23 Nisan 2010 Cuma

Suyun Ticarileştirilmesine Genel Bir Bakış

Suyun Ticarileştirilmesine
Genel Bir Bakış

Su kaynaklarının azalması ve kirletilmesi
sonucu çok da uzak olmayan bir gelecekte dünyada  susuzluk
sorunu yaşanacağı tespitleri yapılmakta ve su gibi tüm canlı
varlıklar için yaşamsal  önem taşıyan bir konuda
karşılaşılacak kıtlık sorununun aşılmasının insanlığın en
önemli problemlerinden biri olduğu ileri sürülmektedir.
Sermaye ve hükümetler gelecekte yaşanacak olası susuzluğu
gerekçe göstererek su kaynaklarının ve su dağıtım
şebekelerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesini gündeme
getirmiştir.

Suyun ticarileştirilmesi politikaları ile sermayenin özellikle
küresel ısınma konusuna bağlayarak tartışma konusu ettiği su
kıtlığı aynı zamanlarda gündem olmuştur. Suyun ticarileştirilmesi
polikası, kuraklık senaryosu üzerine oturmaktadır. Ancak su
kaynaklarının kapitalist üretim biçiminin doğaya duyarsız
sanayileşme politikaları sonucunda kirletildiği, korunmadığı da bir
gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Susuzluk sorunu karşısında duyarsız olmak elbette mümkün
değildir. Su tüm canlıların yaşaması için
vazgeçilmezdir. Bu nedenle Birleşmiş Milletler'in aşağıdaki
verileri, her geçen gün dünya genelinde bir kuraklaşma
olduğunu ve susuzluk yaşanacağını göstermesi bakımından
önemli ve dikkate değerdir.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı'nın (UNEP) 2002 yılında
yayımladığı 3. Küresel Çevre Raporu'na göre,
dünya üzerinde 1.1 milyar insan güvenli içme suyundan,
2.4 milyar insan ise güvenli arıtma hizmetlerinden yoksun durumdadır.
Bu gidişin olumsuz yönde artarak devam ettiği belirtilerek "2050
yılında  başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere 54
ülkede su sıkıntısı çekileceği
öngörülmektedir" deniyor(1).  

Ülkemizde ise ekonomik olarak kullanılabilen su miktarı yaklaşık 107
km3'tür. Kişi başına düşen su miktarı 1990 yılında
3.625 m3, 2000 yılında ise 3.250 m3'tür. 2025 yılında bu
sayının 2.186 m3'e ineceği öngörülmektedir.
UNEP'in raporuna bakıldığında, "dünya ortalaması 7000
m3 olarak belirlenmiş olup, Türkiye 2006 yılı itibarı ile kişi
başına 1430 m3 tatlı su kaynağı ile düşük sınıfta yer
almaktadır".(1)

Su kaynaklarındaki azalmanın en önemli nedenlerinden biri sanayideki
aşırı ve dengesiz su tüketimidir. Gelişmiş ülkelerde
kullanılan temiz suyun yaklaşık %59'unu tek başına sanayi
tüketmektedir. Ayrıca sanayi atıklarının arıtılmadan ırmaklara,
göllere verilmesi temiz su kaynaklarının başlıca kirlenme nedenidir.
Sanayide tatlı su kullanımı engellenmelidir. Deniz suyunun arıtılarak
sanayide kullanılması mümkündür ancak ek bir maliyet
getirdiği için sermaye tarafından tercih edilmemektedir.

Öte yandan kapitalist sistemde üretimin toplumun
ihtiyaçlarına göre yapılmadığı ve her zaman aşırı olduğu
bilinen bir gerçektir. Kapitalist üretimin su üstündeki
olumsuz etkisine verilecek en güzel örnek savaş sanayidir.
Kesinlikle toplumsal bir ihtiyaç olmayan ama sermayenin
yayılmacılığı ve kâr hırsı dolayısıyla çok yoğun
üretimin yapıldığı bu sanayi aynı zamanda aşırı temiz su
tüketen bir sanayidir. Ancak su kıtlığı gerekçesiyle su
konusunda düzenlemeler yapılmasının şart olduğunu ileri süren
sermaye, kapitalist üretim biçiminin su kaynaklarının
azalmasındaki ve kirlenmesindeki sorumluluk payını tartışma konusu bile
etmemektedir.

Ülkemizde de Çorlu'da, Çerkezköy'de ve
daha birçok yerde nehirler ve dereler sanayi atıkları ile
kirletilmiş durumdadır. Aşırı kirlenme ve nehir sularının sanayi
kuruluşları tarafından çekilmesi, sözü geçen
bölgelerdeki akarsuları kuruma noktasına getirmiştir. Örneğin
Elbistan-Afşin termik santralleri su ihtiyacını Ceyhan nehrinden
sağladığı için bu nehir kuruma noktasındadır. İstanbul'da
ve birçok büyük kentte su havzaları yapılaşmaya
açılmakta,  kirlenmesine göz yumularak havzalar yok
edilmektedir. Örneğin Düzce su havzası sanayiye teşvik
bölgesi ilan edilmesi sonucu havza özelliğini yitirmiştir.
Sermaye kesiminin tüm halkın malı olan su kaynaklarını, havzaları
kendi çıkarına kullanmasına ve kirletmesine hükümetlerin
göz yumması ve yardım etmesi kapitalist sistemin işleyişinin hem bir
gereği hem de bir göstergesidir.    

Su kaynaklarının diğer kirleticisi evsel atıklar içinde bulunan
kimyasallardır. Bu kimyasal atıkların su kaynaklarına karışması
önlenebilir, bu atıklar arıtılabilirdir. Ayrıca doğaya zararsız
temizlik maddelerinin kullanımı da teşvik edilebilir.

Tarım alanlarındaki ilaçlama ve gübreleme yoluyla meydana gelen
kirlenmeler de  önlenebilirdir.  Organik tarımın
desteklenmesi ve yaygınlaştırılması bir önlem olabilir.

Tüm bu örnekler, dünyada ve ülkemizde tatlı su
kaynaklarının sermaye tarafından sorumsuzca kirletildiğini,
hükümetlerin ise bunu görmezden geldiğini anlatmak
için yeterlidir. Su kaynaklarının kirlenmesini engelleyecek
bilimsel/teknolojik altyapı mevcuttur ama kâr oranlarını
düşürecek ek maliyetler ortaya çıkaracağı için
sermaye kesimi bu önlemlere rağbet etmemektedir. Öte yandan su
kaynaklarının kirletilerek yok edilmesi sermayenin sözcüsü
olan Dünya Su Konseyi'nin suyun ticarileştirilmesi politikasına
hizmet ettiği için de  önlenmemektedir. Sorunların
kaynağı, kapitalistlerin doğayı ve çevreyi değil, yalnızca
kârlarını düşünen üretim anlayışıdır.

Suyun Ticarileştirilmesinin Neresindeyiz?  

Suyun ticari bir "meta" olarak ilk tanımlanması 1992'de
yapılan Uluslararası Su ve Çevre Konferansı'nın Dublin
beyanındadır. Yine 1992'de Rio'da yapılan Çevre ve
Kalkınma konulu BM Konferansı'nda da suyun "eko-sistemin bir
parçası, doğal bir kaynak ve sosyal ve ekonomik bir mal"
olması gerektiği belirtilmiştir.

İçinde Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler'in de
olduğu kurucular tarafından 1996 yılında oluşturulan Dünya Su
Konseyi'nin kuruluş amacı tüm dünyada su ile ilgili temel
politikaları belirlemektir. Dünya Su Konseyi'nin her
üç yılda bir düzenlediği Dünya Su
Forumları'nda su sorununun çözümü için
önerilen yol suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi
olmaktadır.

Dünya Su Forumu 2001 yılındaki toplantısında suyun "bir insan
hakkı" olduğu kavramını değiştirerek "bir insan
ihtiyacı" kavramını kabul etmiştir. Kapitalizmin temel iktisat
anlayışı  kaynakların kıt, insan ihtiyaçlarının ise
sınırsız olduğu kabulüne dayanır. Suyun dünya üzerinde
kıt bir kaynak ve bir insan ihtiyacı olarak tanımlanması, liberal iktisat
kuramları gereği, suyun kullananın karşılığını ödemesi gereken
ticari bir mal olması sonucunu beraberinde getirir. Böylelikle
uluslararası sermaye açısından suyun ticarileştirilmesinin teorik
altyapısı oluşmuş olur. Sıra hızla su kaynaklarının denetimini ele
geçirmeye gelmiştir.

Dünya Su Konseyi, Dünya Bankası ile doğrudan bağlantılı
uluslararası tekeller tarafından yönlendirilmektedir. Bu tekellerden
Suez ve Vivendi su pazarının %70'ini kontrol etmektedir. Suez 130,
Vivendi 90'dan fazla ülkede faaliyet yürütmektedir.
 

DB ve İMF tarafından desteklenen uluslararası tekeller dünyanın
birçok ülkesinde hükümetlerin de desteği ile su
dağıtm şirketlerini ele geçirmişlerdir. Dünyadaki içme
suyunun %5'inin sermaye denetimine geçmiş olmasına karşın,
su ticaretinde elde edilen kâr tüm petrol karının %40'ı
kadar olmuştur. Sermaye açısından su ticareti bir "mavi
altın" demek olurken, tüm bu gelişmeler dünya yoksulları
açısından ucunda ölümlerin olduğu felaketlere gebedir. Su
kaynaklarının sermaye denetimine geçmesi ile "kullanan
öder" işleyişi gereği, parası olan suya erişebilecek, parası
olmayanlar susuz kalacaktır. Suyun ticarileştirilmesi politikası bu
gerçek üzerine oturmaktadır.

Su dağıtım şebekeleri uluslararası su tekellerine satılan
ülkelerde su fiyatlarının nasıl hızla yükseldiği açık
bir şekilde görülmüştür. Gana'da
ticarileştirilmesinden sonra su ücretleri %95 yükselmiştir.
Hindistan'da aile bütçesinin %25'i su faturalarına
gitmeye başlanmıştır. Peru'nun yoksul halkı ABD halkından altı
kat pahalıya su tüketmeye başlamıştır. Güney Afrika'da
halk faturalarını ödeyemediği için suları kesilmiş, susuzluk
ve kolera salgını başlamıştır. Bolivya'da su fiyatları %200
artmıştır. Fas'ın Kazablanka kentinde su dağıtım şebekelerinin
özeleştirilmesinden sonra su fiyatları üç kat
artmıştır. Kanada'nın Ontorio Walkerton kentinde laboratuar
hizmetinin (su tahlilleri için) ticarileştirilmesinden sonra yedi
kişi sudan bulaşan E.Coli bakterisi nedeni ile ölmüştür. Su
şebekelerinin özel şirketlere devredildiği bu ülkelerde yaşanan
sorunlar, suyun ticarileştirilmesinin halk açısından ne anlama
geldiğini gayet iyi anlatmaktadır.

Suyun ticarileştirilmesinden zarar gören yalnızca insanlar da
değildir. Su kaynağının yanısıra kaynağın çevresindeki karasal
alanın da özel şirketlerin egemenliğine gireceği gözden
kaçırılmamalıdır. Sermaye bu alanlarda istediği faaliyetlerde
(örneğin maden arama vb.) bulunabilecektir. Bundan hem doğa hem de o
bölgede yaşayan tüm canlılar elbette etkilenecektir. Suyun
ticarileştirilmesi, insanlara getireceği sıkıntıların yanında, doğaya
ve tüm canlı yaşamına da zarar verecektir.

Türkiye'de bu konudaki gelişmelere bakıldığında;
ülkemizde suyun ticarileşmesine ilk adım 1981 yılında
çıkarılan 2560 sayılı İSKİ kanunudur. 
Büyükşehir Belediye Kanunu ile İSKİ idare tipi
büyükşehirlerin tamamında kurulmuştur. Bu kuruluşların en
önemli özelliği, uluslararası sermayenin yeni su yönetimi
anlayışının altyapısını oluşturmuş olmalarıdır. Bunlar Maliye
Bakanlığı izni ile uluslararası finans kuruluşlarından borç
alarak su ve kanalizasyon yatırımı yapabilmektedir, ancak alınan
kredilerde DB'nın suyun ticarileştirmesi ile ilgili koşulları
bulunmaktadır.

Ayrıca İSKİ, ASKİ ve diğer benzer kuruluşlarda su dağıtımı ve
kanalizasyon hizmetleri bir kamu hizmeti gibi verilmemektedir. Yaptıkları
hizmetlerin ücretlendirilmesinde kâra dayalı bir anlayış esas
alınmaktadır.

Ülkemizin birçok şehrinde su ve kanalizasyon işletmesi
imtiyazlarla uluslararası tekellere devredilmiştir. Antalya Belediyesi 1996
yılında su işletmeciliğini uluslararası bir tekel olan Suez'e 10
yıllık süre devretmiştir. Suyun fiyatında aylık %7 artış olunca
tepkiler doğmuş, bunun üzerine belediye Suez'in faaliyetlerine
2002 yılında son vermiştir. Suez ise Antalya Belediyesi'ni
uluslararası tahkim kuruluna şikayet etmiştir.

İzmit Belediyesi, Yuvacık Barajı'nın işletme imtiyazını 16
yıllığına uluslararası bir tekele devretmiş, kamu kaynakları bu proje
ile şirketin kasasına akıtılmış, İzmit halkının payınaysa susuzluk
düşmüştür.

Dünyanın ikinci su tekeli olan Vivendi  İzmir
Çeşme'de ortaya çıkmıştır. Vivendi'nin
büyük ortak olduğu Vivendi-Çalbir ortaklığı
Çeşmelilere suyu 3 kat pahalıya satmıştır.

Birçok belediye, Dünya Bankası'nın, özel bankaların
ve çeşitli ülkelerin yatırım bankalarının fonlarını
kullanarak atık su arıtma, içme suyu arıtma, su dağıtım
şebekelerinin yenilenmesi, baraj inşaatı gibi projeleri uluslarası
tekeller aracılığı ile yaptırmaktadır. Uluslararası tekeller
verdikleri şartlı kredilerle su kaynaklarını denetimleri altına
almaktadırlar.

Ayrıca belediyelerin hizmetleri, su, atıksu ve çöp toplama
işleri piyasaya açılmış; su işletmeciliğinin
bütünü özelleştirilmeyip hizmetin sayaç okuma, su
ve kanal arızaları, borçtan dolayı su açma- kapama ve
istasyon bakımı gibi hizmetlerinin taşeron firmalara ihale edilmesi yoluna
gidilmiştir. Asli görevi hizmet üretimi olan belediyeler, kentsel
hizmetlerin tamamını bir bedel karşılığında özel sektöre
yaptırmaktadırlar.

Görüldüğü gibi, ülkemizde suyun ticarileştirilmesi
konusunda bir hayli yol alınmıştır. 16-22 Mart 2009 tarihlerinde
İstanbul'da toplanacak olan Dünya Su Forumu bu süreci
yaygınlaştırma ve hızlandırma amacını taşımaktadır.  

Dünya Su Forumu'nun Meksika'daki dördüncü
toplantısında bir sonraki toplantının İstanbul'da yapılması
kararı alınmış, ardından hükümet su kaynaklarının
ticarileştirilmesi için gerekli fizibilite çalışmalarını
başlatmıştır. Basına yansıdığı kadarıyla çalışmalarını
tamamlamış olduğu da anlaşılmaktadır. Su kaynaklarının satılması
ile elde edilecek para miktarı bile belirlenmiş durumdadır. Bu konuda
gazetelerde çıkan haberler dikkat çekicidir.

4 Mayıs 2006 tarihli Hürriyet gazetesinde Yalçın Doğan
köşesinde "Başkentte dün bir kurye trafiği yaşanıyor.
Merkezde Çevre ve Orman  Bakanlığı var. Bir kol
Başbakanlığa, ikincisi Maliye Bakanlığına,
üçüncüsü de ekonomiden, aynı zamanda AB'den
sorumlu devlet bakanlığına uzanıyor. Gizli dosyalar, Çevre
Bakanlığı'ndan bu kurumlara kuryelerle gönderiliyor. Ne var o
dosyada? Önümüzdeki üç yıl içinde nasıl
60 milyar Euro'luk kaynak yaratabiliriz sorusu var. O soruyla birlikte, bunun
çözümü üzerine geliştirilen projeler var. (...)
Çevre Bakanlığı nüfusu yüz binden fazla belediyelere
talimat gönderiyor.
Sıvı ve katı atıklarların tasfiyesi için bu belediyeler
üç ay içinde yatırım programı sunmak zorunda.
Sundukları programı da, üç yılda gerçekleştirmek
zorunda. Üç yılda, nasıl olacaksa! Hangi parayla? Para nerede?
İşte, o gizli dosyadaki ilk emir. Su parasıyla ilgili." (2)

7 Temmuz 2007 tarihinde  Hürriyet gazetesinde Yalçın Bayer
köşesinde  12-13 akarsuyun satış kapsamında bulunduğunu ve
bunlardan metreküp hesabıyla yaklaşık 3,1 milyar dolar beklendiğini
yazmıştır. Aynı yazıda Fırat'ın sularının üzerindeki
Atatürk ve Keban gibi barajlara giden suların da bu özelleştirme
kapsamı içinde olacağı, DSİ'de yapılan ön
çalışmalara göre Fırat'ın 29 yıllık satış
değerinin 950 milyon dolar, Dicle'nin 650 milyon dolar olacağı
söylenmektedir. (3)

Kısacası gazetelere yansıyan bilgilere bakıldığında
hükümetin akarsuları, gölleri satışa çıkaracağı,
satış sonucunda elde edeceği para miktarını bile belirlemiş olduğu
anlaşılmaktadır.

Suyun Ticarileştirilmesine Karşı Mücadele

Önümüzdeki yıllarda temiz suya ihtiyacın artacağı,
dolayısıyla suyun bol kâr getirecek bir alan olabileceği
düşüncesi sermayenin iştahını kabartmış, bu yöndeki
çabalarını ve girişimlerini  hızlandırmışken,
emekçiler ise temiz suya erişimin bir  insan hakkı olduğunu,
herhangi bir meta gibi kâr amaçlı alınıp satılamayacağını
söylemektedirler. Bu haklarının sermaye tarafından gasp edilmesine
karşı emekçilerin cevabı, suyun ticarileştirildiği
ülkelerdeki mücadelelerde kendini somutlamıştır.

Suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele dünya genelinde
sürmekte ve bu politikaların uygulanmaya çalışıldığı her
yerde direnişler ortaya çıkmaktadır.  Su dağıtım
şebekeleri ticarileşen ülkelerde su fiyatlarının aşırı
yükselmesi ve suların sağlıksız sunulması bu direnişlerin
başlıca nedenleridir.

Tekellerin ve hükümetlerin su politikalarına en büyük
karşı çıkış Bolivya'da örgütlenmiştir.
Bolivya'da 1999 yılında Cocahamba'nın su dağıtım şebekesi,
merkezi ABD'de bulunan bir uluslararası tekel olan Bechtel şirketine
40 yıllığına devredilmiştir. Su işletmesi Bechtel'e geçer
geçmez üç hafta içinde su fiyatları 2 kat, iki ay
sonra da 3 kat arttırılmıştır. Bunun üzerine halk protestolara
başlamıştır. Göstericiler "su tanrının armağanıdır, su
hayattır" sloganıyla direnişe geçmiştir. Direniş
yaygınlaşınca sıkıyönetim ilan edilmiştir. Göstericilere
ateş açılmış, yüzlerce kişi yaralanmış, 17 yaşındaki
Hugo Daza öldürülmüştür. Direniş saldırılara
rağmen devam ettiği için Bolivya hükümeti sözleşmeyi
iptal etmek zorunda kalmıştır.  Yani Bolivya'da direniş
kazanmıştır.

Kolombiya'da ise Cali belediyesine ait olan Emcali 3 milyon kişiye su,
kanalizasyon, elektrik ve telekomünikasyon hizmeti sağlamaktaydı. Su
işletmesinin ticarileştirilmesi istenmiş, sendikanın grev, işgal gibi
direnişleri uluslararası kampanyaların da desteğiyle suyun
ticarileştirilmesi engellenmiştir.

Daha bir çok ülkede suyun ticarileştirilmesine ve
özelleştirilmesine karşı çeşitli biçimlerde verilen
mücadelelerin ayrıntılarını dergimizde okuyacaksınız.
Ülkemize gelindiğinde ise; Türkiye'de de suyun
ticarileştirilmesine karşı bir mücadele
yürütülmektedir. Dergimizin de içinde olduğu,
sendikalardan, meslek odalarından, siyasi partilerden,
DKÖ'lerden, çeşitli platformlardan, dergi gruplarından
oluşan geniş bir kesimce kurulmuş olan Suyun Ticarileştirilmesine Hayır
Platformu bu alandaki mücadele dinamiklerini bir merkezde toplamaya
çalışmaktadır. Platform faaliyetlerine 2008 yazından bu yana devam
etmektedir. Yapılan çalışmalarla bir yandan kamuoyu suyun
ticarileştirilmesi konusunda bilgilendirilmeye ve uyarılmaya
çalışılırken bir yandan da pratik bir mücadele
örgütlenmektedir.

Sonuç

Dünya Su Konseyi ve Dünya Su Forumları kendilerini her ne kadar
olası bir su kıtlığını tüm dünya halklarının iyiliğine
önlemeye, bu konuda bir küresel akıl oluşturmaya çalışan
kurumlar olarak sunsalar da su kaynaklarının azalmasına ve kirlenmesine
yol açan temel ekonomi politikalarını hiçbir şekilde
sorgulamadıkları için inandırıcı değillerdir. Susuzluk sorununu
su kaynaklarının, dağıtım şebekelerinin ve su hizmetlerinin
ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesine meşruluk kazandırmak
için kullanmaktadırlar. Oysa yapılmak istenen, üzerinden
yüksek kârlar elde etmeyi vaat eden suyu, sermayeye yeni bir
birikim aracı olarak sunmaktır.

16-22 Mart'ta İstanbul'da toplanacak olan 5. Dünya Su
Forumu'nun amacı, ülkemizdeki su kaynaklarının sermaye
denetimine geçirilmesi için oluşturulan plana son
rötuşların yapılması, planın uygulamaya sokulması için
gerekli yasal düzenlemelerin hazırlanmasıdır.

Üretimin, üretim araçlarını ellerinde bulundurulanların
daha fazla kâr edebilmeleri amacıyla değil, insanların
ihtiyaçlarını karşılamak için yapıldığı bir sistemde
suyun kıtlığı söz konusu değildir ve insanlara bedava sağlanması
da mümkündür. Su kaynaklarının kirlenmesinin önüne
geçilmesi de eldeki teknik olanaklarla mümkündür.
Bütün bunların yapılmaması sisteme ilişkin bir
tercihtir.      
   
Dünya Su Konseyi'nin önerdiği su politikaları sermayenin
aslında 1970'li yıllardan beri içinde bulunduğu ve bugün
giderek derinleştiği görülen krizinden çıkmak için
yaratmaya çalıştığı çözüm yollarından biridir.
Sermayenin krizini aşmak için getirdiği her yeni düzenleme gibi
emekçilerin aleyhinedir. Su gibi yaşamın sürdürülmesi
için mutlaka gerekli olan bir şeyin ticarileştirilerek sermayenin
egemenliğine girmesini emekçiler asla kabul etmemelidir. Suyumuza
yönelik saldırılar devam ederse, sıkça sözü edilen
"su savaşlarının" emekçiler ile sermaye arasında
yaşanacağı kesindir.  

NOTLAR

(1)    2007 Su Raporu, Çevre ve Mühendis dergisi,
"Su ve Havza Yönetimi" sayısı, no: 28, 2007, Çevre
Mühendisleri Odası
(2)    Suyu Parayla Satın Emri, Yalçın Doğan,
Hürriyet gazetesi, 4 Mayıs 2006
(3)    Nehirlerimiz de 'satılıyor',
Yalçın Bayer, Hürriyet gazetesi, 7 Temmuz 2007

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder