30 Nisan 2010 Cuma

ÇEVRE SORUNLARINA ÖĞRENCİ YAKLAŞIMLARI SEMPOZYUMUNDAYDIK... (ÇSÖY)

<![endif]-->


class="MsoNormal">ÇEVRE DENETİM YÖNETMELİĞİ style="font-size: 36pt; line-height: 115%;">???
style="font-size: 18pt; line-height: 115%;">


Çevre ve Orman
Bakanlığı'nın
" style="">Çevre Denetimi Yönetmeliği"
style=""> style=""> 
21 Kasım 2008 tarihinde yayımlanan 27061 sayılı
Resmi Gazete ile yürürlüğe girmiş; 22 Ekim 2009 Tarihinde
yayımlanan,27384 sayılı Resmi Gazete'de belirtilen
hükümlerle de bazı maddelerinde değişikliğe
gidilmiştir.


style=""> 
Bu yönetmeliğe göre; çevre denetimi
yapacak kişilerin Çevre ve Orman Bakanlığı'nın " style="">Çevre Görevlisi ve Çevre Görevlisi Eğitici
Eğitimi" adı ile verilen, toplam maliyeti style="">2500 ile 4000
TL
arasında değişen kursa katılması ve
kurs bitiminde yapılacak olan sınavdan başarılı olması gerekmektedir.
Yönetmeliğe göre bu kursa katılabilecek kişiler style="">biyoloji, fizik, kimya, veterinerlik ve mühendislik meslek
alanlarından olmalıdır. Çevre Mühendisliği de yönetmelik
kapsamındaki mesleklerden birisidir.




İvme-Genç olarak
birçok kez dile getirdiğimiz Türkiye'nin AB'ye
giriş sürecinde mühendislerin mezuniyet sonrası belgelendirilmesi
konusu daha önce de "Yetkin
Mühendislik"
uygulamasında
gördüğümüz  gibi style="">Çevre Denetimi Yönetmeliği ile bir kez daha
karşımıza çıkmıştır.


Çevre Denetimi
Yönetmeliği'ne dayandırılarak "Yetki
belgesi"
adı verilen bir sertifikayla, akademik eğitimin
hiçe sayılması,  diğer mesleklerin
çalışma alanlarının içerisine müdahele edilmesi, aynı
zamanda birebir canlı yaşamını temel alan bir çalışma alanının
yasa ve yönetmeliklere dayandırılarak piyasa anlayışına terk
edilmesi kesinlikle doğru değildir. Çevre yönetimi faaliyetleri
kapsamına giren çevresel etkilerin tanımlanması, kontrolü,
ölçümü ve izlenmesi, kirliliğin önlenmesi ve
tüm bu konularda raporlama, uygulama, danışmanlık ve eğitim
çalışmaları öncelikle Çevre
Mühendisleri'nin
uzmanlık alanıdır.

Türkiye genelinde 33
adet üniversitede lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde
çevre mühendisliği eğitimi verilmektedir. Lisan düzeyinde
eğitim veren çevre mühendisliği bölümleri bugüne
kadar yaklaşık 14bin mezun vermiştir. style=""> 

Çevre Mühendisliği eğitiminde yer alan
yukarıda belirtilen konular Çevre ve Orman Bakanlığı'
nın  belirli bir süre (2 hafta
içerisinde 100 saat
) vereceği eğitim ile başka meslek
gruplarına verilmesi  hukuka aykırı bir
uygulamadır. Sistem içerisinde diğer meslek alanları gibi
sömürüye açık olan Çevre Mühendisliği;
piyasa anlayışı ile oluşturulmuş bu yönetmelikle birlikte style="">"gereksiz" style="font-family: "Times New Roman","serif";"> olarak
görülmüş ve dört yıllık eğitimle edinilen
çevre denetimi için gerekli olan teknik bilgi,birikim ve
deneyim Bakanlık tarafından verilecek bir belgeye sığdırılmaya
çalışılmıştır.



Bu ve benzeri bir çok
yasa ve yönetmelik temel olan haklarımızı elimizden alırken, bizleri
sistemin sömürü çarkında ezilmeye mahkum etmektedir.

Bu noktada biz style="">Mühendislik, Mimarlık ve Planlama öğrencilerinin
yapacağı en temel mücadele, öncelikle konuyu
bütünlüklü olarak görebilmek ve bu sorun
karşısında örgütlü bir şekilde durabilmektir. Burada
başarı tabiki bugünden yarına bir mücedele ile kazanılabilecek
kadar basit değildir ancak, konu ile ilgili bir kamuoyu yaratmak ve
bilinçlendirmek başlangıç için önemlidir. Bunun
yanı sıra, bu gibi saldırılara karşı sağlam refleksler
gösterebilecek eylemlilikler ve etkinlikler de
düzenleyebilmeliyiz.

style="">İvme-Genç olarak tüm
öğrenci ve yeni mezun arkadaşlarımızı meslek alanlarımıza sahip
çıkmaya ve bu süreci birlikte örgütlemeye
çağırıyoruz.

 

 







Şişe Su Size, Cüzdanınıza ve Çevreye Zarar Verebilir

Şişe Su Size,
Cüzdanınıza ve Çevreye Zarar Verebilir

Plastik
şişelerdeki kimyasallara, popüler markaların içerdiği
atıklara rağmen şişelenmiş suyun daha sağlıklı bir seçenek
olarak değerlendirilmesi şaşırtıcıdır.

 

"Küçük şişelerdeki Evian sularına
2$ harcayan kişileri hiç merak ediyor musunuz? Evian'ı tersten
okuyun." -George Carlin (çn. burada kelime oyunu yapılmış,
Evian'ın tersi Naïve ingilizcede saf, bön gibi anlamlara
gelmektedir.)

 

Milyonlarca Amerikalı musluk suyundan daha sağlıklı
olduğu düşüncesiyle plastik şişelerdeki suları içiyor,
bu aynı zamanda içme suyuna 1000 kat daha fazla ödeme
yapmalarına neden oluyor. Bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu
kanıtlara bakılırsa şişelenmiş su çeşme suyundan daha az kirli
değil. Çevresel Çalışma Grubu (Environmental Working Group
– EWG) için araştırma başkan yardımcısı Jane Houlihan,
sudaki kirden endişe duyan kişilere karbon filtresinden geçirilmiş
çeşme suyu içmelerini öneriyor. 

 

10 Gözde Markada Bulunan Tehlikeli
Atıklar

 

EWG tarafından yapılan kapsamlı bir muayene, sınanan
her şişeli su markasında şaşırtıcı kimyasal atıkları ortaya
çıkardı. Dezenfeksiyon yan ürünleri, gübre
kalıntıları, ve ağrı kesicileri vb. atıklar 9 eyalet ve Columbia
bölgesindeki bakkal ve diğer satıcılardan satın alınabilen 10
gözde şişe su markasında bulundu. Hepsinde toplam 38 Kimyasal
kirletici bulunurken, her markada ortamala 8 atıkla karşılaşıldı.

 

Plastik Şişeler Suya Bisphenol A
Bulaştırıyor

 

Araştırmalar ayrıca temiz plastik şişelerde satılan
su içerisinde, sentetik bir kimyasal olan ve bedenin doğal hormonal
mesajlaşma sistemine zarar verebilen Bisphenol A (BPA)'ya rastlandığını
da gösteriyor. Bu konuyla ilgili 130 çalışmayı gözden
geçiren Çevre Kaliforniya Araştırma ve Politika Merkezi'ne
göre, BPA; göğüs ve rahim kanseri, düşük yapma
riskini arttırma, ve düşük testosteron seviyeleriyle ile
ilişkilendirildi. BPA ayrıca çocukların gelişen sistemlerinde
büyük hasarlara yol açabiliyor. Bu tarz şişelerin tekrar
kullanımı normal aşınma ve yırtılmalara yol açarak
kimyasalların zaman geçtikçe oluşan küçük
delik ve gediklerden sızma şansını arttırabiliyor.

 

Çeşme Suyu Sürdürülebilir
Seçenek

 

Plastik şişelerin büyük bir çoğunluğu
petrol ile üretiliyor ve geri dönüştürülebiliyor,
ancak ABD'de satılan yarım milyon plastik şu şişesinin dörtte
üçü katı atık sahalarına veya çöp yakma
fırınlarına gidiyor. href="http://www.stopcorporateabuse.org/">Corporate Accountability
International
'a göre şehirlerimizde her yıl 70 milyon $
sadece su şişelerini katı atık sahalarına yerleştirmek için
harcanıyor.

Bir süre önce AmericanFeast.com'da
yazıldığına göre Amerika'nın en iyi restaurantlarında, Kaliforniya
Berkeley'deki Chez Panisse gibi, çeşme suyunu sunmak
yönünde bir akım başlamış durumda. Chez Panisse şimdi ev
yapımı ışıltılı suyu sunuyor. İyi restaurantların sahipleri ve
şefleri buna şişelenmiş suların üretilmesi, paketlenmesi, ve
taşınması için çok miktarda fosil yakıt gerekmesi ve
çeşme suyunun sürdürülebilir seçenek olması
nedeniyle karar vermiş durumdalar.

 

src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/sisesu2.jpg" />

Resimdeki yazı: Çeşme suyu şişelenmiş
sudan ortalama 500 kat daha ucuzdur, şişeyi boykot edin

Eyleme Geçme

 

Food & Water Watch (Gıda ve Su İzleme) kar
gütmeyen grubundan Sarah Alexander, kaygılı tüketicilerin
örgütlerinin "Take Back the Tap Pledge" (Çeşme
Rehinini Geri Al) kampanyasını imzalamalarını istiyor. Sarah Alexander
ayrıca "şişelenmiş su çeşme suyundan daha güvenli
değil. Aslında, federal hükümetin; belediyenin içme suyunu
izlemeyi, güvenlik sınamalarını arttırması ve sıkılaştırması
gerekiyor" noktasına parmak basıyor.

İmzayı atan aşağıdakilere katılmış oluyor:

  • Mümkün olduğunca, şişelenmiş su yerine
    çeşme suyunu tercih etmek

  • Çeşme suyuyla tekrar kullanılabilir
    şişeleri doldurmak

  • Herkes için temiz, düşük maliyetli
    çeşme suyunu teşvik eden politikaları desteklemek

src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/sisesu3.jpg" />

Resimdeki yazı: Çeşme suyunu geri
kazanın

Food & Water kampanyasını imzalamak için
href="http://action.foodandwaterwatch.org/p/dia/action/public/?action_KEY=2619">Take
Back the Tap Pledge
adresini ziyaret edebilirsiniz. 

EWG tarafından gerçekleştirilen yukarıda
bahsedilen araştırmayla ilgili daha ayrıntılı bilgi
edinmekiçin href="http://www.ewg.org/reports/BottledWater/Bottled-Water-Quality-Investigation">
Bottled Water Quality Investigation: 10 Major Brands, 38
Pollutants
adresini ziyaret edebilirsiniz.

Yine yukarıda bahsedilen Çevre Kaliforniya
tarafından yürütülen araştırma için color="#000080"> href="http://www.environmentcalifornia.org/environmental-health/stop-toxic-toys/bisphenol-a-overview">Bisphenol
A Overview
adresini ziyaret edebilirsiniz.

 

Kaynak: Alternet.Org, 8 Nisan 2010

 

href="http://www.alternet.org/water/146376/bottled_water_can_hurt_you,_your_wallet_and_the_environment">http://www.alternet.org/water/146376/bottled_water_can_hurt_you,_your_wallet_and_the_environment

adresinden çevrilmiştir.

 

İvme Çeviri Grubu

Maria Yoldaş - Sadık Varer

Maria Yoldaş - Sadık
Varer

resim: Sadık Varer

MARİA YOLDAŞ

Mustafa Suphi, 10 Eylül 1920'de
Bakü'de toplanan Umumi Türk Komünistleri
Kongresi'nde TKP'nin Türkiye politikası hakkında şunları
diyordu: "Teşkilat dönemlerini geçiren ve şimdiye kadar
birer grup halinde yaşayan Türkiye komünistleri, bu kongreden
teşkilatlı ve birleşmiş bir parti olarak çıkmakla, yeni bir
yaşam dönemine ayak basıyorlar. Partinin önünde duran
birinci görev, bundan sonra memleketimiz işçi ve
rençberleri arasında fikrimizi kuvvetle ve hızla yayarak, halkın
kaderini kendi eline verecek sebep ve kabiliyetleri hazırlamaktır.
Memleketimizin her türlü dereceden sınıf uzlaşmalarının ve
yalanlarının ortaya döküldüğü böyle bir
dönemde, böyle bir buhran döneminde halkın kaderini kendi
eline alarak iş görmesi bir zaruret haline giriyor. Bu işte doğru
yolu gösterme görevi, Komünist Partisi'nin üzerine
düşmektedir. Komünist Partisi için memlekete musallat olan
düşmanları kovmak nasıl bir görev ise, içte halkın
sırtından geçinen yağmacı ve asalak sınıfları da hazır
yiyicilik halinden çıkarıp, yumruk altında çalıştırmak da
o derece esaslı bir görevdir." (Mete Tunçay, Eski Sol
Üzerine Yeni Bilgiler)

Emperyalist işgal altındaki Anadolu'da süren
mücadeleye katılmak isteyen TKP, Mustafa Kemal'le iletişim
kurar. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal'le yaptığı yazışmalardan sonra
bir grup yoldaşı ile harekete geçer ve bu grup, color="#000000">28 Aralık 1920'deKars'a gider.
TKP'liler Kars'ta coşkuyla karşılanırlar. Kars'ta bir
süre kalan grup, Erzurum'a geçer. Ancak onları
Erzurum'da, Erzurum Valisi Hamit'in yönlendirdiği ve
Anadolu'nun ilk anti komünist teşkilatlarından biri sayılması
gereken Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti'nin kışkırttığı saldırgan
bir 'kitle' karşılar. Bu yüzden TKP'liler
Erzurum'a giremezler. Grup Trabzon'a yönlendirilir. Yol
boyunca türlü provokasyonlarla karşılaşan TKP'lileri
Trabzon'da daha büyük bir felaket beklemektedir.

TKP'liler Trabzon'a gelmeden önce,
İstikbal Gazetesi ve Müdafa-i Hukuk Cemiyeti ile eski Teşkilat-ı
Mahsusa'cıların kışkırtmaları sonucu halk galeyana
getirilmiştir. Artık, TKP'lilerin Trabzon'da 'can
güvenliklerini sağlayamama sorunu' vardır ve yetkililere
göre yapılması gereken tek şey, Sovyetler Birliği'nin Trabzon
Konsolosu Bagirof'un ikna edilip, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının
deniz yoluyla Batum'a geri gönderilmesidir!..

Trabzon yakınlarında kayıkçılar kahyası Yahya
Kaptan ve adamlarının kuşatması altında tutulan TKP'liler,
silahsızlandırılmış bir vaziyette, Yahya Kaptan'ın 'tedarik
ettiği' bir takaya bindirilip Batum'a 'yolcu
edildiler'. Bu takada, Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Aşçıoğlu
Bahaeddin, Kasım Hulusi, Kıralioğlu Maksut, Hilmioğlu İsmail Hakkı,
Ahmetoğlu Hayrettin, Hakkı Bin Ahmet Ali, Emin Şefik, Tevfik Bin Ahmet,
Kazım Bin Ali, Hatipoğlu Mehmet, Hacı Mustafaoğlu Mehmet, Nazmi Bin
İbrahim ve Mustafa Suphi'nin eşi Maria (Meryem) vardır.

Yahya Kaptan ve adamları, 28 – 29 Ocak 1921 gecesi,
Sürmene açıklarında Mustafa Suphi ve on dört yoldaşının
bindirildikleri takaya saldırdılar ve Mustafa Suphi'nin eşi
hariç herkesi öldürüp Karadeniz'e attılar.

Yaygın görüş, bu katliamda on beş
komünistin öldürüldüğü yönündedir.
Ama bu doğru değil; Mustafa Suphi'nin eşi Maria,
öldürülüp denize atılmadı ve fakat ölümden
daha beter bir hale getirildi. Eşini ve on üç yoldaşını
hançerlerle parçalayıp denize atan Yahya Kaptan,
Maria'yı seks kölesi yapmak için sağ bıraktı ve
'ahalinin' bilgisi dahilinde onu evine kapattı. Yahya Kaptan
uzun süre tecavüz ettiği Maria'yı, Trabzon eşrafından
Nemlizade Ragıp Bey'e devretti, sonra oradan alıp Rize'li
'kabadayılara' hediye etti. Ve Maria yoldaş, bu serserilerin
tecavüzlü aleminde hayatını kaybetti.

Hamit Erdem, "Mustafa Suphi: Bir Yaşam – Bir
Ölüm" başlıklı çalışmasında, olayın
tanıklarından Trabzon'lu genç komünist
Abdülkadir'in anlatımına yer vermiştir; "Kadının
(Maria'nın) hangi evde olduğunu haber almak üzere uğraştım.
Fakat hiçbir taraftan malumat alamadım. Önce Kahya'nın
evinde olduğunu, sonra Nemlizade Ragıp Bey'in evinde olduğunu
söylediler. Bazı üç dört defa olmak üzere
evlerinin kapılarından geçiyordum. İhtimal rast getirir veya
pencereden bakarken görüp nerede olduğunu haber alırım diye
uğraştım. Fakat hiçbir taraftan haber almadım. Bilahare epey zaman
geçtikten sonra kadının Kahya tarafından Rizelilere hediye
edildiğini ve orada bir zevk arasında öldürdüklerini haber
aldım."

Kuşkusuz, Mustafa Suphi ve on üç
yoldaşının katlinden ve Maria yoldaşın yaşadığı trajediden yalnızca
kayıkçılar kahyası Yahya ve adamlarını sorumlu tutmak
mümkün değildir.

TKP'lilerin katledilmesi ve
Meryem yoldaşın yaşadığı trajedinin birinci dereceden sorumlusu
sayılan kayıkçılar kahyası Yahya'nın oğlu Osman Kahya,
Mete Tunçay'a yazdığı 15. 12. 1967 tarihli mektupta,
babasının o zamanlar vatani bir görev yaptığından bahsetmiş ve
"asıl katilin bugün tapılan biri" olduğunu
belirtmiştir.

Yahya Kaptan, Trabzon Müdafaa-i Milliye reisinin sağ
kolu ve Mustafa Kemal'in koruması Topal Osman'ın kıyıcı
adamlarından biridir. Ve Yahya Kaptan'ın canını alan da Topal
Osman'dır: Mustafa Suphi'lerin katlinden sonra sağda solda
'boşboğazlık eden' ve "Sanki bütün işlerde
ben tek başıma mı idim? Daha üstüme varırlarsa her şeyi
olduğu gibi ortaya dökerim" dediği bilinen Yahya Kaptan, yine
Topal Osman'ın adamları tarafından 3 Temmuz 1922'de
öldürülür.

TKP'lilerin katledilmesi olayı ile Kazım
Karabekir'i ilişkilendiren pek çok yorum vardır. Şevket
Süreyya Aydemir, katliamdan, Müdafa-i Hukuk Cemiyeti ile Kazım
Karabekir'i sorumlu tutmaktadır. Kazım Karabekir'in, Muhafaza-i
Mukaddesat Cemiyeti tarafından tezgahlanan "ahaliyi komünistlere
karşı kışkırtma" faaliyetlerine rağmen gerekli koruma
önlemlerini almayıp, TKP'lilerin katledilmelerine 'meydan
verdiği' iddiası yaygındır.

Ve Kazım Karabekir'e giden 29 Aralık 1920 tarihli
Mustafa Kemal imzalı bir telgrafta şöyle denilmektedir:
"Ankara'da komünist cereyanları arzu hilafınadır.
Bakû Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi'nin bu
cereyanları körüklemesi sakıncası akla gelmektedir. Bir defa
kendisini gördükten sonra devletlilerinin görüşlerinin
bildirilmesini rica ederim.

22 Ocak 1921'de, yani TKP'lilerin katlinden
bir hafta önce Mustafa Kemal'in BMM'de yaptığı konuşma
ise, son derece manidardır:"İşte bu serseriler,
Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve
bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali
bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve
bunlara ehemmiyet atfeden Moskova'daki prensip sahiplerine yaranmak
için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu
suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı
sokulmaya başlanmıştır..."

O yıllarda Anadolu'da süren mücadeleye
silah ve para yardımı yapan Sovyetler Birliği'nin bu katliam
karşısındaki tutumu, ayrıca değerlendirilmeye muhtaçtır.
Trabzon'dan "Batum'a gitmek üzere" yola
çıkartılan TKP'lilerin akıbetini Ankara
hükümetinden soran Sovyetler Birliği'ne verilen yanıt,
"Mustafa Suphi ve diğer on dört kişinin bir deniz kazası sonucu
öldükleri" şeklindedir. Ve Ankara hükümetinin bu
açıklaması, Sovyetler Birliği'ne 'doyurucu'
gelmiştir!..

Mustafa Suphilerin katli ve Maria yoldaşın yaşadığı
trajedi hakkında dönemin komünistleri de gerektiğince tepki
veremediler. Bunun bir nedeni, TKP'nin Anadolu'da henüz
yeterince güçlenememiş olmasıdır belki, ama sanırım en
önemli neden, bu olaydan kısa bir süre sonra, 16 Mart
1921'de, Ankara hükümeti ile Sovyetler arasında imzalanan
dostluk anlaşmasıdır.

Velhasıl, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının
katledilmeleri olayı, henüz hesabı sorulmamış bir büyük
siyasi cinayet olarak ortada duruyor ve 'zaman aşımı'
kapsamının dışında kalan bu tarihsel olayın hesabını sormak,
bütün komünistler için 'siyasi bir
görev', Maria yoldaşın yaşadığı trajedinin hesabını sormak
ise 'vicdani ve siyasi bir görev' sayılmalıdır

Sadık Varer href="http://www.enternasyonalle.com/">www.enternasyonalle.com

Spor Emekçileri Sendikası'ndan 1 Mayıs açıklaması

Spor Emekçileri
Sendikası'ndan 1 Mayıs açıklaması

Eski
futbolcu Metin Kurt'un öncülüğüyle kurulan Spor
Emekçileri Sendikası (Spor-Sen), 1 Mayıs ile ilgili bir basın
açıklaması yapmış. Sendikanın sloganlarının da sıralandığı
"1 Mayıs Alanımızı Geri Aldık" başlıklı açıklama
şöyle:

src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJlKFncuFbwBAucDjdMiC_Vn44uhdnpmz4T6BaIssqeMRQq3nPM_uil7xSFs7vDpIYPM5iQ51nCm_sBH2lNaP4xI5VgkBUh3dfikGFYxr3jgHvf1m815BklxGkQibZcI99MyIhnKiAXoo/s320/spor-sen_logo_150x150.jpg"
/>

Spor Emekçileri Sendikası'nın (Spor-Sen)
örgütlenme çalışmalarını
sürdürdüğümüz 2009 1 Mayıs'ı öncesinde
yayınladığımız açıklamada şöyle seslenmiştik:
"Günümüzde de 1 Mayıs sömürenlerle
sömürülenlerin bir hesaplaşma günüdür. Ne
yazık ki bu hesaplaşmada demokratik anlamda tarafsız olması gereken
İstanbul Valisi taraf olmaktadır. Vali'nin birkaç yıldır
sürdürdüğü bu anti-demokratik tutumunun altında
kuşkusuz egemen güçlerin baskısı yatmaktadır. Vali
gerekçe olarak, Taksim meydanının işçi sınıfına
yetmeyeceğini göstermektedir. Oysa ki, 1976'da DİSK'in
öncülüğünde yığınsal olarak Taksim'de kutlanan
1 Mayıs'ta yüz binler vardı. Ayrıca DİSK Başkanı Kemal
Türkler, 1977'de Taksim Alanı'nı "1 Mayıs
Alanı" ilan etti. Her türlü baskı ve zorbalığa karşın,
dayağı, gazı aşmak ve Taksim'e ulaşmak için verilen
mücadelelerin ve ödenen bedellerin sonucunda 2009'da 1 Mayıs
tatil hakkı elde edilmiştir. Şimdi, sıra gasp edilen Taksim "1
Mayıs Alanı"na gelmiştir."

1 Mayıs 2009 kutlamalarında, işçi ve
emekçilerin Taksim 1 Mayıs Alanı kararlılığı varolan iktidarı
geri adım atmaya zorlamış ve 1 Mayıs Alanı işçi ve
emekçilere açılmıştır. Kuşkusuz yapılacak 1 Mayıs
kutlamaları işçi ve emekçilerin coşku ve kararlılığını
bir kez daha gösterecektir. Alanın açılmış olmasını sınıf
mücadelesinin bir kazanımı olarak değerlendirirken, bu kazanımı
işçi sınıfının örgütlenmesinde bir sıçramaya
dönüştürebilmeliyiz.

1 Mayıs 2010, tarihe işçi sınıfının hak
mücadelesinde yeniden ayağa kalktığı bir yıl olarak
geçmelidir. İşçi sınıfı bilimi bize,
sömürünün olduğu bütün alanların sınıf
bilinciyle donatılıp, sermayeye karşı bu alanlarda mücadele
verilmeden özlediğimiz savaşsız, sömürüsüz
eşitlik ve özgürlük günlerine ulaşamayacağımızı
öğretmiştir. Bu öğreti doğrultusunda bugüne değin
işçi sınıfı adına yeterince mücadele verilmeyen sporda da
emek mücadelesi, Spor Emekçileri Sendikası'nın (Spor-Sen)
kuruluşuyla yeni bir sürece girmiştir. Şimdi geçmişte
yeterince değerlendirilmeyen, adeta egemenlere bırakılan yeniden
üretim sürecindeki alanların (sanat, kültür, spor)
işçi sınıfının bilinciyle donatılması görevi
önümüzde durmaktadır.

Spor Emekçileri Sendikası (Spor-Sen) temel
amacını şu şekilde açıklamıştır; "Emeğin en yüce
değer olduğu ilkesinden hareketle; spor emekçilerinin haklarının
güvencesini, spora ve sporcuya özgün koşulların bilimsel
yöntemlerle değerlendirildiği bir Spor İş Yasası'nın
çıkarılmasında görür. Bunun için kurumlaşmış
spor yapılarında çalışan emekçilerin ekonomik, demokratik
ve sosyal haklarını savunmak, geliştirmek ve güvence altına almak
doğrultusunda, Spor İş Yasası'nın çıkartılmasının
sağlanması hedefiyle, uluslararası işçi sınıfının bir
parçası olarak tüm gücüyle mücadele etmeyi TEMEL
AMAÇ ilan eder."

İşçi sınıfı, hak ve özgürlükler
savaşımını spor arenalarında da vermek istiyorsa, öncelikle bu
alanı içten kavramalıdır. Bunun yolu spordaki sonuçları
tartışmaktan, yorumlamaktan değil, sporu ve sporun toplumsal
rolünü sorgulamaktan geçmektedir. Bugün sporda da emek
mücadelesi vermek, geçmişten daha da önemli hale
gelmiştir. İşçi sınıfının mücadelesi en geniş anlamda bir
haklar mücadelesi, insanca var olma mücadelesidir. Şimdi yeni ve
başka bir dünyanın adına, bu alana gecikmeden gerekli önem ve
ilgiyi yükseltmek, örgütlü mücadeleyi hayata
geçirmek zamanıdır. Artık sözünü ettiğimiz temel
amaç ve ilkeler doğrultusunda sessizliğimizi bozmalı, ayağa
kalkmalı tüm alanlarda olduğu gibi sporda da göreve
başlanmalıdır.

Spor Emekçileri Sendikası (Spor-Sen) bu ilkeler
doğrultusunda işçi
sınıfının spordaki sesi ve
sözü
 olacaktır.

Bütün ülkelerin işçileri
birleşiniz!
Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın sınıf dayanışması!
Sporda da barış, dostluk, dayanışma…
Çocuklar oynamalı!
Sporda küfür ve şiddete hayır!
Sporda şike ve dopinge hayır!
Sporda mafya ve kumara hayır!
Spor-iş yasası hemen şimdi…
Sporda şovenizme ve ırkçılığa hayır!
Dinde yobazlık neyse sporda fanatiklik odur!
Spor emekçisi sendikanda örgütlen!
Spor emekçisi örgütüyle güçlü!
Spordaki karanlıklar aydınlatılsın…
Sporda emek sömürüsüne son!
Spor emekçisi gladyatör değil özgürlük
savaşçısıdır!
Spor emekçisine anayasal güvence…
Önce eğitim sonra yarışma…
Sporda sağlıklı yarışma özgürce tartışma…

Kaynak:
haberveriyorum.net,(http://www.turnusol.biz)

 

Mahkemeden polise 'dur' ihtarı

Mahkemeden polise 'dur'
ihtarı

Adana'da, meslektaşının motosikletini çaldığı
iddia edilen 16 yaşındaki Ahmed Yıldırım'ı tabancayla sırtından
vurarak yaralayan polis memuru 42 yaşındaki Suat Bayrakçı, 10 yıl
hapis cezasına çarptırıldı

Mehmet KAYMAK, 9/04/2010 04:25

ADANA - Polis merkezinde görevli polis memuru M.Y.'nin 7 Kasım
2008'de motosikleti çalındı. M.Y. ve meslektaşı
Bardakçı çalınan motosikleti ararken, 9 Kasım günü
Onur Mahallesi'nde, aynı motosikletin üzerinde 3 genç
bulunduğunu gördü. İddiaya göre, kaçan motosikletli
gençlere 'dur' ihtarında bulunan polis memuru
Bayrakçı, gençlerin kaçmaya devam etmeleri üzerine
tabancasıyla ateş etti. Kurşunun sırtına isabet ettiği motosikletin
arka koltuğunda oturan Ahmed Yıldırım yaralanıp düşerken,
motosiklette bulunan 16 yaşındaki Ş.K. ile aynı yaştaki E.A. ise yara
almadan kurtularak kaçtı.

Adana 5'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde tutuksuz yargılanan ve
mesleğini sürdüren polis memuru Suat Bayrakçı, olayın
kaza sonucu meydana geldiğini öne sürerek şunları söyledi:
"Arkadaşımın motosikletini çalanları gördük.
Üzerinde 3 kişi vardı. 'Dur' ihtarımıza karşın
durmayıp kaçtılar. Motosikletle hırsızları kovalarken, arkada
oturan ben havaya ateş ederek onları durdurmak istedim. O anda motosiklet
aniden durur gibi yapınca havadaki elim ön tarafa indi, bu sırada
tabanca ateş aldı. Kazayla oldu, çok
üzgünüm."

Diğer polis memuru M.Y. de, olay sırasında kullandığı motosikletin
yarı otomatik vitesli olduğunu belirterek şöyle dedi: "Ayak
hareketi aşağıya doğru yapılarak vites yükseltilmesi yapılıyor.
Bu nedenle olay sırasında motosiklette sarsıntı meydana geldi. O anda
arkadaşım havaya ateş ederken, motosikletten kaynaklı istem dışı
ön tarafa doğru aniden düşerken tabanca ateş almış olabilir.
Bizim amacımız hırsızları yakalamaktı. Durmaları için
çok ihtarda bulunduk."

'BELDEN AŞAĞISI FELÇ OLDU'
Vurulan çocuğıun babası Nuri Yıldırım ise oğlunun belden
aşağısının tutmadığını belirterek şöyle konuştu:
"Adalete güveniyorum. Sanıklar polis memurudur. Böyle bir
olayı gördüklerinde karşıdaki kişiye daha az zarar vererek,
veya hiç zarar vermeden işlem yapabilecekken, öldürebilecek
biçimde silah ile ateş etmesi anlaşılır bir durum değildir.
Motosikletin tekerine veya ayaklarına ateş edebilirdi. Adalete teslim etmek
yerine kendi haklarını kendileri almaya kalkmışlardır. Oğlum olayı tam
hatırlamıyor. Sadece silah sesi geldiğinde ayaklarının tutmadığını
hatırladığını söylüyor."

Mahkeme heyeti, polis memuru Suat Bayrakçı'yı 'olası
kastla insan yaralama' suçundan 10 yıl hapse mahkum ederken,
diğer polis memuru M.Y.'nin beraatına karar verildi. Motosikletin
çalınması ile ilgili dava ise ayrıca
sürdürülüyor. (dha),

Kaynak: milliyet.com.tr

Ege Üniversitesi Yuvarlakçay’da neden fikir değiştirdi? - Metin Münir

Ege Üniversitesi
Yuvarlakçay'da neden fikir değiştirdi? - Metin
Münir

 

Dalyan, Köyceğiz, Muğla

Geçen yıl Tropikal Turizm ve Ticaret adlı bir şirket Muğla,
Yuvarlakçay yakınlarında bir su şişeleme fabrikası kurmak
için Çevre Bakanlığı'na başvurdu.
Bakanlık "Olmaz" dedi.
Özel Çevre Koruma Kurumu Başkan Vekili Ahmet Özyanık
şirkete "Yuvarlakçay deresine 50 metre mesafede olduğu"
için fabrikanın faaliyetine izin verilemeyeceğini söyledi.
/>
Özyanık açık konuştu: "Korumaya değer alanlar
haritasında" Yuvarlakçay deresi boyunca derenin iki tarafından
500 metrelik mesafenin su koruma sınırı olarak belirlenmiştir dedi. Bu
sınırlar içerisinde... "herhangi (yeni) bir faaliyet
ol(a)maz." Müracaatınızı reddediyoruz. Bunlar
geçtiğimiz ocak ayında yazılan bir mektupta söylendi.
İnanmak zor ama aynı bakanlık geçen aralıkta baltacılarını
Yuvarlakçay'a yollayıp, iki kilometre dere boyunca
yüzlerce ağaç kestirdi

Ve aynı bakanlığın bir parçası olan Devlet Su İşleri
Yuvarlakçay üzerinde bu elektrik santralı kurulmasına lisans
verdi.
Yüzlere hidroelektrik santral projelerini inceleyin. Hepsinde benzer
durumlar bulacaksınız. Veysel Eroğlu Çevre Bakanı değildir.
Türkiye'in doğa tarihine bir gün adı çevre tarihine
kara harflerle yazılacak bir çevre düşmanıdır.
Yuvarlakçay'ın içinde bulunduğu Köyceğiz havzası
doğa açısından Doğu Akdeniz'in en önemli doğa
bölgelerinden biridir. Daha Çevre Bakanlığı kurulmadan,
1980'lerde, burada araştırmalar yapıldı ve bölgenin özel
koruma altına alınmasına karar verildi.
Orada ilk bilimsel araştırmaları Hacettepe Biyoloji Fakültesi
profesörlerinden Nilgün Kazancı yaptı. Kazancı bölgede
"tehdit altında birçok tür" olduğunu, bu nedenle
Ankara'da "bölgenin sürekli korunması" kararı
çıktığını söyledi.
Kazancı "Kapasitesi düşük bir santralın bile her şeyi
mahvedeceğini düşünüyorum" dedi. "Hiçbir
şey kalmaz. Oraları çok hassas yerler. Çok
küçük bir şey değiştirirsiniz her şey altüst
olabilir."
Yuvarlakçay'ın korunması konusunda bir bilimsel araştırma
daha var. Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi, Su
Ürünleri Temel Bölümü üyelerinden Prof.
Süleyman Balık, Ruşen Ustaoğlu, Hasan Sarı, Ali İlhan, Esat
Topkara'nın imzalarını taşıyan bu araştırma 2005 yılında
yayımlandı. Yani Yuvarlakçay'ın Devlet Su İşleri
tarafından HES için tahsis edilmesinden bir yıl önce.
Araştırmanın tespiti şu: "Biyolojik çeşitlilik
açısından önemli olan faunanın çayın bünyesinde
korunması ve gelecek kuşaklara bozulmadan devredilebilmesi için,
çayın bugünkü ekosistem yapısının korunması
gerekmektedir. Bunun için de Yuvarlakçay'ın sürekli
denetlenmesi ve... akarsu havzasının Özel Çevre Koruma
Bölgesi kapsamında olması nedeniyle sürekli izlenmesinin yararlı
olacağı düşünülmektedir."
Ancak Su Ürünleri Fakültesi'nin Yuvarlakçay
macerası burada bitmiyor. Çoğu profesör olan Süleyman
Balık, Ahmek Kocataş, Süleyman Balık, Ruşen Ustaoğlu, Özdemir
Egemen, Semra Cirik, Ahmet ve Güzin Elbek ile Hasan Sarı'nın
imzasını taşıyan iki rapor daha var. Bunlar para karşılığı
yapıldı. Her ikisi de Yuvarlakçay üzerinde HES yapılmasını
hararetle destekliyor. Bu raporlardan birinin proje koordinatörü
olan profesör Ruşen Ustaoğlu'na neden bilimsel raporla para
karşılığı yapılan rapor arasında çelişki olduğunu
söyledim.
"Hangisi doğru?"
"Raporların ikisi de doğru" diye cevap verdi.
"Aslında biliyorsunuz buraya santral yapılamayacağını ama para
aldınız ve istedikleri gibi rapor verdiniz. Gerçek budur değil
mi?"
"Gerçek budur demem. Açıklaması yok."
Çevreciler bu raporun masa başında yapıldığını, raporu
imzalayanların bazılarının Yuvarlakçay'ı incelemediğini
söylüyor.
Bu belki de doğrudur. Raporda Yuvarlakçay'ın 33 kilometre
uzunluğunda olduğunu yazılı. Oysa çay 14 kilometre.
Akademisyenlerin "sadece 70 adet karaçam ağacının bertaraf
edileceği" öngörüsü de doğru çıkmadı.
Binden çok ağaç kesildi. Ayrıca bahsettikleri yerde
karaçam yok.
Ustaoğlu ısrarlı sorularımı "Unuttum, çok meşgulüm,
kaç para aldığımızı bilmiyorum" gibi sözlerle
savdı.

Kaynak: milliyet.com.tr

Mühendislik, Mimarlık ve Şehir Planlamada Toplumcu Eksen’in 3. sayısı çıktı!

Mühendislik, Mimarlık ve
Şehir Planlamada Toplumcu Eksen'in 3. sayısı
çıktı!

"Sermaye için değil toplum için
bilim!" şiarıyla yayın hayatına devam eden Toplumcu Eksen'in
Kapitalizm, Kent ve İnsan başlıklı 3. sayısı çıktı.

Mesleğimize ve onurumuza sahip çıkma iddiası ile başlayan
yolculuğumuzun üçüncü durağında kimine göre
umut kapısı, ekmek parası, kimine göre yaşanılması imkansız,
kimine göre ise zamanı öğüten bir değirmen olan ve aslında
hepsini içinde barındıran kentleri, toplumcu yaklaşımımız
çerçevesinde ele almaya çalıştık.

Dosyamız içerisinde kapitalizmin kentlerinin insan ile olan
ilişkisine, engelli insanların kent yaşamındaki sorunlarına, İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti, ulaşım, su, kentsel
dönüşüm vb. tartışmalarına yer verdik. TMMOB tarafından
kasım ayı içerisinde gerçekleştirilen Ücretli ve
İşsiz Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Kurultayı ile Kadın
Kurultayı sonuç bildirgelerini yayında okuyucularımızla
paylaştık. Ayrıca işçi sınıfı için önemli bir tarih
olan 1 Mayıs ve Taksim'e dair düşüncelerimizi de aktardık.

1 Mayıs'ta alanlardayız!

1 Mayıs yaklaşıyor. Bir kez daha iki dünya karşı karşıya
gelecek ve bir kez daha işçi sınıfı alandaki yerini alarak daha
güzel bir dünya özlemini haykıracak.

Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları olarak bizler de bir
kez daha 1 Mayıs'ta düşük ücrete, güvencesiz
çalışmaya, işsizliğe karşı taleplerimizi haykıracak; yeni
sayımızın heyecanıyla alanlarda yerimizi alacağız!

Toplumcu Mühendis, Mimar & Şehir
Plancıları

Kaynak: kizilbayrak.net

29 Nisan 2010 Perşembe

İstanbul'daki su fiyatları bardağı taşırdı

İstanbul'daki su fiyatları
bardağı taşırdı

Tüketiciler Birliği Genel Başkanı
Nazım Kaya, İstanbul halkının, suyu çok yüksek fiyatlardan
tükettiğini, doğal zenginlik ve su rezervi açılarından
dünyanın sayılı şehirlerinden olan İstanbul'da yaşanan bu durumun
kabul edilemez boyuta ulaştığını bildirdi.

AA
İstanbul - Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya, yaptığı
yazılı açıklamada, 2007 yılında yaşanan kuraklık ve
barajlardaki doluluk oranlarının yüzde 20'lere düşmesiyle
İSKİ'nin su fiyatlarında yeniden düzenleme yaparak kademeli
ücretlendirmeye geçtiğini ve fiyatlara yüzde 17 ile
yüzde 134 arasında değişen oranlarda zam yaptığını
hatırlattı.

Bu zammın gerekçesinin ise barajlarda azalan su miktarı ve
tasarrufu teşvik etmek olduğunu belirten Kaya, şunları kaydetti:

''Bugün itibariyle, barajlardaki doluluk oranı yüzde 98.5
olduğu ve doluluk oranı artarak devam ettiği halde, İSKİ su
fiyatlarını düşürmek bir yana, küçük, ama sık
zamlar yapmaktan geri durmamıştır.

İki buçuk yıllık süreçte enflasyon oranı yüzde
24 olarak gerçekleşmişken, aralarda gelen zamlarla birlikte su
fiyatları yüzde 175'e varan oranlarda zamlanmıştır. Aynı
dönemde barajların doluluk oranı ise iki katına çıkmıştır.
Son yıllarda tamamen fırsatçı bir anlayışla, enflasyon oranının
çok üzerinde yapılan zamlar, yetkililerin samimiyetini ve
becerisini sorgulatacak niteliktedir. Su fiyatlarındaki diğer
çarpıklık ise kademeli ücretlendirmedir. Daha çok su
tüketen ailelerin az tüketene göre iki kata varan fiyatlara
maruz kalması ülkemiz gerçeklerine ve sosyal adalete tamamen
aykırıdır.''

Açıklamada, ''İstanbul halkı suyu çok yüksek
fiyatlardan tüketmektedir. Doğal zenginlik ve su rezervi
açılarından dünyanın sayılı şehirlerinden olan İstanbul'da
yaşanan bu durum kabul edilemez boyuta ulaşmıştır'' ifadesine yer veren
Kaya, dünya çapında yapılan araştırmaların da bu
gerçeği doğruladığını belirtti.

29 Nisan 2010

Kaynak: cumhuriyet.com.tr

Krizde sıra hangi ülkede?

Krizde sıra hangi
ülkede?

Yunanistan kurtarılmayı beklerken başka AB
ülkeleri zor duruma düşüyor. Portekiz ve İspanya
borçlarını çevirmekte, ekonomiyi canlandırmakta sıkıntı
çekiyor. Kriz İrlanda'dan İtalya'ya geniş bir
coğrafyaya yayılabilir.

Uzmanlar Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya'yı uzun süredir
"mali yapısı en zayıf ve dolayısıyla kriz riski en yüksek AB
ülkeleri" grubunda değerlendiriyor. İngilizce adlarının baş
harflerinden yola çıkılarak grup kısaca "PIGS" şeklinde
tanımlanıyor. Bu gruba zaman zaman İtalya da eklenince "PIIGS"
diye başka bir ifade çıkıyor.

PORTEKİZ: Standard & Poor's, "yüksek borç
seviyeleriyle mücadele etme kabiliyetine ilişkin endişeleri"
gerekçe göstererek Portekiz'in uzun vadeli notunu iki kademe
birden indirdi. Böylece Portekiz'in borçlarını
çevirebilmesi biraz daha güçleşti. Oysa ülkenin bu
yıl içinde 20 milyar euro ek borca ihtiyacı var. Bunun 6 milyarlık
kısmının mayıs ayı sonuna kadar yetişmesi gerekiyor. AB'yi Portekiz'in
borçları değil, zayıf ekonomisi kaygılandırıyor. Sanayi rekabet
gücünden yoksun, özel teşebbüs her geçen gün
kan kaybediyor.

İSPANYA: Standard & Poor's (S&P), Yunanistan ve Portekiz'in
ardından İspanya'nın da uzun vadeli notunu AA+'dan AA'a
düşürdü. İspanya'nın not görünümü
negatif izlemeye alındı. İspanya, mali krizden etkilenen ülkelerin
başında geliyor. 2009 yılında bütçe açığı Gayrı
Safi Yurtiçi Hasıla'nın (GSYİH) yüzde 11,2'sini bulurken
işsizlik yüzde 20 seviyesine ulaştı. Hükümet,
bütçe açığını kontrol altına alabilmek için 50
milyar euroluk bir tasarruf paketi açıkladı. Uzmanlar, Avrupa'nın
dördüncü büyük ekonomisinin bu yıl
küçülmesini bekliyor. İspanya Maliye Bakanı Elena Salgado
sık sık "İspanya Yunanistan değildir" sözleriyle durumu
savunuyor.

İRLANDA: Mali krizin vurduğu Avrupa ülkelerinin başında geliyor.
Eurostat'ın verilerine göre İrlanda 2009 yılında borçlanmada
Yunanistan'ı dahi solladı. Geçen yıl Yunanistan GSYİH'sının
yüzde 13,6'sı oranında ek borçlanmaya giderken İrlanda'nın ek
borçlanma seviyesi yüzde 14,3'ü buldu. Gayrimenkul,
İrlanda'daki krizden etkilenen sektörlerin başında geliyor. Emlak
fiyatları bazı kentlerde yarı yarıya düştü. İşsizlik oranı
yüzde 13'e yükseldi. Hükümet radikal tasarruf
önlemleriyle piyasaları yatıştırmaya çalışıyor.

İTALYA: İtalya'da brüt kamu borcunun GSYİH oranı İtalya'da
yüzde 117'ye ulaşıyor. Buna karşılık birçok Güney
Avrupa ülkesine kıyasla sanayi altyapısı çok daha gelişmiş
durumda. Bu yıl İtalyan ekonomisinin yüzde 0,7 büyümesi
bekleniyor.

DW Türkçe / 29.04.10

Kaynak: kizilbayrak.net

Maden ocağında kaza: 2 ölü

Maden ocağında kaza: 2
ölü

alt="" />

Aydın- Alınan bilgiye göre, Şahnalı köyünde bulunan
maden ocağında çalışan S.Ö. ile Ö.B. isimli maden
işçileri, tünel içinde çalıştıkları sırada
açık elektrik tellerine dokundular.

Akıma kapılan işçilerden S.Ö. olay yerinde hayatını
kaybederken, ağır yaralanan Ö.B. ise kaldırıldığı Atatürk
Devlet Hastanesinde yapılan müdahaleye rağmen kurtarılamadı.
Olayla ilgili başlatılan soruşturmanın sürdüğü
bildirildi.

Kaynak: cumhuriyet.com.tr, AA , 29 Nisan
2010

Et ve Sütte Tarım Politikaları Kime Hizmet Ediyor? - Tayfun Özkaya

Et ve Sütte Tarım
Politikaları Kime Hizmet Ediyor? - Tayfun Özkaya

align="justify">"Bir yıl önce çiftçi eline
geçen fiyat sütte 36 kuruş, ette 9 lira iken devlet fiyatlara
müdahale etmeyi düşünmüyordu. Elimize geçen fiyat
sütte 80 kuruşa, ette 18 liraya çıkınca ise hemen
müdahale ediliyor? Bu durum çok canımızı sıkıyor."

Bu sözleri İzmir'in önemli bir et ve
süt üreticisi köyünde Tarım Bakanlığının et ithaline
karar verdiği haberini bir grup yetiştirici ile televizyonda izledikten
sonra bir çiftçi bize söyledi. Şüphesiz dar gelirli
tüketicimizin et yiyemez hale gelmiş olması hepimizi
üzüyordu. Ancak yıllardır çiftçiler
düşük süt ve et fiyatları nedeniyle hayvanlarını kesmek
zorunda kaldıklarında neden aynı duyarlılık gösterilmedi?
Çiftçiler yıllarca kötü fiyatlara dayanmışlardı.
Bu fiyat artışları hayvan yetiştiricilerine çok kısa bir altın
dönem yaşattı. Peki, çiftçi eline geçen fiyatlar
yerlerde sürünürken bunlardan tüketiciler yararlanıyor
muydu? Cevabımız hayırdır. Sütü çiftçi 40
kuruştan satarken pastörize süt 2 lira idi. Büyük bir
kâr süt fabrikalarının elinde kalıyordu. Çiftçi
eline geçen süt fiyatı 80 kuruşa tırmandığında ise
pastörize süt 2,2 lira olmuş idi. SEK yani Süt
Endüstrisi Kurumunun fabrikalarının özelleştirilmesi sonrası
çoğu fabrika kapatıldı. Piyasada hâkimiyet kuran şirketler
hem tüketici hem de çiftçi eline geçen fiyatlar
üzerinde tekele yakın bir güç oluşturmuşlardır.

Ette de çiftçi eline geçen fiyatlarla
market ve kasaptaki fiyatlar arasında büyük bir fark
bulunmaktadır. Et Balık kurumunun kombinaları ve satış mağazalarının
olduğu dönemde kurum hem tüketici hem de üreticiyi kollayan
bir politikayı az çok sağlayabiliyordu. Özelleştirme bu alanda
da güçlü şirketlerin egemenliğini pekiştirdi.

Şimdi daha ithalatın sözünün bile
edilmesi çiftçi eline geçen et fiyatlarını
düşürmektedir. Haberlerin çıkmasıyla birlikte
çiftçi eline geçen fiyat hemen 1,5 lira
düşmüştür. O halde bu politikanın maliyetini gene daha
çok üretici ödeyecek gibi görünmektedir.
Konuştuğumuz birçok üretici büyük et şirketlerinin
epeydir çok sayıda hayvan aldıklarına şahit olduklarını ve
üreticinin bu fiyat artışlarından çok bir yarar
sağlamadığını anlattılar. Hatta bazıları daha ileri giderek et
ithalatının yapılacağına inanmadıklarını, çünkü lobi
yapma gücüne sahip bu kişi ve kuruluşlarının bundan zarar
göreceklerini de iddia ettiler.

Seksenli yıllarda Özal dönemindeki et ve
süt ürünleri ithalatlarının bir yarar sağlamadığını
yaşayarak gördük. Şimdi bir de deli dana tehlikesi var. O halde
yapılması gereken süt ve ette aracıların yüksek
kârlarının azaltılmasıdır. Et Balık Kurumu iç piyasadan et
alımı yaparak maliyetine hatta çok az bir kârla satabilir.
Kısacası çiftçi eline geçen fiyatlar
düşürülmeden, tüketici fiyatı
düşürülmelidir. Bundan büyük şirketlerimizin
hoşlanmayacağı açıktır. Ancak tarım politikalarında herkesi
memnun eden mucizelere pek yer yoktur.

Çiftçilerimizin de uygulanmasını
istedikleri tarım politikası konusunda epeyce hayalci olduklarını
gördük. Süt priminin 40 kuruşa çıkmasını, hayvan
başına 1000 lira prim ödenmesini önerenler çok idi.
Aslında uygulanan politika da et ve süt ürünlerini işleyen
ve satan şirketlere dokunmayan bir politikadır. Ancak süt için
verilen prim sadece litrede 4 kuruştur. Anaç sığır başına da 225
lira ödenmektedir. Süt tozunu destekleyen politika ise çok
büyük oranda süt ve et şirketlerine yaramaktadır. Bu
nedenlerle şirketlerin hayvancılık desteklerine bir itirazları yoktur.
Çiftçilerimizin ise ne yazık ki kendilerine uygun tarım
politikalarının ne olacağı konusunda akılları karışıktır. Konuyu
sürdüreceğiz.

Tayfun Özkaya 

27 Nisan 2010 Salı

Tarım Ekonomisi Derneği İzmir Kemalpaşa İlçesi Halilbeyli Köyü Üreticileri ile Et ve Süt Fiyatlarını Konuştu

Tarım Ekonomisi Derneği
İzmir Kemalpaşa İlçesi Halilbeyli Köyü Üreticileri ile Et ve Süt
Fiyatlarını Konuştu

Tarım Ekonomisi Derneği İzmir İli
Kemalpaşa İlçesi Halilbeyli Köyü hayvan yetiştiricileri
ile 26 Nisan 2010 akşamı et ve süt fiyatları ve tarım politikası
sorunlarını tartıştığı bir toplantı düzenledi. Üreticiler
ve tarım ekonomistleri tüketiciler için pahalı hale gelen fiyat
artışı sorunun çözümünün ithalat olmaması
gerektiğini açıkladılar.

Toplantıya çok sayıda üretici katıldı. Üreticiler
bir süredir et ve süt satış fiyatlarının iyi olduğunu ancak
yılardır çok düşük fiyatlarla ürün
sattıklarını söylediler. Ocak ayında sütte ellerine
geçen fiyatın 36 kuruş, ette ise 9 TL olduğunu söyleyen
üreticiler, şimdi sütün 70 kuruş etin ise bir gün
önce 17 TL. bugün ise ithalat haberleri üzerine 16,5 TL
olduğunu belirttiler. Söz alan üreticiler ellerine geçen
fiyatlar yerlerde sürünürken ve mecburen hayvanlarını kesime
götürerek üretmekten vazgeçtikleri dönemlerde
piyasalara müdahale etmek için bir çaba
görmediklerini ifade ederken kırgındılar.
 
Söz alan dernek başkanı Prof. Dr. Tayfun Özkaya et ithal
etmenin deli dana gibi sağlık açısından da sakıncaları olduğunu
belirterek ithalatın iyi bir politika olmayacağını belitti. Özal
dönemindeki ithalatların da bunu gösterdiğini vurguladı.
Toplantıya katılan Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şube
yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Harun Uysal ise çiftçi
eline geçen süt ve et fiyatlarının uzun süre çok
düşük kalmasının temel nedeninin SEK ve ET Balık
kuruluşlarının özelleştirilmesi olduğunu belirtti. Bunun sonucunda
üreticilerin hayvanlarını kesime göndererek üretimden
çekildiklerini ve bunun arkasından hızlı ürün fiyat
artışlarının geldiğini söyledi. Şirketlerin ise fiyatların
düşük olduğu dönemde de tüketicilere uygun fiyatlar
sunmadıklarını vurguladı.
 
Prof. Özkaya hem üretici hem de tüketiciyi koruyacak
alternatif politikaların hala var olduğunu belitti. Et Balık kurumunun
üretici fiyatını düşürmeden maliyetine hatta çok
düşük bir kârla et pazarlayabileceğini, tüketici
fiyatlarının makul düzeylere geriletilebileceğini söyledi.
Süt primi ve süt tozunu destekleme politikalarının daha
çok şirketleri güçlendirdiğini belirten Özkaya
devletin kooperatiflere tesisler kurmak için destek olması,
sütün bol bulunduğu bahar aylarında okul sütü
projesinin bütün ülkeye yayılması gerektiğini
vurguladı.
 
Toplantıya katılan birçok üretici büyük et
şirketlerinin önceki aylarda çok sayıda hayvan aldıklarına
şahit olduklarını ve üreticinin bu fiyat artışlarından çok
bir yarar sağlamadığını anlattılar. 
 
Prof. Dr. Tayfun Özkaya

26 Nisan Uluslararası Tohum Günü Kutlu Olsun - Tayfun Özkaya

26 Nisan Uluslararası Tohum
Günü Kutlu Olsun - Tayfun Özkaya

size="3">Tayfun Özkaya

 

Uluslararası Tohum
Günü patentsiz tohumlarla çiftçilerin
biyoçeşitlilik haklarını savunmak ve ABD işgal kuvvetlerinin
Irak'ta çıkardığı 81 Numaralı kararı eleştirmeyi
amaçlamaktadır.
Dünyadaki
çeşitli kuruluşlar, eylemciler, çiftçiler ve organik
tarım savunucuları, 26 Nisan Uluslararası Tohum Gününde
aşağıdaki konularda halkı eğitmek ve medyayı bilgilendirmek
istemektedirler.
· size="1">       

Biyoçeşitliliğin önemi ve tohum saklamanın nasıl
yapılacağı,
· size="1">       

Genetik Olarak Değiştirilmiş gıda ve patentli tohumların
tehlikeleri
· size="1">       

81
Numaralı karar ve bunun Irak tarımını nasıl tahrip ettiği ve
edeceği
· size="1">       

Tohum kaynaklarını kontrol eden dev tarım şirketlerine nasıl
direnileceği
Önceki Irak
Anayasası biyolojik kaynakların sahiplenilmesine karşı idi.
Çiftçilerin birbiri ile karşılıksız tohum değişimine
dayanan çiftçi tohumları sistemi çok uzun bir
süredir Irak'ta tarımın temelini oluşturuyordu. Ancak
bütün bunlar tarih oldu. 26 Nisan 2004'de Geçici
Koalisyon Otoritesinin yöneticisi Paul Bremer çiftçilerin
yasaya göre  kayıtlanmış olan yeni çeşitlerden elde
edilen tohumları tekrar kullanamayacaklarının belirlendiği 81 Numaralı
kararı imzaladı. Bir ürünün sahipliliği iddia edildiğinde
çiftçilerin kendi tohumlarını saklamaları yasaklanmış
oluyordu ve çiftçiler sahibi olduğu iddia edilenlere para
ödemek zorunda idiler.
Türkiye'de de
tohum yasası ile çiftçiler yerel tohumları satmak hakkından
alıkonulmaktadırlar. Yerel tohumlar yasa dışına yakın
konumdadır.
Özgür
tohumların hâkim olacağı bir dünyaya kavuşmak umuduyla
uluslararası tohum gününüzü kutlarım.

 

26 Nisan 2010 Pazartesi

Amerika'da Yükselen Faşizm

Amerika'da Yükselen
Faşizm

Amerika'da son günlerde gündemde
olan bir parti var. Çay Partisi (Tea Party) adındaki bu parti
"beyaz milliyetçiliğini", Amerika Birleşik
Devletleri'nin kuruluş ideolojisini tekrar ön plana
çıkarıyor. İsteklerini "Amerika İçin Kontrat"
adını verdikleri bir yazıyla duyuran bu ırkçı kitle Noam
Chomsky'nin de dikkatini çekti.

Sol entelektüel Chomsky, Çay Partisi'ni
işaret ederek Amerika'da faşizm riskine karşı uyarıda bulundu. Hitler'in
konuşmalarını radyodan dinleyebilmiş bir yaşta olduğunu söyleyen
Chomsky, Çay Partisi gösterilerine katılan kalabalıkların
yapısının ve taşkınlıklarının faşizmin kara bulutlarını
hatırlattığını düşünüyor. Wisconsin Madison'daki Orpheum
Tiyatrosu'nda binden fazla kişiye konuşan Chomsky, bu
gösterilerde gördüğü öfke ve korku düzeyini
yaşamı boyunca karşılaştığı herhangi bir şeyle
karşılaştıramayacağını belirtti ve katılanların yarısının
kendisini ortalama bir Çay Partisi üyesine yakın hissettiğini
söylediği güncel bir anketten söz etti. Chomsky ayrıca
"Çay Partisi'nin kurnazlıklarıyla dalga geçilmesi
ciddi bir hatadır" diyerek, ekonominin 1970'lerde
finansallaştırılmasının bir sonucu olarak 30 yıl boyunca bu insanların
gelirlerinin hiç artmadığı göz önüne alındığında
davranışlarının anlaşılabilir olduğunu söyledi. Çay
Partisi'nin yükselişinin altında sınıfsal bir neden
bulunduğunu belirten Chomsky, krizin asıl sorumlusu olan bankerlerin
yüksek oranda kârlılıklarını arttırmayı
sürdürdüklerini, ancak resmi işsizliğin yüzde onlar
civarında, üretim sektöründe işsizliğin ise Büyük
Bunalım dönemi seviyesinde olduğunu söyledi. Konuşmasının
devamında Obama'nın bankerlerin tercihi olduğunu, kapitalizmin kriz
sürecinde bir kez daha ortaya çıkan adaletsizliğinin toplumun
dışlanan kesiminde öfke oluşturduğunu ve bütün bu
yaşananların bir bakıma Weimar Cumhuriyeti'ni
çağrıştırdığını ekledi. Bu yüzden özellikle Nazi
döneminden dersler alınması gerektiğini vurguladı.

Çay Partisi korkudan, toplumda her geçen
gün yükselen şiddet eğiliminden ve ırksal kinden besleniyor.
Obama karşıtlığı da içeren bu hareket, Obama'nın
yaptıklarının "beyaz köleliğini" tetiklediğini iddia
ediyor. Özellikle sağ basın tarafından desteklenen bu kişilerin
homojen, beyaz, muhafazakâr, hristiyan ve heteroseksüel olmaları
göze çarpıyor.

İvme Dergisi Çeviri Grubu

Kaynaklar ve Bağlantılar

href="http://www.progressive.org/wx041210.html">http://www.progressive.org/wx041210.html

href="http://www.commondreams.org/view/2010/04/15-5">http://www.commondreams.org/view/2010/04/15-5

href="http://www.commondreams.org/view/2010/04/19-3">http://www.commondreams.org/view/2010/04/19-3

href="http://www.alternet.org/news/146190/the_tea_parties:_built_on_fear,_violence_and_race_resentment">http://www.alternet.org/news/146190/the_tea_parties:_built_on_fear,_violence_and_race_resentment

href="http://www.alternet.org/story/146502/the_tea_party_crowd_needs_to_wake_up_to_who_the_real_villains_are">http://www.alternet.org/story/146502/the_tea_party_crowd_needs_to_wake_up_to_who_the_real_villains_are

Mesleki kurslara 2 milyon kişi 3.5 milyar lira harcadı, sadece 22 bini iş buldu

Mesleki kurslara 2 milyon
kişi 3.5 milyar lira harcadı, sadece 22 bini iş buldu

alt="Mesleki kurslara 2 milyon kişi 3.5 milyar lira harcadı, sadece 22 bini
iş buldu " class="flt_lft"
src="http://i.radikal.com.tr/644x385/2010/04/25/fft5_mf420326.Jpeg" />

Kursiyerlerin yüzde 25'ini
üniversite mezunları oluştururken, 300'e yakın branşta verilen
meslek kursları içinde en gözde eğitim alanı bilgisayar.

26/04/2010 02:00

İSMMMO'nun 'İşsiz Kursta' Araştırması'na göre,
kriz yılı 2009'da Türkiye'de mesleki eğitim kurslarına
3.5 milyar TL harcandı. İş-Kur verileri de, meslek edinmek için
başvuranların sayısının 2008 yılına göre yüzde 500 gibi
rekor bir oranda artarak 181 bin 900'e çıktığını
gösteriyor.

ANKARA - İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler
Odası'nın (İSMMMO) araştırmasına göre, İş-Kur, halk
eğitim merkezleri, belediyeler ve özel dershanelerin verilerinden
yararlanarak yaptığı 'İşsiz Kursta' araştırmasına
göre, 2009'da meslek edindirme kurslarına giden kişi sayısında
patlama yaşandı. Türkiye son bir yılda mesleki kurslara 3.5 milyar TL
harcarken, kurslara katılan 2 milyon kişiden sadece 22 bini 569'u iş
garantisine kavuştu. Geçen yıl Türkiye İş Kurumu'na
(İş-Kur) yeni meslek edinmek için başvuranların
sayısı bir önceki yıla göre yüzde 500 artarak 181 bin
900'e çıkarken, kurslara krizde işini kaybedenlerin yanı
sıra, çalışma hayatına yeni katılacakların da ilgisi arttı.
/>
İş-Kur, 2009'da mesleki eğitim için bütçesinden
500 milyon TL'ye yakın kaynak ayırdı. Devletin meslek edindirmeye
harcadığı bir yıllık kaynak da 1 milyar 500 milyon TL'ye ulaştı.
Kendi çabasıyla bütçesinden pay ayıranların meslek
kurslarına harcadığı bir yıllık rakam 2 milyar TL'yi buldu.
300'e yakın branşta eğitim veren kurumlarda en çok tercih
edilen mesleki eğitim kursları ise bilgisayar ve bilgisayara bağlı
meslekler olarak dikkat çekti. Kursların diğer gözde meslekleri
arasında emlak danışmanlığı, emlak brokerliği,
bankacılık, pazarlama, satış yönetimi, cilt bakımı,
kuaförlük, aşçılık, cam mamul imalatçısı ve
elektrik panosu montörü gibi meslekler yer aldı. Kursiyerlerin
yüzde 25'ini üniversite mezunları oluşturdu. Mesleki
eğitim kursları, ekonomiye hareketlilik getirirken, işsiz eğitmenler
için de istihdam olanağı yarattı.

'Yeterli çözümü
üretmiyor'

İSMMMO Başkanı Yahya Arıkan, verilere ilişkin değerlendirmesinde iki
yıllık sürede yeni bir meslek edinmek için
kursların kapısını çalanların sayınının azımsanmayacak
ölçüde arttığına dikkat çekti. Kişilerin yeni
meslek kurslarına bu denli ilgi göstermesinin krizin boyutlarını da
net olarak ortaya koyduğuna dikkat çeken Arıkan, bu tür
kursların faydalı, ancak yeterli çözümler
üretmediğini söyledi. İşsizlik sigortası fonundan mesleki
eğitime önemli bir kaynak ayrılmasının gerekli olduğunu belirten
Arıkan, ancak sonuca bakıldığında hedefe ulaşılamadığının
görüldüğünü kaydetti. İSMMMO Başkanı Arıkan şu
değerlendirmeyi yaptı: "Bu yolla sağlıklı eğitimler
verilmeyebiliyor. Harcanan para işçinin parasıdır.
Eğitime evet, ama işsizlik sigortasının içi boşaltılmasın. Kurs
adı altında işsizlik sigortasından çıkan paralar belediyelerin
farklı ihtiyaçlarını karşılamaya yarıyor. 2006'da
işsizlik sigortası fon giderleri 1 milyar 115 milyon TL iken, bu rakam
2009'da 9 milyar 223 milyon TL'ye ulaşıyor. Sadece son bir
yılda bu rakamın 500 milyon TL'sini bu tür kurslar için
yapılan ödemeler oluşturuyor. Devletin desteklediği kurslarda mesleki
eğitimlerin kurs sürelerinin 3-4 ayla sınırlı olması nedeniyle
hiçbir fayda sağlamayabiliyor. Yani yeni bir meslek edinmek
için devletin düzenlediği kurslara başvuranlar daha çok
hayal kırıklığı yaşıyor. Soruna daha kalıcı
çözümler üretilmesi, eğitim sisteminin yeniden
yapılandırılması şart. Kurs sisteminin de sağlıklı işlemesi
için bu tür kursların denetimlerinin artırılması ve kursa
katılanlara iş garantisinin sunulması lazım. Oysa iş garantili kurslar
çok az kişiye umut oluyor."

Kursiyerlere günlük 15 TL teşvik
2004 yılında mesleki alanda verilen eğitimlerde sayıları sınırlı olan
kursiyer sayısı büyük artış gösterdi. 2008 ve 2009
yılında patlama yaşanmasının altında yatan asıl neden ise ekonomik
kriz. Buna bir de işsizlik sigortasında biriken paraların bir kısmının
kurslar aracılığıyla kursiyerlere dağıtılması da eklenince patlama
kaçınılmaz oldu. 
Mesleki eğitime destek kapsamında yurt genelinde başlatılan atağın
başarılı olması ve daha fazla kişinin vasıflı eleman
statüsüne katılımını sağlamak için kursiyerlere 15 TL
günlük yemek ve ihtiyaç parası da ödendi. Bu kapsamda
İş-Kur 2009 yılı içinde 181 bin 904 kursiyere yaklaşık 2 milyon
700 bin TL'lik doğrudan ödeme yaptı. İş-Kur'un
çatı görevi gördüğü kurslara katılanların
yüzde 60'ının hiçbir vasfa sahip olmadığı dikkat
çekti.
Her ne kadar İş-Kur bünyesinde kursiyerlere para verilse de para
almadan yeni bir meslek edinmek için kursların kapılarını
çalan da azımsanmayacak ölçüde çok.
İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Antalya büyükşehir
belediyeleri tarafından düzenlenen meslek edindirme kurslarına ve halk
eğitim merkezlerine meslek edinmek için başvuranların sayısı
2009'da 100 bin civarında görünüyor. Ekonomik krizle
birlikte yeni meslek edinmek isteyenlerin kapılarını çaldığı bir
diğer adres ise, Türkiye'de sayıları 2 bin 274'ü
bulan meslek edindirme kursları oldu. 
Yaklaşık 300 ayrı branşta eğitim veren özel meslek kurslarının
375'i özel güvenlik elemanı yetiştiren kurslardan
oluşuyor. Bin 899 özel meslek kursları ise çeşitli branşlarda
eğitim veriyor. Bu kurslara katılan ve ders alan yıllık kursiyer sayısı
yaklaşık 1 milyon 700 civarında. Özel meslek kurslarında aylık
ücretler 750 TL ile 2 bin TL arasında değişiyor. Yapılan hesaplamaya
göre bin özel kursta kursiyer sayısını kurs başına yıllık
ortalama 500, kurs ücretini ise 750 TL, 899 kursta ise kursiyer
sayısını yaklaşık bin 100, kurs ücretini bin 500 olarak ele
alınıyor. Bin 899 özel meslek kursunda böylece 1 milyon 488 bin
900 kursiyerin yıllık toplam kurs ücreti 1 milyar 858 milyon 350 bin
olarak hesaplanıyor. Özel Güvenlik eğitimi kurslarında da
ücretler 500 TL ile bin TL arasında değişkenlik
gösteriyor. 

İşsiz öğretmenlere de fırsat
Mesleki yeterlilikle ilgili çalışmalarda, teşvik kalemi
içinde yapılan harcamalarda işsizleri eğitmek için
açılan kurs yerlerine ödenen kiralar, açılan kurslara
ilişkin verilecek eğitim için gerekli olan araç gereç
materyallerinin temini, söz konusu kurslarda eğitmenlik görevinde
bulunanlara ödenen maaşlar ile belediye ve diğer aracılara yapılan
ödemeler yer aldı. Mesleki eğitim için harcanan kalemler
arasında usta öğreticilere ödenen maaş kaleminde özellikle
ciddi artışlar yaşandı. 
Sadece İş-Kur bünyesinde açılan mesleki eğitim kurslarında
yurt genelinde 5 bine yakın usta öğreticiye iş imkânı
sağlandı. Bu rakam halk eğitim ve belediyelerin düzenlediği
kurslarla 30 bini geçti. Usta öğreticilere ödenen aylık
maaş yaklaşık bin 500 TL. Halkeğitim ve belediyelerde SGK primleri
yaklaşık 300, İş-Kur bünyesindeki eğitmenlerin SGK primleri ise 750
TL civarında. Yurt genelinde en az 30 bin eğiticinin görev
aldığını ve bu eğitmenlerin aylık gelirinin bin 500 TL olduğunu
varsayıldığında 2009 yılında eğitmene ödenen toplam paranın 540
milyon TL'ye ulaştığı görülüyor. 
Mesleki eğitime hız verilmesi sadece eğiticileri değil, sanayiciyi ve
eğitim verilen mekanı ayarlayan aracıları da sevindirdi. Mesleki eğitim
için gerekli olan araç ve gereçlerin teminine yurt
genelinde en kaba hesapla yaptığımız hesaplamaya göre yaklaşık 270
milyon TL harcandı. 30 bin eğitmenin en az üç farklı eğitim
yerinde verdiği eğitim baz alınarak yapılan hesaplamada, 90 bin eğitim
yeri için ortalama 3 bin TL'lik eğitime konu makine ve ekipman
alındı. Bunun da maliyeti yaklaşık 270 milyon TL olarak
hesaplandı. 

En gözde branş bilgisayar 

300'e yakın branşta verilen meslek kursları içinde en
gözde eğitim alanı bilgisayar. Katılımcılar, bilgisayar
tamirciliğinden donanımı ve yazılımına kadar birçok meslek
kursuna büyük ilgi gösteriyor. Turizm, inşaat, emlak ve
finans alanlarında verilen kurslar da tercih sıralamasında başı
çekiyor. Cilt bakımı ve kuaförlük alanındaki meslek
kursları kişinin kendi işini kurma fırsatı tanımasıyla cazip meslekler
arasında yer alıyor. Gözde meslek kursları arasında emlak
danışmanlığı, emlak brokerliği, turizm, seramik
dekoratörlüğü, kaynakçı, sıvacı, doğalgaz
tesisatçılığı, grafik tasarımcılığı, makine ressamı, LPC
operatörlüğü, CNS operatörlüğü, gaz altı
kaynakçılığı, web operatörlüğü de var.
(Radikal)

Kaynak: radikal.com.tr

25 Nisan 2010 Pazar

Devrim Venezuelalılar’a yaradı!

Devrim Venezuelalılar'a
yaradı!

Son on senede Venezuelalılar'ın aldığı
günlük besin miktarı BM standartlarının üzerine
çıkarken, ülkede yetersiz beslenenlerin miktarı
üçte iki oranında düştü.

Venezuela'da Bolivarcı devrimin, ülkenin yoksullarına
sağladığı faydalardan birisi daha verileriyle ortaya çıktı.
Ulusal Beslenme Enstitüsü'nün verilerine göre son
on yılda Venezuelalılar'ın günlük aldıkları kalori
miktarı, Birleşmiş Milletler standartlarının üzerine
çıktı.

Hugo Chavez'in ilk defa seçildiği 1998 yılında
Venezuelalılar günde ortalama 2200 kalorilik besin
tüketiyorlardı. Yeni verilere göre 2008 yılında bu rakam 2800
kalorinin üzerine çıktı. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım
Örgütü, günlük 2300 kalori tüketilmesini
tavsiye ediyor.

Ülkede yetersiz beslenme oranı da 1998'deki yüzde
21'den, 2007'de yüzde 6'ya kadar geriletildi.

Nasıl başarıldı?
Chavez hükümeti, iktidara geldiğinden bu yana tarımda önemli
adımlar attı. Devletin yatırımı ciddi miktarda artarken,
küçük ölçekli üreticiye verilen kredi
miktarları artırıldı, milyonlarca hektar kullanılmayan toprak yeniden
dağıtıldı ve bazı yaşamsal besinlerde fiyat denetimi sağlandı.

En az bunlar kadar önemli bir başka adım, ülke genelinde
devletin sübvanse ettiği düşük fiyatlardan tüketiciye
besin maddelerinin ulaştırılmasını sağlayan iki büyük ağ
kurulması oldu. Bu iki ağın ülke genelinde 6 binin üzerinde
kafeteryası bulunuyor. Benzer uygulamalar özelleştirilmiş şekillerde
de yürütülüyor. Yakın zamanda ülkenin ulusal besin
maddesi olan, bir çeşit mısır olan arepayla yapılmış yemeklerin
piyasa fiyatının üçte birine satıldığı bir restoranlar
zinciri kuruldu.

Ancak halen gıda üretimi ve dağıtımında ağırlığı bulunan
özel şirketlerin fiyat spekülasyonları nedeniyle dönem
dönem bazı mallarda kısa süreli kıtlıklar yaşanabiliyor.

Ülkenin zirai depo ve silolarından sorumlu olan Carlos Osorio,
hükümetin her bir besinin üretimi, işlenmesi ve
saklanmasında devlete ait şirketlerin kurulması sürecinde olduğunu
belirtiyor. Osorio, özel şirketlerin sabitlenmiş fiyatlardan
aldıkları malları Kolombiya sınırında kaçakçılık
yoluyla ya da karaborsada aşırı pahalanmış fiyatlardan satarak
büyük kârlar elde ettiklerine dikkat çekiyor. Osorio,
gıda maddelerinin dağıtımının özel sektörün elinde
kalmasını engellemenin hedeflerinde olduğunu söylüyor.

Kaynak: sol.org.tr (soL - Dış Haberler)

TMMOB, İşçi Sınıfının Birlik ve Dayanışma Gününde Yerini Aldı

TMMOB, İşçi Sınıfının
Birlik ve Dayanışma Gününde Yerini
Aldı

YÜZBİNLER 1 MAYIS I İŞÇİ BAYRAMI
OLARAK KUTLADI

1 MAYIS'IN TARİHSEL GELİŞİMİ
1 Mayıs, Uluslararası İşçi Birlik ve Dayanışma
Günüdür. Sömürü, baskı ve cinayetlere karşı
çıkan dünya işçileri, 100 yıla yaklaşan bir
süredir 1 Mayısları işçi sınıflarının uluslararası birlik
ve dayanışma günü olarak kutlamaktadırlar.
19. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, Batı Avrupa ve Amerika
Birleşik Devletleri'nde gelişen ye bunalımları artan kapitalizm,
varlığını sürdürebilmek amacıyla,
sömürüsünü ve kitleler üzerindeki baskısını
artırmış, işçi sınıfına cinayetlerin, tutuklamaların ve
baskıların uygulama alanı haline getirilmişti. 1 Mayıs 1886'da,
ücretlerinin düşürülmesi üzerine ve iş
gününün 8 saate indirilmesi istemleriyle genel greve giden
Amerikan işçisi, burjuvazinin şiddet eylemlerine hedef oldu.
Amerikalı sendikacı ve işçi direnişlerinin lideri Parsons ve
arkadaşları uzun süren yargılamalardan sonra burjuva yasaları ile
asılarak öldürüldüler. Bu olay tüm dünya
işçilerinin bilinçli tepkilerini ortaya çıkardı.
1889'da Paris'te toplanan Sosyalist Enternasyonal 1. Kongresi
dünya işçilerinin dayanışmasını simgeleyen bir gün
belirlenmesine ve daha sonra da bugünün 1 Mayıs olmasına karar
verdi, 1 Mayıs 1890, aynı düşünce çevresinde toplanmış
olan dünya işçilerinin büyük kutlama
gösterilerine tanık oldu. O tarihten günümüze dek,
dünya işçi sınıfı, 1 Mayıs'ları,
sömürüsüz ve barış içinde yeni bir dünya
için, kutlaya geldiler.

TÜRKİYE'DE 1 MAYIS
Emperyalist ülkelerin, sömürüsü altında
1914'de gelen Osmanlı İmparatorluğu, 1. Paylaşım Savaşıyla
dağılmış, hem örgütsel hem de ekonomik düzeyde
etkinliğini yitirmişti. Osmanlı ekonomik ve sosyal sisteminin
özelliği ve emperyalizmin etkisiyle, kapitalizm bu ülkede uzun
süre gelişememiş ve ekonomik sistem dış ekonomilere bağımlı
olarak gelişmişti. Bu somut durumun etkisiyle, işçi sınıfı
nitelik ve nicelik olarak varlığını ortaya koyamamış, yalnızca
göreli olarak sanayinin yoğunlaştığı İstanbul ve çevresinde
belirli bir etkinliğe kavuşmuştu. Bu nedenle Türkiye'de ilk 1
Mayıs, 1921 yılında İstanbul işçilerinin örgütlerinin
çağrısına uymalarıyla, İstanbul'da Anadolu'da ve
emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesinin içinde bulunan
cephelerde kutlandı. Cumhuriyet sonrasında da işçiler 1
Mayıs'ı kutladılar. Ancak, bu kutlamalar olaysız geçmedi ve
1925 yılında çıkarılan bir kanunla 1 Mayıs "Bahar ve
Çiçek Bayramı" olarak kabul edildi. Aynı yıl
çıkarılan "Takrir-i Sükın "yasasıyla da tüm
işçi örgütleri ve eylemleri yasaklandı. Böylece,
toplumdaki egemen sınıfların sömürü ve baskılarının daha
rahat sürebileceği bir ortam oluşturuluyordu. Bu tarihten sonra 1
Mayıs Uluslararası İşçi Birlik ve Dayanışma Günü,
kitlesel olarak kutlanamadı ancak 1 Mayıs'ın işçi bayramı
niteliğinin yasal olarak da kabul edilmesi yolunda ki istemler ise, kendini
hemen hemen her dönemde duyurdu. 1950'lerden başlayarak,
hızlanan kapitalistleşme süreci ve 1961 yılında demokratik haklarda
sağlanan gelişim, niteliği değişen ve sayısı artan işçi
sınıfımızın, sendikal haklarına kavuşmasında bir aşama oluşturdu.
1967 yılında DİSK'in kurulmasıyla, Türkiye işçi
Sınıfı, TÜRK-İŞ'in sendikacılık anlayış ve
uygulamasından kurtularak, işçi sınıfının gerçek
çıkarlarını savunan sendikacılığa ulaştı. 1960 sonrasında,
Türkiye  burjuvazisinin içine düştüğü
bunalımı, 12 Mart faşist rejimi ile geçiştirmeye
çalışması, her ne kadar, işçi sınıfı üzerinde bir
baskı ve
terör dönemi açtıysa da, Türkiye işçi
sınıfı bu uygulamalardan daha bilinçli ve güçlü
çıktı.

DİSK VE TÜRK-İŞ'İN 1MAYIS'A
YAKLAŞIMLARI

Bugün TÜRK-İŞ, 274 ve 275 sayılı yasaların kabul
yıldönümü olan 24 Temmuz'u "İşçi
Bayramı" olarak kabul ediyor. Oysa ki, DİSK bu yasaların
anti-demokratik hükümleri içerdiğini belirterek,
bugünün "bayram" olarak kabul edilmesine karşı
çıkıyor.Kaldı ki 1 Mayıs'ın tüm dünya
işçilerinin birlik ve dayanışma günü olarak kutlanması
geleneğine karşı çıkmanın, farklı dünya
görüşlerinin sahiplerince ortaya konabileceği de açık.
TÜRK-İŞ, sınıf uzlaşmacılığı anlayışına dayanan ve
burjuvazinin çıkarları doğrultusunda
sürdürdüğü sendikacılığının gereklerini yerine
getiriyor.

TEKNİK ELEMANLAR VE 1MAYIS
Grevli, toplu sözleşmeli sendikal haklarına kavuşmak amacıyla ve
kendi sorunlarından kaynaklanarak, anti emperyalist ve anti-faşist
mücadele veren teknik elemanlar için 1 Mayıs'ın
önemi büyüktür. Kapitalist ekonomiler içinde
gün geçtikçe işçi snıfına yaklaşan teknik
elemanlar, tüm emekçi tabakaların hak ve çıkarlarını
savunan işçi sınıfının yanında yer alıyorlar. 1 Mayıs
Uluslararası İşçi Birlik ve Dayanışma Günü, onlar
içinde işçi sınıfıyla birlik ve dayanışma günü
olarak kutlanması gereken bir gün haline geliyor.

1MAYIS 1976
Yarım yüzyıllık bir aradan sonra, 1 Mayıs'ın kutlanması,
1976 da DİSK'in önderliğinde gerçekleştirildi. TMMOB, bu
güne Odalarıyla birlikte katıldı, 1 Mayıs 1976'nın
Türkiye İşçi Sınıfı ve demokratik güçler
açısından öneminin değişik açılardan irdelenmesi
gerekiyor. Bir kere, 1 Mayıs 1976 Türkiye işçi sınıfının 20
yıllık nitel ve nicel gelişimini tüm açıklığı ile ortaya
çıkardı. Barıştan yana,özgürlükten yana ve
sömürüye karşı verilen mücadelede işçi
sınıfının işlevi ve gücü bir kez daha vurgulandı. İkinci
olarak demokratik
kuruluşların, işçi sınıfıyla olan dayanışması somutlandı. 1
Mayıs 1976'da DİSK'in önderliğinde ve ülkemizdeki
tüm demokratik
kuruluşların katılımıyla İstanbul Taksim Alanında, yüz binler,
işçi sınıfımızın ve demokratik kuruluşlarımızın talepleri
doğrultusunda "tek yürek, tek bilek" olarak toplandılar. Bu
günde faşizm ve emperyalizm lanetlendi, barışa özlem dile
getirildi, demokratik istekler haykırıldı. Uluslararası İşçi
Birlik ve Dayanışma Günü, işçi sınıfının devrimci
bilinç ve olgunluğuna yaraşır biçimde kutlandı. Ancak
Türkiye burjuvazisi ve onun yardakçıları, 1 Mayıs
1976'dan rahatsız oldular, 1 Mayıs öncesi ve sonrasında
işçiler ve öğrenciler
katledildiler. TRT ve burjuva basını olaya gereken önemi vermedi.
Kısacası, 1 Mayıs 1976'da burjuvazinin olanca saldırılarına,
cinayetlerine ve engellemelerine karşın, Türkiye işçi
sınıfı ve demokratik güçler, faşizme ve emperyalizme karşı
mücadelenin, özgürlüğe ve barışa olan tutkunun
görkemli bir örneğini sergilediler.

TMMOB Birlik Haberleri
Sayı 39
14 Mayıs 1976

 

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Önünde Basın Açıklaması

Mimarlar Odası İstanbul
Büyükkent Şubesi Önünde Basın Açıklaması

color="#444444">Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent
Şubesi'nde TEZ KOOP İŞ üyesi Veli Ergün'ün
işten atılması nedeniyle 22 Nisan Perşembe günü saat
12:30'da basın toplantısı yapıldı.

Karaköy
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi önünde
gerçekleştirilen toplantıya, Tez Koop İş üyesi
işçiler ve oda çalışanları katıldı. Tez Koop İş
İstanbul 5 No'lu Şube Başkanı Rabia Özkaraca konuşmasında,
sendika olarak TMMOB'a bağlı odalarda örgütlendiklerini,
ancak "demokratik bir kurum" olarak gördükleri Mimarlar
Odası'nda çalışanlarının sendikalarda
örgütlenmesinin teşvik edilmesini beklerlerken, tersine,
engellemeler ve işten çıkarmalarla karşılaştıklarını, başka
odalarda da yaşanan bu durumun çok üzücü ve
açıklanamaz olduğunu söyledi.

Özkaraca, çalışanların sendikalı olmasının
önündeki engellerin de ötesinde, odalarda sözleşmeli
çalışanların Tekel işçilerinin durumundan farklı
olmadığını belirtti. Sözleşmeli çalıştırmanın
kölelikten farklı olmadığını söyleyen Özkaraca, bazı
odalarda sözleşmelerin dahi yenilenmediğini, bu durumda olan
çalışanların sosyal, ekonomik hakları olmadığını, hatta
sigortasız çalıştırmanın örnekleriyle bile
karşılaştıklarını belirtti.
size="2">Rabia Özkaraca, Mimarlar Odası'nın kendilerini hayal
kırıklığına uğrattığını söyleyerek, sözü işten
çıkarılan Veli Ergün'e bıraktı.

 
Veli Ergün
konuşmasında, Mimarlar Odası'nda uzun süredir demokratik
olmayan işler yapıldığını, bunlara bizzat şahit olduğunu, Mimarlar
Odası Karaköy Binası'nın yapımında sigortasız
çalıştırılan işçilere küfürler edildiğini ve
çocuk yaşta işçi çalıştırıldığını
açıkladı.  
size="2">Kendisinin atılması ile ilgili olarak; mesai ücreti ile
ilgili belgede "sahte imza" attığı yönündeki
suçlamayla karşı karşıya geldiğinde, suçlamayı yapan
yönetim kurulu üyesine "Mert ol" dediği için
"hakaret" gerekçesiyle işten çıkarıldığını
söyleyen Veli Ergün, "özür mektubu yazarsan işini
geri alabilirsin" dendiği için böyle bir dilekçe
yazdığını ama buna rağmen işine son verildiğini ve yazdıklarının
mahkemede aleyhinde kullanıldığını belirtti.

 
"İşten
Atmalara Son!", "1 Mayıs'ta Taksim'deyiz!",
"Güvencesiz Çalışmaya Hayır!", "Veli
Ergün İşine Geri Alınsın" sloganların
atıldığı/dövizlerinin taşındığı basın açıklaması, Tez
Koop İş 5 No'lu Şube Örgütlenme Sekreteri Elvan
Demircioğlu'nun okuduğu basın açıklamasıyla son
buldu.
 
Basın
açıklamasının tam metni aşağıdadır.
 
 
İvme Dergisi
 
MİMARLAR ODASINDAN ATILAN
İŞÇİLER İŞE GERİ ALINSIN!
color="#444444">

Tez-Koop-İş
Sendikası olarak, Mimarlar Odasında halen sendikal çalışma
yürütmekteyiz. Henüz Örgütlenme sürecimiz devam
ederken Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi'nde
teknik işler bölümünde part-time olarak 10 yıla yakın,
kadrolu olarak ise 1,5 yıldır çalışan sendikamız üyesi Veli
Ergün işten atılmıştır. Veli Ergün sendikal
çalışmalarda öncülük eden arkadaşımızdır. İşten
atılmadan önce Yönetim Kurulu üyesi Gazanfer Karlıca ile
uzun sürece yayılan tartışmalar yaşanmış, bu tartışmalar Mobbing
uygulaması boyutuna ulaşmıştır. Üyemiz Veli Ergün, iş
yasasının 25/2. Maddesine göre Yönetim Kurulu üyesine
hakaret etmek suçlamasıyla işten
atılmıştır.

İşçinin
savunması alınmadan, sendikasıyla görüşmeden, süre
tanınmadan işine son verilmesinin ardından tazminatının yatırılması
oda yönetiminin vicdanını rahatlatabilir ama kamuoyu vicdanı ve
iradesi odanın uygulamasını mahkum etmiştir ve edecektir. Odaların,
demokratik kitle örgütlerinin çalışanlarla ilişkilerinde
örnek davranışlar sergilemeleri, sendikal örgütlenmeyi
teşvik etmeleri, işyerinde işçileriyle sorun yaşadıklarında
hemen yasaları olduğu gibi uygulamaya sokmak ve patronluk yapmak yerine,
örnek iş ilişkisi sergilemeleri çalışanların, sendikamızın
ve kamuoyunun beklentisidir.
size="2">
 

Veli
Ergün'ün işe iade davasının ilk duruşması 12 Nisan
tarihinde yapılmıştır. Duruşmada oda yönetiminin yaklaşımı
bizleri bir kez daha şaşırtmıştır. Oda yöneticilerinden bazıları
Veli Ergün'ü arayarak Yönetim Kuruluna özür
mektubu yazarsa işten atılmasının durdurulabileceğini ifade
etmişlerdir. Veli de oda çalışanı sorumluluğu ile yaşananlardan
bir anlamda kendisinin de rahatsız olduğunu ifade eden ve
gerekçelerini de anlattığı dilekçesini oda yönetimine
iletmiştir. Oda yönetimi bu kez de mektupta yeterli özür
dilenmediğini, halen suçlama içerdiğini söyleyerek
yönetimde sıkıntı yarattığını söyleyerek geri adım
atmamıştır. Mimarlar Odası bazı yöneticilerinin iyi niyetli
girişimlerini, kötü niyetleri için kullanmaktan
çekinmemiş ve bu mektubu Veli Ergün'ü mahkemede
haksız göstermek amacıyla delil olarak sunmuşlardır. Mimarlar Odası
yöneticilerinin bazıları ise mahkemeyi kazansa bile tazminatını
verir işe yine başlatmayız diyebilmiştir. Mimarlar Odası
yöneticilerinin bu akıl almaz yaklaşımları demokrat oda
yönetimlerine, demokrasiye yakışmayacak bir tutumdur. Sendika olarak
odalarda yaşanan işten çıkarmalara derhal son verilmesi, atılan
işçilerin geri alınarak odalara kazandırılması, odalarda
örnek iş yaşamı modeli oluşturulması taleplerimizi bir kez daha
kamuoyuyla paylaşıyoruz.

Meydanlarda 4-C ve 4-B
gibi esnek ve güvencesiz çalıştırma yöntemlerine karşı
mücadele eden demokratik kurumlarımızda yaygınlaşan ikinci bir
tehlikeli eğilim ise giderek artan Sözleşmeli Personel
uygulamasıdır. Sözleşmeli personel uygulaması nedeniyledir ki, son 2
ayda Mimarlar Odası'nın Genel Merkez ve Ankara Şubesi'nde 3
çalışanın işine son verilmiştir.
 
Sendikamız
TMMOB'a bağlı odaların önemli bir bölümünde
örgütlenmiş, yetki almış ve 10 yılı aşkın bir zamandır TİS
bağıtlayan bir sendikadır. Son bir yıl içinde İnşaat
Mühendisleri ve Mimarlar Odası'nda sendikal çalışma
yürütülürken işten çıkarmaların yaşanması ve
sendikamızın tüm girişimlerine rağmen çözüm
temelinde bir adım atılmaması Mimarlar Odasında sendika karşıtı bir
tutum olup olmadığının sorgulanması gerektiğini kamuoyu ile paylaşma
ihtiyacı duyduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Biz emekçilerin
sorunlarının çözümü için çalışan ve
her platformda odalarla yan yana yürüyen bir sendika olarak
Mimarlar Odası yöneticilerinin bu tutumunu anlamakta zorlanıyor ve
hiçbir demokratik kitle örgütüne
yakıştıramadığımızı ifade etmek istiyoruz. Hangi kurumda ve hangi
gerekçeyle olursa olsun örgütlenme sürecinde
işçi çıkartılması emek ve sendika düşmanlığı
olarak algılanır, açıkça teşhir edilir ve mücadele
edilir.
Butun
demokratik kamuoyundan ve TMMOB'a bağlı Odalardan ve Mimarlar Odası
Yönetim Kurulu'ndan talep ediyoruz:
 
size="2">Odalarda işten atılan işçiler geri işe
alınmalıdır!

size="2">Odalarda Sözleşmeli Personel uygulamasına son
verilmelidir!

size="2">Sendikal örgütlenme demokratik kitle
Örgütlerinin işleyişini zayıflatmaz aksine
güçlü ve verimli kılar.

size="2">Çalışanların sendikal örgütlenmesi
engellenmemelidir!

 
TEZ
KOOP İŞ SENDİKASI 
size="2">İSTANBUL 5 NOLU ŞUBESİ