri
1954'tür. Yani yirmi üç yaşında, en güzel
şiirlerini yazabilmiş bir şair.
Cemal Süreya'nın bu denli başarılı bir şair olmasının
ardındaki temel neden ise çok açık: Elbet büyük
yeteneğinin yanı sıra yaptığı işi, yani şiirin ne olduğunu iyi
bilmek.
Şiir dilindeki parlaklığı, düzyazıda sürdürebilmesi
bir başka önemli yanıdır. Onun düzyazılarını ya da
çevirilerini okumak, aynı zamanda Türkçenin
güzelliklerini tatmanın da bir yoludur.
Cemal Süreya, yaşamı boyunca, şiirleri, yazıları,
dergiciliği, serüvenleriyle; adı Cemal Süreya olan efsane bir
şairi usul usul oluşturdu. Hayatının, "Üstü
kalsın" dizesiyle noktalanması da bu sürecin etkileyici
sonudur.
Evet Cemal Süreya'yı erken yitirdik...
Ölüm konusunda da çarpıcı sözler bırakmıştı
arkasında: "Ölüyorum tanrım/ Bu da oldu işte/ Her
ölüm erken ölümdür/ Biliyorum tanrım/ Ama, ayrıca,
aldığın şu hayat/ Fena değildir./ Üstü kalsın..."
Onun hayatı şiire ve Dersim'e dahildi…
 
CAN YÜCEL
 
"Şiir havalı bir tabancadır/ Kimseyi öldürmez/
Zehirli havayı arıtır/ Dünyayı değiştirmen pahasına da olsa./
Çünki ozon tabakası delindiyse eğer/ Önce ozan tabakası
delinmiştir de ondan" derdi Can (Yücel) Baba;
"Başkaldıran insan ya da çağdaş bir
ozan"[9] olarak şiir ve şair babında…
Ölümünün ardından Datça'daki evine
gelen ziyaretçi sayısının her yıl arttığını belirten eşi
Güler Yücel'in, "Onlarca yıl oldu, yıllar
geçtikçe yavaş yavaş unutulacağı sanılır değil mi?
Aksine ziyaretçi sayısı her sene artıyor. Her gün daha da
çoğalıyor Can Yücel" notunu düştüğü O;
muhalifti, sosyalistti, diyeceğini eğilip bükülmeden
söyleyen bir şairdi…
Evet "Şairi şair eden tılsım" vardı
Onda…[10]
"Can Yücel'in şiiri, güncel olanın tarihsel de
olabileceğinin hem lirik, hem ironik, hem de diyalektik bir göstergesi,
örneğidir. Can Yücel, ironik olarak Metin Eloğlu'nun
yanında, politik olarak Nâzım Hikmet'in safındadır, ama
güncelin tarihsel önemini kavrayışı ve şiirleştirmesi
bakımından Nâzım Hikmet'e en yakın
isimdir…"[11]
"Mal Beyanı"nında; "Sevenlerin kalbinde kurulmuş
bir taht/ Bi sürü saç sakal, kil, tüy, yün/
Üç ayrı parkta üç ayrı belediyeye ait
üç ayrı banka reklamlı bank/ Bi ayakkabı çekeceği/
İki büyük taş kütlesi/ Bir adet ağaç gölgesi/
Üç kuş kanadı sesi/ Bi sürü kedi köpek/ Bi
Marmara denizi" olduğundan söz eden Can Yücel,
"Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama/ Yarım saat erkene
kurulsun saatin./ Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye
sevin…/ Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes
al derin derin.../ Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka
yüzünü serin serin.../ /
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun.../
Saklama tabakları, bardakları misafire/ Sizden ala misafir mi var bu
dünyada/ Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil,/ vazife
yapar gibi hiç değil,/ Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete
lezzet katar gibi,/ eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var
akşamının…/ Gece evinde, dostların olsun/ Sohbetin yemeğin,
kahkahan olsun…" diye haykırırdı, hepimize bir ders daha
verirken "Sabah Uyanır Uyanmaz Yataktan Fırlama" başlıklı
dizelerinde…
"Ben hayatta en çok babamı sevdim" diyen Can
(Yücel) Babanın kızı Güzel, Ona şöyle sesleniyordu:
"Sevgisi ve öfkesi bol olan bir adamdın. Hümanizmayı sadece
insan sevmek diye algılamazdın. 'Sevilmeyecek herifler de var'
derdin. Bu yüzden de içindekini, kafandakini en yalın
biçimiyle söylediğin için sevildin ve giderek artan bir
biçimde sevilmeye devam ediyorsun. Yazdığı gibi yaşayan ve
yaşadığını yazandın…"
 
BEHÇET AYSAN
 
Sivas'ta yakılan 37 meşaleden biriydi O…
Dr. Behçet Aysan, 1949 yılında Ankara'da doğdu. 1993
yılında Sivas'ta yakıldı.
Selimiye Askeri Ortaokulu'nda, Kuleli Askeri Lisesi'nde
okudu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne askeri
öğrenci olarak girdi. 12 Mart döneminde ara vermek zorunda kaldı.
Mezun olduktan sonra psikiyatri ihtisasını Ankara'da tamamlayarak SSK
Dispanseri'nde doktorluk yaptı.
Ataol Behramoğlu, şair Behçet Aysan'ın şiir
dünyasını şöyle anlatır:
"İncelikli bir şiir... Duygu yoğunluğuyla, düşünce
enginliğiyle, etik duruşuyla Behçet Aysan'ın şiirlerinde
-tıpkı Metin Altıok'un şiirinde de olduğu gibi- XX. yüzyıl
Türk şiirinin özellikle lirik birikiminin, aynı zamanda imgeci
şiir anlayışı ile '60'lı yıllar toplumcu şiirinin
özgün sentezini buluruz…"
'Beyaz Bir Gemidir' şiiri, belki de Onun yaşadıklarının
özetiydi; şöyleydi birkaç dizesi şiirinin: "Sen bu
şiiri okurken/ ben belki başka bir şehirde olurum./ Kötü
geçen bir güzü/ ve umutsuz bir aşkı anlatan./ /
Sönmüş yıldızlar gibidir/ yitik adreslere benzer/
ölüm/ yanık otlar gibi./ Sen bu şiiri okurken/ ben belki başka
bir şehirde ölürüm…"
Dediği gibi oldu; yer Sivas'tı…
 
CAHİT IRGAT
 
5 Haziran'dı Cahit Irgat (1916-1971) bizi terk edip
gittiğinde…
Onun aktör olduğunu bilen, hatırlayan var mı? Hem şair, hem de
başrol ve karakter oyuncusuydu...
Edebiyat serüveninde Cahit Saffet imzasını kullandı. 1935-1940
arasında hece ölçüsüyle yazdığı romantik
şiirlerden sonra toplumcu konulara yöneldi...
"İnsan Gibi/ Çok yakında bir gün/ Çok
yakında bir gün/
Ağır uykulardan uyanacaklar/ Zor kapıları açacaklar/ Yere
sağlam basacaklar/ Sevgiden sırılsıklam/ Yangınlanacak aşklar/
Çok yakında bir gün/
Çok yakında bir gün/ İnsanlar insan gibi yaşayacaklar./
En dar en karanlık sokaklar/ Çok yakında bir gün/
Çok yakında bir gün/ Bayramlaşıp ışıyacaklar/
Hürriyet giyecek aydınlık ayaklar," dizeleriyle Onu,
"öfkenin ve haklı isteklerin şairi" olarak tanımlardı
Şükran Kurdakul…
Kitapları 'Bu Şehrin Çocukları, Rüzgârlarım
Konuşuyor' (1947), 'Ortalık' (1952), 'Irgatın
Türküsü-Tüm Şiirleri' (1969) adıyla
yayımlandı…
 
CAHİT KÜLEBİ
 
Turgut Uyar, Cahit Külebi'nin şiirini bir
"vakıa" olarak değerlendirir ve bunun da açıklanamaz
olduğunu dile getirir. Dönemin şiir anlayışına göre, Onun
şiiri tanımlanabilir değildir; halk edebiyatının bir
sürprizidir.
Aslı sorulursa Cahit Külebi hep, yorumu gerektirmez sanılan
yalın bir şiirden yana oldu. Gündelik olayların akışı
içinde, sıradan insanların şiirini yazdı. Sevi ilişkilerine
değinirken de yaşanmış bir duyarlığın ozanı oldu.
Şiirde gösterişli imgeler, ölçü-uyak oyunları
arayanlar, eski sözcüklerin anı yükünden yararlanmayı
hüner sayanlar için, Külebi'nin şiirleri kolayca
yazılıvermiş izlenimi uyandırır. O yalın anlatımın arkasındaki
derinliğin ayrımına varamayanlar, yüzeysel bir şiir karşısında
olduklarını sanırlar. Eskilerin "sehl-i mümteni"
dedikleri bir "güç kolaylık"tır bu!
Cahit Külebi "Şiir Üstüne" diyor ki:
"Şiir, en eski sanatlardan biridir. Buna karşın, örneğin
müzik, resim, tiyatro gibi hemen bütün sanatların
öğreti kuralları bulunduğu hâlde, şiir yazmanın hiçbir
kuralı yoktur. Osmanlı edebiyatı döneminde vezin ve kafiye kitapları
vardı. Bugün geçersiz olan bu ilkel öğretinin o dönem
için bile şiirin kurallarını oluşturduğu söylenemez. Kaldı
ki, binlerce yıldan beri şiir sanatının yeterli bir tanımı
yapılamamıştır." Sıradan sözcükleri, Külebi gibi
usta bir ozanın dilinde yeni anlam yükleri kazanır.
Özetle Külebi'nin şiiri, kırla ilişkisi kalmamış
ama oradaki yoksulluğu unutamamıştır. Geride bıraktığı yer ile
hesaplaşan bir öznenin şiiridir
Cahit Külebi, yaşadığımız varlık sıkıntısını dile
getiren şiirin ilk yalın temsilcisidir. Türk şiirine
"kamyon" ve "kavun" kelimeleri onunla
girmiştir.
Külebi, yaygın olarak Hikâye şiirine indirgenerek
okunmuştur; son yıllarda ise İstanbul şiirinin öne
çıktığı görülmektedir; hakkında karar vermek söz
konusu olduğunda vazgeçilmeyen şiiri 'Tokat'a
Doğru' olmuştur…
Şöyledir 'Tokat'a Doğru' başlıklı şiirinin
finali: "Orada, derenin içinde/ İki üç
çırılçıplak/ alçacık damı
düşündükçe/ Gözlerim yaşarıyor, dön geri
bak."
Mehmet Kaplan'nın söylediği gibi; Külebi'nin
şiirlerinin çoğunda durmadan dolaşan tedirgin bir insan hâli
vardır. Anadolu halk şairlerinde görülen bir durumdur bu. Bu bir
âşıklık durumudur. Aşık, sürekli arama hâlinde olduğu
için, dolaşma durumundadır. Külebi'de âşıklık
ile şairlik aynı türdendir.
Külebi'nin şiirlerinde, temel hasleti aşk olan bir kişi
konuşur.
Ona sık sık Karacaoğlan benzetmesi de yapılmıştır. Aşık
edebiyatında gönlün şairi Karacaoğlan ise, modern Türk
şiirindeki şairi de Cahit Külebi'dir.
 
SAİT MADEN
 
"Hayata/ insana dair konuşur şair" diyen Sait
Maden'e göre, "Çağımızda söz'ün
büyüsü yok oldu, kutsallığı yitti. Binlerce yıllık bir
çaba sonunda ele geçirdiği nesneler evreninin bütün
köşe bucağını bir köstebek gibi durmadan kazarak, altüst
ederek orada varlığını daha çok kanıtlayabileceği yeni yollar,
yeni geçitler açmaya çalışan ve bu girişiminde
olağanüstü başarı gösteren 'us' için
söz kullanışsız bir araca döndü günümüzde.
Yalnız kimi ozanların işine yarıyor şimdilik. Ama yağı bitmiş,
ışık vermeyen bir lambadır…"
Ayrıksılığıyla "O, apayrı bir yerde durur..." der ve
ekler Onun hakkında Feridun Andaç: "Evet, 'saklı
su' gibidir şiiri... Dipte, en diptekini çıkarır yüzeye.
Tanımlar, deyişler, aktarmalar, söz biliciliği yapmaz... Okurken her
bir dizesini evrenin bir an durduğunu hissedersiniz. Şiirin Dip Sularında
adını vererek bir araya getirdiği yeni dönem şiirlerinde o yanını
görmek olası. Şairin sözü hep dile, hayata/ anlama dairdir.
Çünkü o dilin içinden konuşur. Belki de; 'Dil
düşüncenin aynasıdır,' sözü, onun şiirinin
dokusunu en iyi anlatandır…"
 
OKTAY RIFAT
 
"Ve dünya kadar nutuk/ Ve dünya kadar ferman/ Gene
köylümüzün elinde kara sapan/ Gene halkımız yarı
aç yarı tok/ Perişan," dizelerinin şairidir Oktay
Rifat…
Özgündür; yaratıcıdır…
Mayakovski, şairin, "kütükten kafaları
yonttuğunu", "dilin eğesiyle beyinleri
perdahladığını" söyler ya; Oktay Rifat da, o tür
şairlerdendir.
Cevat Çapan'ın 'Şiirin Aşınmaz Zamanının
İzinde' başlıklı yazısının belirttiği üzere, "Oktay
Rifat'ın şiir dünyasına girmek isteyen okuru yaratıcı bir
güç karşılar, onu elinden tutar ve uçsuz bucaksız
dünyada bin kılığa girerek dolaştırır."
Oktay Rifat'ın şiirini baştan sona okuyan, şairin, dilin ince
eğesini nasıl kullandığını, ince uçlu desen kalemlerinin ne işe
yaradığını da öğretir.
 
NÂZIM HİKMET
 
Onu, yine en iyi, kendi dizeleri anlatır: "Onun için;
başlayan biten, başlayan iş var…/ Sorgu soruş yok.../ Gidiş var./
Duruş yok.../ O milyonların milyonda biridir./ O bir sıra
neferidir..."
"Sarılıp yatmak mümkün değil bende/ senden kalan
hayale./ Hâlbuki sen orda, şehrimde gerçekten/ varsın etinle
kemiğinle/ ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın,/ kocaman
gözlerin gerçekten var/ ve bir âsi su gibi teslim oluşun
ve beyazlığın/ ki dokunamıyorum bile," dizelerindeki gibi
aşıktı, hüzne yabancı değildi, devrimciydi, umutluydu, hasılı
komünist bir sıra neferiydi, ozandı…
Bir şey daha: "Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım/ şu
kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile/ aldattım kadınlarımı/
konuşmadım arkasından dostlarımın," dizelerindeki üzere
Nâzım Hikmet insandır, insanın hasıdır…
Tıpkı "O bir efsane… bilmeyen yok" notunu
düşen Hıfzı Topuz'un naklettiği gibi, "Nâzım
Hikmet'in hayatında onu en çok etkileyen üç anıyı
kendisi ile paylaştığını söyleyen Topuz,
'Nâzım'ın anlattığı anılar beni de çok
etkiledi' diyerek bu anekdotlardan birini daha anlatmaya başladı: Bir
gün Nâzım, 'Bak, benim hayatımda unutamadığım 3
önemli anım var, onları sana anlatayım' dedi.
Anlatmaya başladı Nâzım: 'Birincisi, Moskova'ya ilk
gittiğim günlerde bir toplantıya katıldım. Yeni gelmişim, herkes
alkışlıyor beni, derken bir kadın geldi. Bana bir kâğıdın
içinde bir mektup verdi. Ben de aldım. Cebime koydum bakamadım
orada. Otele gittim, mektubu, zarfı açtım. Bir de baktım terden
biraz rutubetlenmiş bir kâğıt, içinden bir resim
çıktı, altında da şu yazı: 'Oğlum Stalingrad'ı
savunurken öldü. Bu bende kalan son resmi, bunu sana hediye
ediyorum.' Nasıl olur? Ölen oğlunun tek resmi kalmış, onu da
bana hediye ediyor. Sonra her gittiğim yerde bu kadın kimdir diye
soruşturdum ama bulamadım. Bu beni çok duygulandıran bir
olaydı' dedi.
Nâzım ikinci anısını anlatmaya başladı: 'Bir gün
bir mektup aldım, İtalya'da bir okuyucumdan, Nâzım ben bir
kızı seviyorum. Bir türlü anlatamıyorum, ben çekingen bir
insanım. Aşık olduğumu nasıl anlatsam diye düşünüyorum.
Bir gün kararımı verdim. Senin bir şiirini okudum, dinleyince
anladı. Ve seviştik, evlendik, şimdi karım oldu, senin sayende
oldu' demiş.
Üçüncüsünde ise Nâzım birinden bir
mektup almış, mektupta bir adam diyormuş ki: 'Benim gözlerim
görmüyor, intihar etmeye karar verdim. Hastanedeydim. Ve intihara
karar verdiğim gece hemşireler bana senin İtalya'da yeni basılmış
kitabından şiirleri okudular. Onları dinleyince intihara karar
verdiğimden utandım. Beni ölümden kurtardın. Senin sayende
yaşıyorum'…"
O yani insanın hası, "Sevdalınız komünisttir/ on yıldan
beri hapistir/ yatar Bursa kalesinde/
Hapis amma zincirini kırmış yatar/ en alâ bir mertebeye ermiş
yatar!/ yatar Bursa kalesinde/ Memleket toprağındandır kökü/
Bedreddin gibi taşır yükü/ Yatar Bursa kalesinde/
Yüreği delinip batmadan/ şarkısı tükenip bitmeden/
cennetini kaybetmeden/ yatar Bursa kalesinde" dizelerinin komünist
Nâzım Hikmet'i, şimdi "devletleştirilmek"
isteniyor!
Nasıl mı?
Nâzım Hikmet'in 46. ölüm
yıldönümü nedeniyle Moskova'da düzenlenen
törene katılan Büyükelçi Halil Akıncı,
"İstiklal Savaşı Destanı'nı yazan bir şaire devlet
'vatan haini' diye ıstırap çektirdi. Onu hainlikle
suçlamak basiretsizlik, hatta aptallıktır" deyip, devlet
adına özür diledi.
TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin'in, Nâzım Hikmet'in
Moskova'daki mezarını ziyaret ederek fatiha okuması ve yine
Şahin'in, şairi çok yakından tanıyan birinin kendisine
anlattığına göre, Nâzım'ın bir Kadir Gecesi
Sofya'da iken bu şahsa "Beni camiye götür"
dediğini söylemesi yalanındaki üzere demek bu kadar
"kolay"mış (!?) bu meselenin
"çözümü"!
 
AHMED ARİF
 
Bir dava ve kavga adamıydı, komünist bir Kürt
şairiydi...
Evet "Ahmed Arif, tıpkı Nâzım Hikmet gibi, Rıfat Ilgaz
gibi, A. Kadir gibi, Enver Gökçe gibi, 1940'lı yılların
bütün 'acılı kuşak' ozanları gibi büyük
baskılara, şiddete uğramış bir ozan. 1951 tutuklamaları sırasında
önce dokuz gün Ankara'da, sonra da 128 gün
İstanbul'da gördüğü ağır işkenceler, sonrasındaki
cezaevi yılları, o kaleminden altın dizeler dökülen ozanı
susturmuş.
Ama, 'devrimciliğin insan soyunun ölümsüz bir
erdemi olduğuna' inanan ozan, 'arkasında on dokuz şiirden
oluşan büyük bir kalıt bırakıyordu. Diyarbakır'ın
sesini, Anadolu Türkçesinin sesine katan, kendine özgü
gizli müziğiyle, ödün vermez toplumsalcı dünya
görüşüyle, korkularıyla, kuşkularıyla, yiğitlikleri
besleyen coşkusuyla, eşsiz lirizmiyle, şiirimizin altın halkalarından
birini oluşturuyordu."[12]
Ahmed Arif'in şiiri kimseyi taklit etmeyen, az ve öz yazan,
kendi dünyasının insanı olan, namus ve şeref kelimelerine
yüklediği kavramın manasının dışına çıkmayan,
coğrafyasının dertli bu şairi, fikren kendisine katılmayan şairlerden
de ilgi görmüştür.
Hayatta kandırılmayı, hafife alınmayı affetmeyen, dostuna dost,
düşmanına düşman kesilen Ahmed Arif, şiir dünyasına
farklı bakış açıları getirmiş, çoğu etkilendiği
musıkî eserlerinin kendince unutulmayacak kelimelerini dizelerinde
eritmiştir.
Diyarbakır'daki halk musıkîsinden oldukça
etkilendiği görülür ve bunu kendisi de reddetmez.
Arif'in şiiri, bu etkilenmeler olmasaydı, belki
günümüze dek bu tarzda gelmez, şiirleri bu denli
tutulmazdı.
Ahmed Arif'in şiirlerinde çarpıcı olan bir özellik
tekrarların olmamasıdır. Az şiir yazma, yazdıklarıyla yetinme,
istediğini vurgulama, kendisini çok yazmaktan alıkoymuştur.
Onun şiiri, yaşadığımız "cehennemi cennete
dönüştürmek"ten yana olan kavganın savaş
narasıdır
Gerçekten de "Terk etmedi sevdan beni/ Aç kaldım,
susuz kaldım,/ Hayın, karanlıktı gece,/ Can garip, can suskun,/ Can
paramparça…/ Ve ellerim, kelepçede/
Tütünsüz, uykusuz kaldım,/ Terk etmedi sevdan beni"
diyen, yani onu asla terk etmeyen kara sevdaları vardı.
"Utanırım/ Utanırım fıkaralıktan,/ Ele, güne karşı
çıplak…/ Üşür fidelerim,/ Harmanım kesat./
Kardeşliğin, çalışmanın,/ Beraberliğin,/ Atom güllerinin
katmer açtığı,/ Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,/ Bir başıma ve uzak./ Biliyor musun?" der
ve eklerdi:
"Vay kurban…/ 'Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz
ki feda.'/ Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile/ Fedayı kabul
etmektir,/ Cennet yapabilmek için seni,/ Yoksul ve namuslu halka./
Bu'dur ol hikâyet,/ Ol kara sevda…"
 
RIFAT ILGAZ
 
Rıfat Ilgaz, şiirini anlatırken, ozanın "topluma yeni
biçimler" veren işçi sınıfının yanında yer
almasının önemini vurguluyor ve "Gerçekliğin yeni
biçimlerini" yaratmak ödevini anımsatıyor: "Şair,
toplumu değiştirme, oluşturma çabası içinde kendisini de
değiştirip oluşturacaktır... Şair, coşku ve hayranlık yaratan
kişidir... Şiir bir uyarlık işidir," diyen Rıfat Ilgaz "Son
Şiiri"nde "Elim birine değsin,/ Isıtayım
üşüdüyse/ Boşa gitmesin son sıcaklığım!" diyecek
kadar insandan, insanlıktan yanadır…
Sabahattin Ali, "Hemen bütün şiirlerin mevzuu, kendi
küçük dertleri, arzuları. Ama hayret! Bunların
hiçbiri sadece Rıfat Ilgaz'ın dertleri değil... En şahsi, en
hususi şeyler nasıl cemiyetin malı olabilirmiş, insan kendi hasis
dertlerinin dışına nasıl çıkar ve onları nasıl biraz yukardan,
dudaklarında hazin bir tebessümle seyredebilirmiş... En basit
kelimeler, en özentisiz tasvirlerle nasıl hayat dolu tablolar, koskoca
bir cemiyet parçasını aksettiren manzaralar çizebilirmiş.
Bütün bunları Rıfat Ilgaz'dan öğrenmek kabil"
demiş onun için...
Aslı sorulursa Rıfat Ilgaz çok yönlü bir
sanatçıdır... Şair, öykücü, romancı, oyun yazarı,
yer yer eleştiri, denemeler kaleme alan köşe yazarı, ayrıca usta bir
çocuk yazını verimleyicisi...
Halkımız onu Hababam Sınıfı'yla tanıyor ya, kendi
"sınıf"ının yazarı, şairi olarak algılamış değil
henüz! Eleştiri çevresi de, ürünlerine bakmak yerine
bir "malumatfuruş" tutumuyla yaklaşıyor ona. Hani gülmece
yazarı ya, sırıtkan çehreleriyle "kerhen",
"kokuşmuşluk" içinde kabulleniyorlar onu ya da bana
öyle geliyor tutumları. İş gülmece de olsa, sanki sıradanlıkla
yapılabilirmiş gibi...
"Rıfat Ilgaz, o sessiz büyük çoğunluğun, yani
halkın yanında yer aldı hep, onların sesi ve dili, olmaya
çalıştı, yine halkın diliyle yalın şiirler yazdı. Onun şiiri
gücünü, yalınlığından ve içtenliğinden alan bir
şiirdir.
O kuşakdaşları gibi yalnız sanatıyla değil, aynı zamanda yaşam
içinde susmayan, direnen pratiğiyle, çağının
'tanık'lığını da 'sanık'lığını da
yüklenmiş bir aydın sorumluluğuyla, sonrakilere 'miras'
olmuş bir değerdir."[13]
Bu çerçevede "Şiir tarihimizin 'toplumcu
gerçekçi' diye adlandırılan kuşağındandı; 1940
Kuşağı ya da 'Fedailer Mangası'ndandı. 'Anladım
dinmeyecek bu deli rüzgâr' diye başladı şiire. Ruhunda
esen 'deli rüzgâr' coşumcu delikanlılık
esintisinden gerçekçi ve toplumsalcı bir fırtınaya
dönmekte gecikmedi. 1943'te yayımlanan ilk şiir kitabına
halkının ve halktan biri olarak da kendisinin günlük dertlerini
dile getiren Yarenlik adını koyması boşuna değildir. 1944'te
yayımlanan Sınıf adından ötürü kuşkular uyandırdı
resmî çevrelerde. Oysa anlattıklarının çoğu
öğretmenlik yaşamından kaynaklanıyordu; 'Yoklama defterinden
öğrenmedim sizi' dediği öğrencileriydi.
Şiirinde toplumsal gerçekleri anlatmanın yanı sıra bireyin
yaşanan siyasal ortam içindeki mücadelesini de anlattı. Şairin
'aydınlatıcı' olma görevi üstlenmesi gerektiğine
inandı ve şiirini buna göre oluşturdu."[14]
Şiirlerinde savaş karşıtı tutum, yoksul insanların durumu, insana
inanma ve güvenme, özgürlük ve yaşantısındaki zorlu
anlar ağırlık taşır. Bireysel dramı toplumsal sorunların birlikteliği
içinde ele alır. Düz anlatımcı bir şair olmamıştır
hiçbir zaman. Estetiği önemsemiştir. Estetik öğelerden
biri olan humour, romanlarında olduğu gibi şiirlerinde de zaman zaman
kendini hissettirir.
"Rıfat Ilgaz, yalın, açık, akıcı bir dille yazdığı
şiirleriyle, toplumcu gerçekçi çizgisiyle,
yergileriyle, onurlu sesiyle"[15] anımsanan
biridir…
Toparlarsak: "Girdiğim çıktığım yerler tanığımdır/
Kapımı çalanlar gece yarılarında/ Okunan kararlar yüzüme
karşı/ Korkmuyorum duygusal bitişlerden/ Tükenen kurşun kalemler
tanığımdır," dizeleriyle Rıfat Ilgaz, ömrü boyunca
hâkim ideolojinin yakın takibi ve kuşatması altında kalsa da
çizgisinden taviz vermedi, boyun eğmedi…
O, kuşakdaşları gibi yalnız sanatıyla değil, aynı zamanda yaşam
içinde susmayan, direnen pratiğiyle, çağının
"tanık"lığını da "sanık"lığını da
yüklenmiş bir aydın sorumluluğuyla, sonrakilere "miras"
olmuş bir değerdir. 'Aydın mısın?' başlıklı şiirinde,
aydın sorumluluğunu yerine getirmeyenlere şöyle seslenir:
"Yollar kesilmiş alanlar sarılmış/ Tel örgüler
çevirmiş yöreni/ Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende/ Benden
geçti mi demek istiyorsun/ Aç iki kolunu iki yanına/ Korkuluk
ol!"
Özetin özeti "82 yıllık yaşamı, akıl almaz
serüvenlerle doludur. Akıldışı bir çağda, akıldışı
yöneticilerin elinde insan yaşamıyla nasıl oynandığının
anlatmakla bitmez hikâyesidir"[16] 7 Temmuz
1993'de kaybettiğimiz Rıfat Ilgaz'ın
öyküsü…
 
NECATİ CUMALI
 
"İmbatla gelen/ sesini duymasam/ yüzünü
görmesem/ ya ölürsem..." dizelerini kaleme alan Necati
Cumalı, "Aşkı şehirler yaratır, şehirler yaşatır diyorum/
Gün gelir aşklarıyla anılır şehirler anılırsa/ Niyetim sevdalı
sözler etmek de olmasa/ İzmir için ne yazarsam sana
adıyorum," diyen bir İzmir'lidir…
Necati Cumalı "Niçin şiir yazıyorsun?" sorusuna
şu yanıtı verir: "Yenilmemek için. Yaşamımda
mutluluklarımın yanı sıra, düş kırıklıklarım, acılarım,
kırgınlıklarım oldu. Şiir, mutluluklarıma her kez yeniden
yaşayabileceğim bir süreklilik kazandırdı. Acılarıma, düş
kırıklıklarıma karşı zırh oldu bana."
Şiiri insanın kendi öz benliğine seslenmesi olarak tanımlayan
Cumalı, "Yaşamımızın bunca çamuru, çirkinlikleri
arasından arınmış olarak çıkabiliyorsak başta şiirin
gücüne borçluyuz bu direncimizi. İnsanlık şiiri
yaratmasaydı, her gelen yeni kuşağa mutluluğu tanıtmak, güzelin,
iyinin, doğrunun yönünü göstermek
olanaksızlaşırdı" der.
Cumalı, Nurullah Ataç'ın şiiri ile ilgili
"sarsıcı bir yenilik" getirmediği yönündeki
eleştirisini bir yönü ile haklı bulsa da "Ben şiire
başlarken sarsıcı yenilikler aramamıştım ki! Ama aradığım yenilikti.
O yeniliği de hep buldum" sözleriyle şiirine olan güveni
ortaya koyar.
Cumalı "Yaşamımı, dolaylı olarak da yaşadığım
çevreyi getirdim şiire" sözleri onun şiirinin
kökenini ortaya koyar.
 
MELİH CEVDET ANDAY
 
"Ölümleri anlamıyoruz,/ çünkü hep
yaşamak ağır basıyor," dizelerindeki kadar hayata
bağlı…
"Ben güzel günlerin şairiyim/ Saadetten alıyorum
ilhamımı/ Kızlara çeyizlerden bahsediyorum/ Mahpuslara affı
umumiyeden.../ Çocuklara müjdeler veriyorum/ Babası cephede
kalan çocuklara.../ Fakat güç oluyor bu işler/
Güç oluyor yalan söylemek..." dizelerindeki gibi
ironiyi yerli yerinde kullanan…
"Dün iki katlıydı/ Bugün üç katlı/
Derken/ Dört katlı beş katlı altı katlı/ Yükseliyor efendim
yükseliyor/ Memleket yükseliyor," dizelerindeki üzere
egemenler ile dalgasını geçecek kadar yürekliydi Melih Cevdet
Anday…
20 Ekim 1989 tarihli yazısında, "İnsanın
büyüklüğü yalnız düşünmesinde değil,
çıkarsız düşünmesindedir. Ölümlü
olduğunun bilincindedir. Buna karşın felsefeyi, bilimleri, sanatları
yarattı; doğruyu, güzeli bulmak için çırpındı durdu,
yılmadı. Bir tür ölümsüzlüğü arayış,
ölümsüzlüğe inanıştır bu. Ortak aklımızdır bizi bu
inanışa bağlayan, ölmeyecek olan birey değildir, insandır. Bunca
sanat yapıtı onun yüceliğini kanıtlamak için yaratıldı.
Sanat uzun, yaşam kısa," diyen Melih Cevdet Anday'ın,
'Sanatın Vazgeçilmezliği' başlıklı denemesindeki şu
satırlar, onun yaşam felsefesinin temeli:" Leonardo, 'Doğadan
öğrenin' demiş. Ne güzel söz! Ben de bir şiirimi
'İnsan öğrenmek için yaşar' diye bitirdim. Sonu
yok bunun. Ne dersin? Bu yaşta hâlâ yabancı dil
çalıştığım hâlde, doğaya da baştan başlayamaz mıyım?
Hiçbir malım yok, öyle memnunum ki!"
"Benim kadar ileriye bakan başka birini göstermek
güçtür,"[17] diyen Melih Cevdet Anday,
1951'de tutuklanan ve 18 Haziran 1953'te idam edilen Ethel ve
Julius Rosenberg'e ilişkin 'anı' şiirindeki dizeleriyle
ölümsüzleşmiştir:
"Bir çift güvercin havalansa/ Yanık yanık koksa
karanfil/ Değil anılacak şey değil/ Apansız geliyor aklıma/
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm/ Kahramanlıklar okudum
tarihimizde/ Çağımıza yakışan vakur sade/ Davranışınız
geliyor aklıma…"
Özetle "Melih Cevdet Anday'ın şiirinde, neyin
düşünce neyin imge olduğu belli değildir. Düşünce
imgeye, imge düşünceye dönüşüp durmaktadır
çünkü," notunu düşen Ataol
Behramoğlu'nun, "Akılla duyarlılığın kesiştiği bir yerde
yazıyor şiirini," diye betimlediği O; altmış yılı bulan şiir
serüveninde iki dönem öne çıkar.
Anday'ın ilk dönemi, Garip hareketiyle başlayıp
'Yanyana' kitabına kadar devam eder.
'Kolları Bağlı Odysseus' kitabıyla başlayıp
'Yağmurun Altında' ile son bulan dönemse, Anday
şiirindeki ikinci ve belirleyici dönemi işaretler.
Sadece şair olarak değil, önemli bir düşün adamı
olarak da öne çıkan Melih Cevdet Anday'ın şiirindeki bu
önemli kırılmanın bir çok nedeni vardır: Örneğin, Ahmet
Oktay, "Anday şiirinin mitlerle, eski yazılarla bağlantı
kurmasının altında yatan temel kaygının, somut gündelik yaşamdan
dışlanmış olguların anımsatılması yoluyla, şimdiki zamanın olumsuz
içeriğini açığa çıkarmak" olduğunu belirtir.
Bunu da metinlerarası ilişki yoluyla yapar.
Tahsin Yücel'in deyişiyle, "her şeyi
'şimdi' ve 'burada' yeniden kurmanın bir yolu
olarak metinlerarası ilişki", Anday poetikasının önemli bir
parçasını oluşturur.
Yalçın Armağan'ın deyişiyle de, "Anday'ın
şiiri belleğin egemenliğindedir. Var olan bir dünya değil, belleğin
kurabildiği bir dünyadır anlatılan…"
 
İLHAN BERK
 
O, "Dünyayı, harikuladelikler olarak gören
şair"di…[18]
Behçet Necatigil'in "şiirimizin uç
beyi" diye tanımladığı İlhan Berk, gördüğü her
şeyi şiirin nesnesi yapmış, hep şiir düşünmüş, şiiri
yaşamakla özdeşleştirmişti…
Doğrusal bir çizgide gelişmediği, bir ırmak gibi eğilip
bükülerek, sağa-sola saparak ilerlediği için İlhan Berk
şiirinin "özetlenemez"liğini vurgulamak gerekir
başta…
Onun, bu özelliği "Yavaş Yavaş Geçtim
Kalabalıkların Arasından" başlıklı, "Bir deniz
çarpması gibi çoğalta çoğalta geçen/
geçtiği yeri/ yavaş yavaş çıktım içimden./
Dokundum/ yavaş yavaş acıya, kuvarsa, şiire/ yavaş yavaş tarttım
suyu, anladım nedir ağırlık,/ kokular,/ coğrafya./
Eğildim sonra gövdeyi tanıdım ve düzenini/ gördüm
sessizliğin dümdüzlüğünü/ gördüm
yinelemedi gördüğüm hiçbir şey/ böyle yavaş
yavaş geçtim insandan insana/ insanlaştırdım yavaş yavaş
dışımı/ böyle karıştım kalabalıklara/ kalabalıklaştım
böylece..." diye kıvrıla kıvrıla ilerleyen dizelerine
yansır…
Hayatı boyunca hep Marksizme inanmış olarak yaşar. 1989'da
yaptığı bir söyleşide bu inancının hiç değişmediğini
söyler. Türkiye gibi ülkelerin sosyalizmden başka kurtuluş
yolunun bulunmadığına inanır. Dünyaya bakışında Marksçı
düşünce ağır basar. Ancak bir yandan da siyasetin dışında
yaşar, siyasete büyük bir ilgi duymaz…
Pek uzun boylu biri olmayan, 1.70 boylarındaki, ince yüzlü,
esmer tenli İlhan Berk'in, 'Uzun Bir Adam' başlıklı
yapıtı yaşamından ayrıntılar aktarırken; "Şairlik
fukaralıktır" der. "Ancak, fukara olan iyi şiir yazar."
Bu nedenle, şiirden para kazanmasına çok şaşırır.
Çünkü, böyle bir şeyi 'Kül' kitabına
dek hiç yaşamamıştır.
"Yazmak cehennemdir!" der bir söyleşisinde, Sartre da
"Cehennem başkalarıdır" demiştir. Sartre'ın
söylediği başka bir şeydir ona göre. Onun "cehennem"
sözcüğünden kastı şudur: Yazma edimi onun hiçbir
zaman yakasını bırakmaz. Çünkü o dünyaya sadece
yazmak için bakar. Bir ağacı yazmak, bir taşı yazmak, bir
yaprağın düşüşünü yazmak... Onun dışında
dünya onu ilgilendirmez. Bu cehennem değil de nedir? Yazarak bu
cehennemin tam ortasında kalır.
Zamana, geçmiş günleri geri getir diyebilse, şairliği
seçmeyeceğini söyler: "Şair olmayı hiç
istemezdim. Şairlik bir yazgıdır. Kimsenin de şair olmasını istemem,
istemem çünkü öyle bir şey ki, bütün
hayatınızı alıyor ve dünyaya bakma olanağınız olmuyor. Mesela ben
öyle bir adamım ki gördüğüm yerleri, yaşadığım
insanları, bildiklerimi yazmak isterim. Herhangi bir şey beni
ilgilendirebiliyor. Ve onu yazmanın dışında bir şeyle de ilgilenmemeye
başlıyorum ve tabii bu bir cehennem insan için.
Çünkü yeryüzünde gördüğüm her
şeyi yazmak istiyorum. Ve böyle bir hayat da dayanılır şey
değildir. Yazmak cehennemdir dediğim zaman bunu söylemeye
çalışıyorum. Çünkü benim tipimde bir insan, yani
boyuna yazmak isteyen bir adam için övülecek bir meslek
değildir şairlik.
Şairlerin sadece bir adı vardır, başka da bir şeyleri yoktur. Bu
ün de, ohhooo, yıllar sonra geliyor. Ve bu bakımdan kimsenin, doğrusu
güzelim hayatlarını bırakıp, şairlik gibi bir cehennem olan hayatı
seçmelerini doğru bulmam, önermem," der…
Memet Fuat'ın, "Şiirin kırk türlü
yazılacağını göstermek ister. Dokunduğunu şiire
dönüştürür"; Mehmet H. Doğan'ın,
"Değişikliği şiirin anayasası yapmıştır"; Feridun
Andaç'ın, "Zamansızlığın şairidir"; Orhan
Koçak'ın, "Anlatı doymazıdır"; Ahmet
Oktay'ın, "Çalışa çalışa şair olmuştur.
İmgesel/düşlemsel yanı ise hep başkalarından edinilmiş
gibidir"; Turgut Uyar'ın, "Şiir diye bir şey olmasaydı
o icat eder"di; Cemal Süreya'nın, "Her mısrada bir
cigara yaktırır"; Sezai Karakoç'ın, "İlhan Berk
II. Yeni'nin en bulucusu, en dilcisi, en ülkücüsü,
en toplumcusu, en üstünü, en yerlisidir," diye
betimledikleri Onu için Cemal Süreya bir de, "Repliklerde
yaşar" der ve "Adı İlhan Berk Olan Şiir"de onca ismi
eleyip onu eleştirmen kavramına layık ve muhatap görür.
 
BEHÇET NECATİGİL
 
"Adı Soyadı/ Açılır parantez/ Doğduğu yıl,
çizgi, öldüğü yıl,/ Bitti kapanır parantez,"
dizelerini kaleme alan ve kısa denilebilecek bir hayat sürmüş
olan Behçet Necatigil (1916-1979) edebiyat dünyamıza birbirinden
seçkin eserler bırakmayı başarmış bir yazar-şairdir.
Türkçeyi kullanmaktaki ustalığı; sade, gösterişsiz ama
kendine has müzikal bir dille yazmış olduğu şiirlerin yanında,
Almancadan çevirdiği şiir tadındaki romanlarda da göze
çarpmaktadır. Şair şiirlerinde, içinde yaşadığı
çevredeki insanları, orta sınıfın hâllerini anlatır,
komşular, evler, kanımca onun için en temel unsurlardan biri budur.
Aile, yoksul ve dar gelirli insanlar, sahici ve incelikli bir duyarlılıkla
kaleme aldığı mütevazı hayatları anlatır.
Usta bir ozan, iyi bir öğretmen olan Behçet Necatigil,
kılı kırk yaran bir araştırmacıydı. Ölümünden sonra da
sık sık basılan Edebiyatımızda İsimler
Sözlüğü'nde, Türk edebiyatının dikkatli bir
değerlendirmesini gerçekleştirmiştir. Bu yapıtta kendi şiiriyle
ilgili olarak, alçak gönüllü ozan şu yargıları
öne sürer:
"Şiirde kırk yılını, doğumundan ölümüne, orta
hâlli bir vatandaşın, birey olarak başından geçecek
durumları hatırlatmaya; ev-aile-yakın çevre üçgeninde,
gerçek ve hayal yaşantılarını iletmeye, duyurmaya
harcadı."
Ölümünden sonra edebiyatla ilgili yazıları,
söyleşileri, konuşmaları toplam 750 sayfa tutan iki büyük
cilt hâlinde yayınlanmıştır. Orada yer alan "Şiir
Burçları" yazısı Necatigil'in şiirini, bu şiirin
gelişimini açıklayan önemli bir kaynaktır. Söz konusu
yazıda Necatigil ozanların ilk yapıtlarını verdikleri, başkalarından
geniş biçimde etkilendikleri gençlik dönemlerini
"Gurbet Burcu" diye adlandırır.
İkinci dönem, "Hasret burcu"dur. Orada yaşananları
şöyle anlatır:
"Şair şiirini özlüyor, gurbetlerde oyalanmanın zaman
kaybından başka bir şey olmadığını gördü. Yazdıklarında ne
kadar kendisi, ne oranda başkaları olduğunu gördü. (...) bu
hasret döneminde, önleyemediği bir güçle kendini,
kendi dünyasını aktarır bize."
Sanat serüveninin son aşamasını "Hikmet Burcu"
oluşturacaktır. Orada ürün verme sürecini anlatırken
Necatigil'in söyledikleri de şunlardır:
"İnsanın en şaşmaz falını hikmet burcu gösteriyor;
çünkü gurbetler geçici, hasretler geçici ve
ebedi insan hikmet burcunda yaşıyor."
Behçet Necatigil ilk şiir kitabı Kapalı
Çarşı'yı yayınladığı 1945 yılında 29 yaşındaydı.
Yaşam serüveni 1979 yılında noktalandığında ise 63 yaşındaydı,
bir yıl önce 13'üncü şiir kitabı okurlarına
ulaşmıştı. Son şiirlerinin derlendiği 14'üncü
kitabını kendisi göremedi... Bütün bu yapıtların kendi
sıraladığı üç burca nasıl yerleştirilebileceğini
araştıran incelemeciler şu açıklamayı yaparlar
1. Gurbet Burcu: Şairin taklit, özenti ve kendini arayış
dönemidir. Gurbet burcu dönemi ürünleri, Kapalı
Çarşı (1945) ve Çevre (1951) kitaplarında
toplanmıştır.
2. Hasret Burcu: Bu, şairin kendi kişiliğini bulma dönemine bir
geçiş sürecidir. Arada (1958) ve Dar Çağ (1960)
kitapları, Necatigil'in hasret burcu dönemi
ürünleridir.
3. Hikmet Burcu: Şairin kendi kişiliğini bulduğu, olgun
ürünlerin verildiği son dönemidir. Necatigil'in Yaz
Dönemi (1963) ile başlayan son şiirleri hikmet burcu
ürünleridir."
Sıralanan dönemler, sözü edilen kitaplarda göze
çarpan ayrılıklar gerçekte şiirlerin içeriğine
değil, yapıya, anlatıma ilişkindir.
"Kendimin dışında bir şiiri yazmadım hiç, yazamam
da," diyen Necatigil'in şiirlerinde yansıttığı
dünyanın insan gerçeği, toplumsal görünümü
zaman boyunca değişmiş değildir.[19]
Egemen Berköz'ün, "Beşiktaş Çarşısı,
Samatya Pazarı, Safa Lokantası... tam 25 yıldır
Necatigil'siz"; Oktay Akbal'ın, "Behçet
Necatigil, 'şiirlerini sokak lambalarının aydınlığında'
yazarmış. Şairler avare kişilerdir," diye betimledikleri O; aslı
sorulursa çağın karanlığını, insanlık dışı toplum
düzenini anlattı…
Beşiktaş'ta bir evin odasında şiirler yazarken,
çağını anlayabilmiş, onunla hesaplaşmaya girişebilmiş bir
yeryüzü şairiydi karşımızdaki.
Üstelik sorguladığı dünyanın gelmişini geçmişini,
mitolojisini, edebiyatını, çarşısını pazarını bilen,
çağdaş uygarlığı, insanlık tarihi içinde yorumlayan
şiirler yazıyordu. 1958'de 'Arada' kitabıyla başlayıp
'Dar Çağ'la süren, sonraki bütün
kitaplarına da damgasını vuran, bu çağından huzursuz insanın
sorgulayıcı tavrıydı.
Belki de bu yüzden, çağın dehşeti karşısında dili
tutulmuş gibi, kesik kesik söyleyişlerle kurmuştu
şiirlerini...
"Yoksullar açlar hastalar sürünürken/
Kentlerin göbeğinde, kuytu köşelerinde;/ Hıncını alamamış
sanki insanlardan/ Uygarlığı zalim, daha da azıtıyor/ Atom
bombalarında, uzay füzelerinde/ Şu dünyada insanca yaşamak da
yoksa/ Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?" dizelerindeki
gibi…
Toparlarsak: "Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri
değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir.
Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli
yönlerdir; türlü doğrultulardır. Ben
düşündürücü yanlarını çoğaltmış,
yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden
yanayım," derdi; yani Behçet Necatigil'in şirini bu
anlayış biçimlendirirdi…
Evet, "Şimdi her zamankinden çok, Behçet
Necatigil'in yalınlığına, duruluğuna, sakinliğine,
içselleştirdiği duyarlığa gereksinimimiz olduğuna
inanıyorum,"[20] diyenlerdenim ben de…
 
ÖZDEMİR ASAF
 
Son şiirinde "Günler geçiyor, sanki şakacıktan/
Gidiyorlar mı geliyorlar mı/ Belli değil" diyen Özdemir Asaf,
"Yaşadığımı şiirlerimde en yoğun yönleriyle, en kesin
sandığım biçimlerde, en kısa olduğuna inandığım
ölçülerle verdim, veriyorum, vereceğim," diye
eklerdi…
Çok önemliydi; "En az sözcükle en yoğun
anlatabilen bir şair olduğu için"; "İnsan olgusunu
kapsamlı bir biçimde kavrayıp analiz edebildiği için";
"Tam bir dürüstlükle aklını yansıttığı, toplumsal
önyargılara karşı cesur davrandığı için";
"Takdir edilmek kaygısı olmaksızın yazdığı, kendisiyle bile
dalga geçebilen muzip, içli bir adam olduğu
için..."[21]
Gerçekten de Behçet Necatigil'in,
"Özdemir Asaf'ın şairdeki ikinci kişi problemini, ikinci
kişi ile kendi arasındaki bağlantıları çeşitli yönlerden
derinleştirdiği, yaşayışını dolduran davranışları soyutlaştırarak
bir düşünme planına yükselttiği, bunu yaparken de, 1950
şiirinin ortak biçim anlayışından ayrı, özel bir dil
kullandığı görülür; çelişmeli, oyunlu bir mantık
düzeninde mısra sayısını çok kere en aza indirdiği de
olmuştur," dediği O; "Bir yontu ustası gibi dizelerini
özenle yontarak, son derece yoğun, çarpıcı, doğaya ve insana
dair felsefesi olan, her an şaşırtmaya hazır şiirler yazdı.
Sevdiğine bir kelimeye bin anlam yükleyerek seslenecek kadar
özenli, bütün renkler aynı hızla kirlenirken birinciliğin
beyaza verildiğini söyleyecek kadar duyarlı, ben ben ben diyen insana
sen sen sen demeyi önerecek kadar iyi bir şairdi.
Yazar, eleştirmen Memet Fuat onun için 'İnanılmaz
sözcük tutumluluğuyla, insanı, toplumu irdeleyen, duygu,
düşünce yoğunluğunun şiirini arayan, taşlamaya, ince alaya
ağırlık veren, tam anlamıyla özgün bir şairdir Özdemir
Asaf' demişti."
"Beni çağırmadınız, kalkıp ben kendim geldim/
Uzaklardan size bir haber getirdim geldim/ Solarken suladığım, koparırken
bağladığım,/ Ölürken canlandığım sözler
getirdim…" diyen O; "Tüm yaşamı boyunca şiiri olan
şeyleri sevdi... Bir süre hukuk, iktisat ve gazetecilik öğrenimi
gördüyse de hepsini yarıda bıraktı. Okul-dışı, okulu olmayan,
şiire gönül verdi...
Örneğin Özdemir Asaf, şiir üzerine yazdığı
yazılarda da ilginç ve çarpıcı görüşler dile
getirir;
- Şairlerin güzeli ararken eriştikleri gerçekler,
filozofların gerçeği aramak yolunda eriştikleri güzelliklerden
çoktur ki, ne şairler gerçeği bulmak amacındadır ne de
filozoflar güzel'i...
- Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir
şiiri yoktur...
- Şiir, kendini çoğaltmak isteyenleri hiç
affetmez...
- Şiir, birinin unuttuğunu öbürüne unutturmayan
sözdür...
- Şiir, yaratıcısına çırak yetiştirme izni bile
vermemiştir. Bunun kendini beğenmişliğinden geldiğini sanmıyorum. Olsa
olsa, çırağın (çırak adaylarının ve isteklilerinin)
umutlarını kırmamak istemiştir. Çünkü şiirde
çıraklık yoktur...
- Sevgiline söylediğini yazarsan, aşk şiiri olmaz yazdığın.
Söylemediğini yazarsan da aşk şiiri yazmış olmazsın. Öyleyse
aşk şiiri nedir? Aşkın kovaladığı ama hiç yakalayamadığı...
Yani hep yücelten bir yalnızlık suskunluğunun dile gelme
çabasıdır aşk şiiri. Görünce söylemediğin,
söyledikçe yetinemediğin…"[22]
Özetle Şükran Kurdakul'un "Kendisiyle birlikte
çağıyla ve toplumuyla hesaplaşmalarında buruk öfkesini
içinde saklayan yeni taşlama biçimleri getirdi" diye
tanımladığı buruk alaysılıktır Özdemir Asaf'ın şiirini
şiir yapan, tamda şu dizelerdeki gibi:
"Çocukluğumda her şey büyük
görünüyordu./ Gençliğimde her şey önemli
görünüyordu./ Sonra çok şey
büyüklüğünü ve önemini yitirdi./ Sonra daha da
yitirdi./ Çocukluğumdan da gençliğimden de çok
çok az şey kaldı./ Şimdi yaşlıyım sayılır. Çok şey
gülünç görünüyor…"
 
6 Mart 2010 13:19:40, Ankara.
 
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:111, Haziran 2010…
[1] Pablo Neruda.
[2] Merih Topal, "Ben Edip Bey Nasılım?",
İnisiyatif Sanat Dergisi, No:2, Eylül-Kasım 2008, s.54.
[3] Yıldırım Türker, "Uzanır Ağladığım
Yanıma", Radikal, 26 Aralık 2009, s.8.
[4] Feyza Perinçek-Nursel Duruel, Cemal Süreya
Biyografisi, Can Yay., s.30.
[5] Janet Barış, "Cemal Süreya
Gideli...", Taraf, 21 Ocak 2010, s.16.
[6] "Dünya Göçebesi, Firesiz
Şair", Cumhuriyet, 9 Ocak 2010, s.17.
[7] Orhan Aklaya, "… 'Edebiyatın Mona
Lisa'sı"i, Cumhuriyet, 9 Ocak 2010, s.17.
[8] Doğan Hızlan, 99 Yüz/ İzdüşümler,
YK Yay., 2004.
[9] Hüseyin Yılmaz, "Başkaldıran İnsan ya
da Çağdaş Bir Ozan Can Yücel", Güney Dergisi, No:49,
Temmuz-Ağustos-Eylül 2009, s.26-27.
[10] Sabahattin Eyuboğlu, "Köyün
Kemençecisi...", Cumhuriyet, 12 Ağustos 2009, s.16.
[11] Haydar Ergülen, "Acıları Tarihe Yazan
'Son Şair'…", Cumhuriyet, 12 Ağustos 2009,
s.16.
[12] Turgay Fişekçi, "Ahmed Arif",
Cumhuriyet, 22 Temmuz 2009, s.17.
[13] A. Hicri Özgen, "Fedailer Mangasından Bir
Şair", Ülkede Özgür Gündem, 10 Temmuz 2005,
s.13.
[14] Eray Canberk, "Bir Şairi Anarken...",
Cumhuriyet, 5 Temmuz 2007, s.14.
[15] Hasan Akarsu, "Yine Sükût Bulmayan
Denizler Gibi Taştım...", Cumhuriyet Kitap, No:843, 13 Nisan 2006,
s.16.
[16] Turgay Fişekçi, "Rıfat Ilgaz'ın
Anıları", Cumhuriyet, 11 Mayıs 2005, s.14.
[17] Melih Cevdet Anday, Bir Defterden, Everest Yay.,
2008, s.51.
[18] Serçeşme, No:45, Eylül 2008, s.11.
[19] Konur Ertop, "Behçet Necatiğil'in
Dolaştığı Şiir Burçları", Kızılcık Dergisi, No:29, 20
Nisan-Mayıs 2007, s.79.
[20] Zeynep Oral, "Behçet Necatigil'i
Anarken...", Cumhuriyet, 12 Aralık 2004, s.15.
[21] Sennur Sezer, "Özdemir Asaf'ın
İkinci Kişisi", Radikal Kitap, Yıl:7, No:408, 9 Ocak 2009,
s.12.
[22] A. Hicri İzgören, "Yalnızlık
Paylaşılmaz", Ülkede Özgür Gündem, 29 Ocak 2006,
s.13.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder