Kentten Kentsel
Dönüşüme
Tarih : 19 Mayıs 2007
Yer : Bir kent, Kayseri
– Melikgazi, Aşevi önü
Aktörler : Yaşları 3 ile 9 arasında değişen 6 aç
çocuk, bir araba, yaşları 3 ile 9 arasında değişen 6 yaralı
çocuk, hurda haline gelmiş bir araba, yaşları 3 ile 9 arasında
değişen 5'i ölü, 1'i ağır yaralı 6 çocuk,
yumruklanan hurda bir araba, bir kent manzarası, bir kent...
Ayakları çıplak, karınları aç... Memleketleri Nizip,
Gaziantep. Kayseri'ye gelişleri henüz 2 ay olmuş. Evlerinde
elektrik yok, ev de denemez zaten. Hurda yumruklansa da geri gelmeyecekler.
Aşevinin önüne atılmış marulları yoldan toplamak için
karşıya geçmek isterken ne kadar da mutluydular oysa. Belki de
"ev"e bile götüreceklerdi o atılmış marullardan. Ama
olmadı. Koptu abisinin, ablasının elinden eli ve sürüklendi
arabanın altında 3 yaşındaki. Marullar oradaydı oysa, çok
yakında. Turgay, Veysel, Muharrem, Seren Gül, Ali, Berivan... Berivan
can çekişirken hastanede, bir kentin karşısında, onlar 6
çocuktular... Bir kent... Artık marullar... Hurda bir araba... 6
çocuk...
Tarih boyunca değişmiştir kent tanımı. İçinde yaşayan
insanların sayısına göre, sanayinin gelişkinliğine göre,
kültürel ve sosyolojik özelliklerine göre, köylerle
ayrım noktalarına göre pek çok tanımlamalar yapılmıştır.
Ama bunların içinde en eski olanı, "kent"in
"medeniyet"le eşdeğer görülmesidir.
Latince kökenli dillerde "uygarlık" anlamına gelen
"civilization" sözcüğü, latince
"kent" anlamına gelen "civitas"
sözcüğünden türetilmiştir. Keza Arapça' da
"uygarlık" anlamına gelen "medeniyet"
sözcüğü de bir kent ismi olan "Medine"den
türetilmiştir. Başka dillerde de benzer kavramlaştırmalar olmakla
birlikte, insanlık tarihinin değişimi ve gelişimiyle birlikte, hem kent
olgusu hem de içeriği değişmiş ve gelişmiştir.
Günümüze gelindiğinde ise kent kavramını uygarlıkla
eşdeğer almak, pek de gerçeğe uygun bir yaklaşım olmamaktadır.
Bir kentin karşısında 6 aç ve yaralı çocuk vardır
bugün ve yumruklanan bir hurda vardır ve adına ev denmeyecek yapılar
vardır ve açık gizli vahşet, insanlık dışılık vardır
kentlerde bugün. Dolayısıyla kenti artık, daha farklı şekilde
tanımlamak gereklidir.
Farklı kent tanımları
"Kent tanımı" konusu son derece geniş ve çeşitli
disiplinlerin değerlendirdiği bir konu olmakla birlikte, burada belli
başlı olanları çok özet olarak ele alınacaktır.
İlkçağlarda yukarıda da söz ettiğimiz gibi
"medeniyet" ile eşdeğer görülen kent tanımının
yerini, ortaçağlarda artık daha askeri bir kent tanımı almış ve
surlar, kaleler ve korunma gereksinimi, kent tanımında belirleyici
olmuştur. Ortaçağ'da en kabul gören kent tanımı,
Marver'ın "Duvarlarla çevrili insan yerleşimleri"
görüşüdür.
Ekonomik gelişmelere paralel olarak değişen ve gelişen kentler,
kapitalizme doğru geldikçe yeni şekillerde tanımlanmıştır.
Sosyologlar genelde köy ve kent toplulukları arasındaki ayrımlar
üzerinde dururlarken, ekonomistler de kendi alanları üzerinden
kentleri değerlendirmişlerdir. Örneğin Durkheim insan
topluluklarını "basit cemiyetler" ve "karmaşık
cemiyetler" olarak ayırmış, köylerdeki mekanik dayanışmanın
yerini kentlerde karmaşık bir işbölümü temelinde organik
dayanışmanın aldığını ifade etmiştir. Durkheim'e göre
köylerde denetim çok daha basit yollarla ve birebir insan
ilişkileriyle sağlanabilirken, karmaşık cemiyetlerin yaşadığı
kentlerde denetim, cemiyetin birey üzerindeki formel baskısı ile
sağlanır. Kentlerde bireyler giderek birbirinden uzaklaşmış, ilişkiler
farklılaşmış ve anonimleşmiş, büyümeye koşut olarak denetim
güçleşerek suç oranı artmıştır. Öte yandan
köy-kent ayrımı üzerinden kenti tanımlayan başka pek çok
sosyolog bulunmakta ve bunlar kent topluluklarını köy topluluklarıyla
çeşitli açılardan karşılaştırarak tanımlamalar
yapmaktadırlar.
Weber de kenti tanımlarken çok genel bir tanım yapmaktan
kaçınmakla birlikte, bir kent topluluğunun ortaya
çıkabilmesi için ticari ilişkilerin ön plana
geçmesi, bir bütün olarak cemiyetin bir kaleye, bir pazar
yerine sahip olması, belli bir dereceye kadar otonom bir hukuk
düzenine, bir konfederasyona sahip olması ve bağımsız olması
gerektiğinden söz etmiştir. Kentleri ticaret kentleri, üretim
kentleri, tüketim ve rant kentleri, garnizon ve yönetim kentleri
olarak sınıflandırmıştır. Kentleri içindeki toplulukların
tarımdan çok ticaretle uğraştığı yerler olarak görmüş
ve kenti ekonomik ve siyasi temelde tanımlamıştır.
Kenti ekonomiyle bağlantılı olarak açıklayanlar arasında Adam
Smith, İbn-i Haldun, Pirenne, Sjoberg, Munroe, Castells, Lefebvre, Harvey
gibi düşünürler bulunmaktadır. Farklı disiplinlerde
çalışmaları olan bu düşünürler yaptıkları
tanımlara ekonomik gelişmelerin, sermaye birikiminin, kapitalizmin
geçirdiği aşamaların yanında güvenlik gereksinimini, merkezi
olma özelliğini, değişken olma niteliğini, karmaşıklığı,
yeniliklerin kaynağı olmayı, siyasi ve yönetimsel özellikleri
vs. de eklemişlerdir.
Tüm bunların yanında çevreci bakışla, postmodernist
bakışla, küreselleşmeci bakışla, sayısal
ölçütlerle, mimari bakışla ya da sanatsal bir bakışla
yapılan kent tanımlarından da söz edilebilir. Yukarıda sayılanlar
içinde Castells ve Harvey gibi Marksist anlamda kent tanımı yapmaya
çalışanlar da vardır. Onlar da kent olgusuna ortak noktaları olsa
da aynı şekilde yaklaşmamışlardır.
Marksizm'de kent tanımı
"En büyük maddi ve zihinsel işbölümü, kent
ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasındaki karşıtlık,
barbarlıktan uygarlığa, aşiret düzeninden devlete,
bölgesellikten ulusa geçişle birlikte ortaya çıkar ve
zamanımıza kadar bütün uygarlık tarihi boyunca sürüp
gider... Kentin varlığı, yönetimin, polisin, vergilerin vb.
zorunluluğunu, kısacası, belediye örgütünün, bu
nedenle de genel olarak siyasetin zorunluluğunu içerir. İşte
nüfusun ilk kez olarak iki büyük sınıf halinde
bölünmesi, doğrudan işbölümüne ve üretim
araçlarına dayanan bölünme, burada ortaya
çıkmıştır. Zaten, kent, nüfusun, üretim aletlerinin,
sermayenin, zevklerin, gereksinmelerin bir merkezde toplanması olayıdır,
oysa kır tam tersi bir olayı, ayrı ayrı olmayı ve dağınıklığı
ortaya koyar. Kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel
mülkiyet çerçevesi içinde mevcut olabilir. Bu
karşıtlık, bireyin işbölümüne olan bağımlılığının,
onun kendisine kabul ettirilen belirli bir eyleme karşı bağımlılığın
en göze çarpan ifadesidir. Bu bağımlılık, her ikisi de
birbirinden sınırlı olmak üzere, birini bir kent hayvanı,
ötekini bir kır hayvanı haline getirir ve her gün bu iki tarafın
çıkarlarının karşıtlığını yeniden doğurur. Burada da emek,
gene en başta gelen şeydir, bireyler üzerindeki
güçtür ve bu güç mevcut olduğu sürece
özel mülkiyet de var olacaktır. Kent ile kır arasındaki bu
karşıtlığın kaldırılması ortaklaşalığın ilk koşullarından
biridir ve herkesin ilk bakışta saptayabileceği gibi, bu koşulun kendisi
de, tek başına iradenin gerçekleştirmeye yetmeyeceği, önceden
yerine gelmesi gereken maddi koşullar yığınına bağlıdır. Kent ile
kırın ayrılması, sermaye ile toprak mülkiyetinin ayrılması olarak,
sermayenin toprak mülkiyetinden bağımsız varlığının ve
gelişmesinin başlangıcı olarak, tek temeli emek ile değişim olan bir
mülkiyetin başlangıcı olarak kavranabilir." (Alman
İdeolojisi...)
"İşbölümünde bundan sonraki genişleme, üretim
ile ticaret arasında ayrılma, ayrı bir tacirler sınıfının oluşması
oldu, bu ayrılma daha önceden eski kentlerde zaten (yahudiler ile
başkaları arasında) gerçekleşmiş bir durumdaydı ve yeni
oluşmuş kentlerde de kısa bir süre sonra kendini
gösteriyordu…
...Ticaretle uğraşan özel bir sınıfın oluşması, ticaretin
tacirler sayesinde kentin yakın çevresi ötesine genişlemesi,
çabucak, üretim ile ticaret arasında karşılıklı bir
canlılığın ortaya çıkmasına neden oldu. Böylece kentlerin
birbirleri arasında ilişkiler kuruluyor, bir kentten ötekine yeni
avadanlıklar götürülüyor ve üretimle ticaret
arasındaki bölünme, çabucak farklı kentler arasında
üretimin yeni bir bölünmesini yaratıyor, kentlerin her biri
ötekine ağır basan bir sanayi kolunu işletmeye başlıyor. İlkel
sınırlılık, yöresellik, yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor.
Çeşitli kentler arasındaki işbölümünün ilk
sonucu, loncalar sisteminden kurtulan üretim dallarında
manüfaktürlerin doğuşu oldu...
...Eskiden uluslar, birbirleriyle bağlantı kurduklarında aralarında
yalnızca saldırgan olmayan alışverişler yaparlarken,
manüfaktürle birlikte, başka başka uluslar, rekabet ilişkileri
içine girdiler, savaşlar yoluyla, koruyucu gümrükler ve
yasaklar yoluyla sürdürülen ticari bir savaşıma
başladılar. Bundan böyle, ticaretin siyasal bir anlamı vardır
artık. " (Alman İdeolojisi...)
Marx ve Engels kent ile ilgili sabit bir tanım yapmamış ama feodal
düzenin yerini kapitalist düzenin aldığı bir çağda,
tarih içinde bir değişim ve hareket eşliğinde "kent"
kavramını açıklamışlardır. Bunun içinde pek çok
faktörden söz etmişlerdir, işbölümü, kır-kent
arasındaki farklar, merkezileşme, kentler arası işbölümü,
ekonomideki değişmeler, güvenlik, kültürel özellikler,
sosyo-psikolojik özellikler, sermaye birikimi, vs. olarak bu liste
genişletilebilir. Ama önemli olan, var olan olguya bakıp onun
özelliklerini saymak ve kırla arasındaki ayrımları ortaya koymak
değildir, kaldı ki Marx ve Engels de öyle yapmamışlardır. Olguyu
bir devinim içinde ele almışlar ve aslında "kent"i,
"kent"in ortaya çıkışını ve gelişimini sınıf
mücadelesi temelinde değerlendirmişlerdir. Bunun sadece ekonomik
altyapı – siyasal ve toplumsal üstyapı gibi sabit bir
değerlendirme olmadığını, tarihsel ve ekonomik gelişimin değişimleri
içinde, birbiriyle karşılıklı etkileşimle şekillenen bir
"kent" değerlendirmesi olduğunu ortaya koymak gerekmektedir.
Tarih hareket ve gelişme halinde olduğuna göre, sınıf
mücadelesi sonucunda özel mülkiyet düzeni yıkılacak ve
kır-kent arasındaki ayrım da zaten ortadan kalkacak, artık
"kent" diye birşey kalmayacaktır.
İşte tüm bunlarla birlikte kent, bugün hem ileri hem de gerici
özellikleriyle karşımızda durmaktadır. İçindeki insanlar
gibi yaşayan, onlar gibi ölen ve yeniden doğan, onlar gibi en
yüce ve en kahrolası, onlar gibi en muhteşem ve en iğrenç ve
onlar gibi artık marullar için üç yaşında ölen,
hurdaya dönen, ama meydanlarında özgürlükler yaratılan,
arka sokaklarında pislikle boğulan, ama en estetik ve en güzel
değerlerin de hep bir ağızdan, hep bir gözden ve yürekten
paylaşılabildiği, öğrenilebildiği, hem insanlıktan binlerce kez
çıkılıp ve hem de binlerce kez insan olunabildiği mekanlar
olarak...
"Kentsel Dönüşüm" Kavramı
Kent tanımlarının çeşitliliği, bakış açılarının
çeşitliliği ile ilintilidir. Var olan olguya, verilere hangi
gözle bakıldığı, doğal olarak çıkarılan sonuçları
ve yapılan tanımları, dolayısıyla kentle ilgili tasarlanan projeleri de
etkilemektedir. "Kentsel dönüşüm" kavramının
ele alınışı da kentin hangi çerçevede değerlendirildiğine
bağlı olarak değişmektedir.
Uluslararası literatürde "regeneration, renewal,
revitalization" gibi sözcüklerle ifade edilen kent
projelerinin tam Türkçe kelime karşılığı aslında
"kentsel dönüşüm" değildir. Bu yabancı
sözcükler daha çok yenileme, yeniden canlandırma
anlamlarında kullanılmaktadır. Söz konusu sözcükler anlam
olarak içlerinde bir dönüşüm olgusunu barındırsa da
aslında dönüşümden ziyade yenilemeyi ve canlandırmayı
ifade etmektedir. Ama Türkiye'de kullanılan kavram bu
olduğundan, dünyadaki örneklerden bahsettiğimizde de bu ayrımı
belirttikten sonra yine "kentsel dönüşüm"
ifadesini kullanacağız.
Dünyada uygulanan örneklere bakıldığında, genel olarak 4
tür kentsel dönüşüm projesi bulunmaktadır. Bunlardan
ilki, kapitalizmin gelişiminde sanayi kentleri olarak gelişmiş olan
kentlere yönelik projelerdir. Örneğin Almanya'nın Ruhr
şehrinde eski fabrikalar müze olmuş, fabrika arazileri park haline
getirilmiştir.
İkincisi tarihsel yapıların çoğunlukta olduğu bölgelerin
yeniden düzenlenmesidir. Üçüncü olarak gecekondu
bölgelerinde, gettolarda, banliyölerdeki kentsel
dönüşüm projeleri bulunmaktadır. Son olarak ise doğal
afetler açısından risk taşıyan kentsel alanların tekrar
yapılandırılmasına dönük projelerden söz edilebilir.
Kentsel dönüşüm, hiç var olmayan bir kentsel alanın
yaratılması ya da kentsel planlama yapılması değildir. Var olan kentsel
alanları başka bir şekle sokmak, orada yaşayanları gerekirse başka
yerlere göndermek, aslında bir anlamda var olan dokuyu ve insan
profilini değiştirmektir.
Türkiye'de "Kentsel Dönüşüm"
Ülkemizde "kentsel dönüşüm" kavramının
ortaya atılmasının geçmişi, pek de eskilere dayanmamaktadır. Bu
söylemin ortaya atılışına kadar gelen sürece dair anlatılacak
pek çok mesele olsa da, süreci belli başlıklar altında
özetlemek mümkündür:
- Uluslararası boyut, bağımlılık ve dayatma ilişkileri
Kapitalist sistem kaçınılmaz olarak yaşadığı krizlerini aşmak
için, mütemadiyen bir kanal arama arayışı içindedir.
Felaketler yaratır, sonra oturup yarattığı felaketlerin kendisini yok
etmemesi için birdenbire "insani"leşir. Ama bu
"insani"leşmeyi dahi kendine yeni kar kapıları açacak
bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışır.
Emperyalizmin "kentsel dönüşüm" konusunu ve
barınma sorununu uluslararası boyutta gündeme taşımasını,
1933'e kadar götürmek mümkündür. 1933'te
Milletlerarası Modern Mimari Kongresi toplanmış, 1953'te Komün
Özgürlükleri Avrupa Şartı ve 1960'ta Avrupa
Komünleri Yerel Özerklik Kararı'ndan sonra, 1976'da
Habitat-1 Vancouver Konferansı toplanmıştır. 1992'de Avrupa Kentsel
Şartı hazırlanmış, 1996'da İstanbul'da Habitat 2
Konferansı toplanarak İstanbul Deklarasyonu yayınlanmıştır.
2001'de ise BM Genel Kurulu İstanbul +5 Özel Oturumu
gerçekleştirilmiştir. 2002 yılında da Johannesburg'da
"Sürdürülebilir Kalkınma" Konferansı
toplanmıştır.
Kendine "gelişmekte olan ülkeler"deki barınma sorununu
"dert edinen" BM, amacını şu ifadeyle ortaya koymaktadır:
"Gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya olduğu sorunların
çözülmesi ve kalkınmalarının hızlandırılması,
dünya ekonomisinin düzenli bir şekilde büyümesi ile
dünya barış ve istikrarının sağlanması için yaşamsal
öneme sahiptir." Barınma sorunu da bunlardan biri olduğundan, BM
bu konuya el atmaktadır.
Ama kazın ayağı hiç de öyle değildir. "Gelişmekte
olan" ifadesiyle sınıflandırılan, kimi zaman
"çevre" ülkeler, kimi zaman da
"üçüncü dünya" ülkeleri olarak
nitelendirilen ülkeler, aslında emperyalizmin bağımlılık
ilişkileri altında ezilen ülkelerdir. Yani gelişmekte değil,
bağımlılaştıkça gerilemekte olan ülkelerdir bunlar. Bu
ülkeleri IMF, DB, vs. kurumlarla, uluslararası bağımlılık
anlaşmalarıyla gerileten emperyalizm, daha sonra kendi yarattığı
krizlerin, felaketlerin altında ezilmemek ve felaketlerden rant sağlamak
için barınma sorununu ele almakta ve "kentsel
dönüşüm" projelerini bu ülkelerde teşvik
etmektedir. Bu projeleri teşvik etmekle sınırlı kalmamakta, uluslararası
toplantılarda ve sonrasında çeşitli modeller geliştirerek daha
fazla sömürü olanakları aramaktadır. Belediyelere, altyapı
hizmetlerine, konut yapım ihalelerine dadanmakta, ağlarını
genişletmektedir. Barınma ve altyapı sorunlarına çözüm
olarak özelleştirmeler önerilmekte, bağımlı ülkelerin
büyük kentleri giderek daha fazla "arka
bahçe"leşmektedir. Böylece kentlerin dokusunu
parçalayan, insanların evsiz ve sefil kalmasına yol açan
sistem, sefaletin rantıyla kendini kurtarmaya ve öfkeyi yatıştırmaya
çalışmaktadır.
- Ulusal boyut
Bu uluslararası bağımlılık ilişkileri bağlamında 12 Eylül,
kentsel dönüşüm açısından da bir dönüm
noktası olmuştur.
Kent tanımlarında da bahsettiğimiz üzere, ekonomik yapının
gelişimiyle kentin gelişimi yakından alakalıdır. Türkiye'de
sanayileşme çarpık geliştiği için, kentleşme de bundan
nasibini almıştır. Büyük kentlere bakıldığında
çarpıklıklar çok keskin biçimde
görülebilmektedir.
Çarpık sanayileşme, kırlarda işsiz kalan nüfusu kentlere
çekmiş ama onlara yaşam alanları yaratma konusunda herhangi bir
çaba vermemiştir. 1980 öncesi önemli göçler
olmuş ve emekçiler, kendi evlerini kendileri inşa etmişler,
böylece barınma sorununu geçici olarak
çözmüşlerdir. Bu gecekondulaşma, kira derdi olmadığı
için kapitalistlerin de işine gelmiş, işçi ücretlerini
daha düşük düzeylerde tutabilmelerini sağlamıştır. Ama
başta kentin dışında kalan gecekondu bölgeleri, kent
genişledikçe merkezi bölgeler haline gelmiş, işin rengi
böylece değişmeye başlamıştır.
Oy kapısı olarak rant elde edilmesinin ardından, arazi rantının daha
üstün gelmesiyle birlikte gecekondu bölgeleri, "kentsel
dönüşüm" projelerinin hedefi haline gelmiştir. 12
Eylül'den sonra daha da çarpıklaşan ve bağımlılaşan
ekonomik yapıda, kentin göbeğindeki gecekondulara tahammül
kalmamıştır. Gecekondu sahipleri yerlerinden edilmeli, kira ödemeli,
kredi çekmeli, yapılan kötü konutları almalı, merkezi
bölgeler "çapulcu"lara değil parası olan
"saygıdeğer" tabakaya kalmalı, altyapı projeleri, kamusal
alanlar, yaşam alanları, su, hava, ulaşım, yaşam... peşkeş
çekilmelidir artık.
Kısacası kentsel rantın yeniden paylaşımı, mülkiyetin el
değiştirmesi ve tekelleşmedir söz konusu olan.
1980'den sonra "hayırsever" Dünya Bankası,
büyük ölçekli yerel projelere kaynaklar
sağlamıştır. Verdiği yüklü kredilerle bu projelerin
yapılmasını sağlamış, hem ülkemizi kendine daha fazla
borçlandırmış hem de projelerin hisselerini emperyalist tekeller
satın almıştır. Kendisine pazar yaratarak rantın ortağı olmuş,
işbirlikçilerinin de kırıntılardan nasiplenmesini
lütfetmiştir. Haydarpaşa'dan Sulukule'ye,
Armutlu'dan Dikmen'e kentsel dönüşüm projeleri,
bu çerçevede cereyan etmektedir.
- Toplumsal-siyasal boyut
Konunun diğer bir boyutu ise, gecekondu bölgelerindeki siyasal
boyuttur. Bunun da es geçilmemesi önemlidir.
Gecekondu mahalleleri aynı zamanda emekçi semtleri olduğundan,
emekçilerin özgürleşmesini, bağımsızlığı, demokrasiyi
hedefleyen devrimciler gecekondu mahallelerine giderek oradaki halkla
yakından ilişkiler geliştirebilme zemini bulmuşlardır. Kimi zaman
mahallelerdeki en temel sorunları halkla birlikte
çözmüşler, kimi zaman son derece siyasal sorunlarda
düzenle karşı karşıya gelen gecekondu halkının mücadelesine
önderlik etmişlerdir. Zaten nesnel anlamda düzen muhalifi olan
gecekondu halkının siyasal bilinçlenmesi, düzen
açısından ciddi bir tehlike oluşturmuştur.
Herhangi bir siyasal örgütlenme olmasa dahi, gecekondu
bölgeleri düzen açısından denetimi zor ve öfkenin
biriktiği, insanların kolay bir araya gelebildiği yerlerdir. Bu nedenle
yıllarca sistemli bir şekilde halkı yozlaştırma politikaları
uygulanmış ve oralarda çeşitli şekillerde oluşan birliktelik ve
örgütlülük, parçalanmaya
çalışılmıştır. Kentsel dönüşüm projeleri ile
gecekondu mahallelerindeki baldırıçıplaklardan, onların evlerinin
kurulu olduğu topraklardan rant elde edilecek, potansiyel isyancılar
denetimi daha kolay bölgelere sürüleceklerdir.
Rantın kırk türü
Rant sözcüğü, kentsel dönüşümden söz
ederken sıkça kullanılmaktadır. Elbette kentler bağlamında,
tarımsal toprakların kullanımı sonucu oluşan klasik anlamdaki toprak
rantından değil, kentlerin alabildiğine plansız genişlemesi sonucu
ortaya gayrımenkul sahibi kesimlerin elde ettiği gelirler olarak ortaya
çıkan ranttan söz edilmektedir. Rant tanımı ve kentsel rantın
teorik olarak temellendirilmesi, ayrı bir inceleme konusudur. Çok
özet olarak değinmek gerekirse,
"Kapitalist üretim tarzının önkoşulları o halde
şunlardır: Toprağı gerçekten işleyenler, bir kapitalist
tarafından, tarımla, yalnızca sermayenin özel bir
sömürü alanı olarak, özel bir üretim dalındaki
sermayesi için bir yatırım olarak uğraşan bir kapitalist
çiftçi tarafından istihdam edilen ücretli
işçilerdir. Kapitalist çiftçi, toprak sahibine,
kullandığı toprağın sahibine, sermayesini, bu özel üretim
dalına yatırma hakkı karşılığında sözleşme ile saptanmış
belirli dönemlerde, örneğin her yıl, (tıpkı para-sermaye
ödünç alanın belirli bir faiz ödemesi gibi) bir miktar
para öder. İster tarımsal toprak, yapı arsaları, madenler,
balıkçılık bölgeleri ya da ormanlar için olsun
ödenen bu para miktarı toplamına, toprak rantı adı verilir. (Kapital
3)
...Toprak sahibi, yeni yaptığı sözleşmede, toprağa katılan
sermayenin faizini, toprak rantının kendisine ekler. Ve bunu, şimdi
toprağı ister bu iyileştirmeleri yapan kapitalist çiftçiye,
ister bir başka çiftçiye kiralasın, gene yapar. Böylece
rantı artmış olur, ve eğer toprağını satmak isterse (toprağın
fiyatının nasıl belirlendiğini birazdan göreceğiz), şimdi değeri
daha yüksek olacaktır. Yalnızca toprağı değil, iyileştirilmiş
toprağı karşılığında hiç bir şey ödemediği toprağa
katılan sermayeyi de satmaktadır... Böylece, toplumsal gelişmenin,
kendi yardımları olmaksızın yaratılmış bir ürününü
cebe indirirler - fruges consumere nati." (Kapital 3)
Bunlar, Marx'ın toprak rantı ile ilgili söyledikleridir.
Kapital'in 3. cildinde bir bölüm buna ayrılmıştır,
gayrımenkul sahipliğinden doğan ranttan ise daha özet olarak
bahsedilmiştir.
"...Bu yapı sahipliği örneği önemlidir. Her şeyden
önce, gerçek toprak rantı ile, toprak rantına bir ek
olabilecek, toprağa katılan sabit sermaye faizi arasındaki farkı
açıkça göstermektedir. Tarımdaki kiracı tarafından
toprağa katılan sermayenin faizi gibi, yapıların faizi de, kiralama
sürdüğü sürece, sanayici kapitalistin, yapı
spekülatörünün ya da kiracının eline geçer ve
toprağın kullanımı için, belirlenmiş tarihlerde yıllık olarak
ödenmesi gereken toprak rantı ile hiç bir ilgisi yoktur. İkinci
olarak, başkalarınca toprağa katılan sermayenin sonunda toprakla birlikte
toprak sahibinin eline geçtiğini ve bunun faizinin kirayı
artırdığını da göstermektedir." (Kapital 3)
Lenin de Marx'ın, rantı artı-değerin bölüşüm
biçimlerinden biri olarak ele aldığını söylemektedir:
"Marx, önce artı-değerin kökenini tahlil eder ve bundan
sonra, onun kâr, faiz ve toprak rantı halinde
bölüşümünü ele alarak incelemesini
sürdürür.
...Toprak rantının tarihiyle ilgili olarak, Marx'ın, emek rantın
(köylü toprak beyinin toprağında çalışarak
artı-ürün yaratır) ürün olarak ödenen ranta ya da
aynî ranta (köylü kendi toprağında artı-ürün
yaratır ve onu "ekonomik olmayan zorlama" nedeniyle toprak beyine
verir) nasıl dönüştüğünü, daha sonra para ranta
(meta üretiminin birleşmesi sonucu olarak paraya çevrilen,
aynî rant — eski Rusya'da obrok) ve en sonunda da,
köylülerin yerini toprağı kiralanmış emek yardımı ile
işleyen tarımsal girişimcinin almasıyla, kapitalist ranta
dönüşmesini gösterdiği önemli tahlilleri belirtmek de
gerekir." (Lenin, Karl Marx, Marksizmin Bir Açıklaması ve
Kısa bir Biyografik Özeti)
Burada ortak olan nokta ise şudur: Bilimsel anlamda nasıl
gerçekleştiğinin daha ayrıntılı olarak açıklanması ve
toprak rantı ile yapı rantı arasındaki ayrımlar bir yana rant, herhangi
bir emek harcamadan, bir temeli olmadan, başkalarının harcadığı emek
üzerinden gelir ya da fayda elde etmenin biçimlerinden biridir.
Terimsel olarak günümüzde pek çok tamlama
içerisinde kullanıldığını görmek mümkündür,
siyasi ranttan tutalım da inanç rantına kadar. Böylece rant
sözcüğü, mecazlı ve kinayeli anlamlara
bürünmüştür.
Bu anlamlardan faydalanarak kentsel dönüşüm meselesinde,
açığa çıkan kentsel rant olanaklarının elde edilmesi
için, mülkiyetin el değiştirmesi amacıyla ortaya konan
projelerin bahaneleri arasında şu türde rantları da saymak
mümkündür: Deprem rantı ve korku rantı. Kentsel
dönüşümü savunanlar, özellikle İstanbul'da
olacak büyük depremin propagandasını yapmakta ve bunun
üzerinden bir rant elde etmeye çalışmaktadırlar. Deprem ile
ilgili herhangi bir dişe dokunur önlem alınmazken, depremde oluşacak
yıkımların sorumluluğu kentin gecekondu bölgelerine atılmak
istenmektedir.
Oysaki çarşambanın gelişi perşembeden bellidir, örneğin
Armutlu'nun İstanbul'un ayrıntılı deprem haritası
çıkarıldığında en güvenli yerlerden biri olduğu
bilinmektedir. Kentsel dönüşüm tellallarının derdi
gecekondu halkının depremden korunması değil, deprem açısından
daha sağlam zeminlerde yerleşmiş olan yoksul halkın yerinden edilmesi,
oraya "elit" kesimlerin yerleşmesi, Teknokent gibi yabancı
sermayenin de ciddi paralar akıttığı, üniversitelerimizin beyin
gücünün ve olanaklarının bunun için seferber
edildiği alanların sağlam zeminler üzerinde inşa edilmesidir.
İşin diğer bir boyutunu da "korku rantı" oluşturmaktadır.
Sözünü ettiğimiz gibi kentsel dönüşüm
projelerine yoğunlukla konu olan bölgelerin taşıdığı
"isyancı" potansiyelin, şehir merkezlerinden
uzaklaştırılması gerekmektedir. Bunun için toplumun korkuları
kışkırtılmakta, istikrar çığlıkları eşliğinde
"insani" amaçlar ortaya serilmektedir. Kabuslar
yaratılmakta, kabuslardan dahi rant istenmektedir. Çünkü
şimdiye dek bu bölgelerden kazanılan siyasi rant ve kentsel rant,
uluslararası tekellerin de devreye girmesiyle birlikte yerini daha
büyük kentsel rant olanaklarına ve yeni rant türlerine
bırakmıştır bile...
Çarpıtılan kavramlar
Habitat 2 öncesinde hazırlanan dökümanlarda şu
söylemler öne sürülmüştür:
"...Bugüne kadar, kent sorunlarına devletlerin izleyecekleri
politika ve programlarla çözüm getirebileceği
görüşü egemendi. Yani çözümün ana
ekseni devletlerdi. Bu yaklaşımın yetersiz kaldığını biliyoruz, daha
ötesinde, yaşıyoruz.
Habitat II Kent Zirvesi şimdi bize yeni bir yaklaşım öneriyor ve yeni
bir dönem başlatıyor.
Habitat II, devletin, üstlendikleri görev ve sorumlulukları sorunu
yaşayanlarla paylaşmasını ve onların oluşturduğu sivil toplum
kuruluşlarının çözüm önerme ve uygulamada daha aktif
bir rol olmasını öngörmektedir. Habitat II, insan yerleşimlerine
ilişkin sorunların çözümü için, bu
yerleşimlerdeki tüm tarafların, yani yerel yönetimler, özel
sektör, meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarının
etkin katılımını gerekli bulmaktadır. Ve Habitat II bu amaçla,
söz konusu tarafların güçlendirilmesini istemekte,
yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerin yeniden
tanımlandığı yeni bir yönetim anlayışını yerleştirmeye
çalışmaktadır. Bu hazır bir çözüm değildir.
Sorumluluk alınarak geliştirilecektir "
SSCB'nin yıkılışından sonra sıkça duyduğumuz pek
çok kavram bu söylemlerin içinde barınmaktadır:
Yerelleşme, ulus-devletin önemini yitirmesi, serbestleşme,
katılımcılık, yönetişim, sivil toplumculuk,
sürdürülebilir yerleşim ve kalkınma, özelleştirmenin
kaçınılmazlığı, vs. bu liste daha epey genişletilebilir.
Peki nedir tüm bunlar? Gerçekten yerelleşme midir söz
konusu olan? Ya da ulus-devletler önemlerini gerçekten yitirmiş
midir? Özelleştirme ve serbestleşme, özgürlük
için illa ki gerekli midir? Sivil toplum kuruluşları
aracılığıyla katılımcılık sağlanarak, yönetişim sayesinde
yerelleşilecek ve demokrasi ilerleyecek midir? Niye bazı ülkeler
kalkınmayı sürdürürken, diğerleri
sürdürememiştir?
Öte yandan yine SSCB'nin yıkılmasıyla iyice hız kazanan başka
gerçeklikler vardır hayatımızda: Baskı giderek artmakta,
özgürlüklerimiz kısıtlanmaktadır. Devletin baskı aygıtı
merkezileşmekte ve güçlendirilmektedir. Özelleştirmeler ve
"serbest"leşmeler sonucunda yoksullaşma gelmektedir. Ne
tesadüftür ki bu özelleştirmeler en temel alanlarda ışık
hızıyla yapılmakta ve kamusal "mallar" kelepire
satılmaktadır. Yerel yönetimlerde kadrolaşma başını alıp
gitmekte, kentler kalabalıklaştıkça insanlar yalnızlaşmakta,
herkes yönetişmek ve katılmak bir yana, kafasına ve sofrasına
darbeyi yedikçe kendi kabuğuna kapanmaktadır. Sivil toplumculuk,
yolsuzluklar ve yabancı fonlarla başka bir yönden ticaret yapmakta ve
demokrasi kavramı, hiç yakışmayan ağızlar tarafından telaffuz
edilmektedir. Bu kavramları patentleyebilecek olan ABD
"demokrasi"si son derece ulusal söylemlerini kullanarak,
kendi "ulus"luklarını ve ulusal ekonomilerini, ulusal
kaynaklarını ve değerlerini korumaya yeltenenlere acımasızca
saldırmakta ve bu ülkelerin ulusları, direnişe geçmektedir.
Bunun anlamı, aslında kavramların çarpıtılması ve yalanların
söylenmesinden başka bir şey değildir. Yapılan konferanslarda
yaldızlı laflar ve uhrevi amaçlarla ifade edilen söylemlerin,
yaşamın gerçekliğinde ne şekilde karşımıza çıktığı
açıktır. Kafaların karışması istenmekte, aleni olarak "biz
sizin yaşamlarınızı mahvedeceğiz, ama bundan yine kar elde
edeceğiz" denmemekte, dikenli taç çiçeklerle
süslenerek dikenler gizlenmektedir. Ama bu da sadece bir yere kadar
olmakta ve dikenler hiç vakit kaybetmeden yöneltilmektedir
halkın üzerine.
Burada Habitat 2 esnasında Türkiye'ye gelerek, bu kavramların
gerçek amacını açığa vuran birinden bahsetmeden
geçersek haksızlık etmiş oluruz: Fidel Castro.
Habitat 2'deki konuşmasında Castro, şunları söylemişti:
"Bugün bu toplantıda kalkınmış ülkelerden kaç
Başkan ve Başbakan görebiliyorsunuz? Onların burada olmayışı,
dünyamızı yıkımlara uğratanların, havayı, denizleri, toprağı
zehirleyenlerin insanlığı korumak adına ne denli az kaygılandıklarını
göstermektedir... Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki ayrım gibi,
kırlar ve şehirler arasında da eşitsizlik bulunmaktadır. Kalkınmamış
ülkelerde devasa metropoller oluşmakta, buralarda kent nüfusunun
önemli bölümü kalabalık, sıkışık gecekondularda,
iç karartıcı mahallelerde yaşamaktadır... Ama dünya, bencil,
insanlıkdışı ve sorumsuz bir azınlığın kendisini yok etmesine izin
vermeyecektir... Dünyada onlar değil, ezilmişler ve yoksullar
çoğunluktadır. Dünya biziz!"
Şehirde sınıf-mekansal yeniden yerleşim ve bölüşüm
Başka bir boyutuyla baldırıçıplakların "hak
ettikleri" kentten uzak bölgelere, mülk sahiplerinin ise
merkezi bölgelere yerleştirilmesi, alışveriş merkezlerinin, sosyal
tesislerinin içinde huzur ve güvenlik duygusuyla yaşamaları
olarak da adlandırabileceğimiz kentsel dönüşüm projelerinin
sayısı, her geçen gün artmaktadır. Bunlardan bazı
örnekleri, burada kısaca ele alacağız.
- Sulukule'de kentsel dönüşüm
2005 yılında yayımlanan Belediye Kanunu'nda, kentsel
dönüşüm aşağıdaki gibi düzenlenmiştir:
"Kentsel dönüşüm ve gelişim alanı
MADDE 73. — Belediye, kentin gelişimine uygun olarak eskiyen kent
kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek; konut alanları, sanayi ve
ticaret alanları, teknoloji parkları ve sosyal donatılar oluşturmak,
deprem riskine karşı tedbirler almak veya kentin tarihî ve
kültürel dokusunu korumak amacıyla kentsel dönüşüm
ve gelişim projeleri uygulayabilir.
Kentsel dönüşüm ve gelişim projelerine konu olacak alanlar,
meclis üye tam sayısının salt çoğunluğunun kararı ile
ilân edilir.
Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarında yıkılarak
yeniden yapılacak münferit yapılarda ilgili resim ve harçların
dörtte biri alınır.
Bir yerin kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak
ilân edilebilmesi için; o yerin belediye veya mücavir alan
sınırları içerisinde bulunması ve en az elli bin metrekare olması
şarttır.
Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarında bulunan
yapıların boşaltılması, yıkımı ve kamulaştırılmasında anlaşma
yolu esastır. Kentsel dönüşüm ve gelişim projesi
kapsamında bulunan mülk sahipleri tarafından açılacak davalar,
mahkemelerde öncelikle görüşülür ve karara
bağlanır."
Yine 2005 yılında TBMM İçişleri Komisyonu, üzerinde Kentsel
Dönüşüm ve Gelişim Tasarısı'nın adını
"Yıpranan Kent Dokularının Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak
Kullanılması" olarak değiştirmiştir. Tasarı, 2005
Haziran'ında yasalaşmıştır. Bu yasa ile sit alanlarında konut,
ticaret, kültür ve sosyal donatı alanlarının oluşturulmasının
önü açılmıştır.
Bir yandan "yıpranan kentsel doku"dan bahseden, öte yandan
da sit alanlarında konut, ticaret, vs. alanları oluşturmayı hedefleyen bu
yasa ve tasarılar, kendi içinde söylem olarak bile
çelişmektedir. Yasaya göre yenileme alanlarındaki uygulamalar
belediyeler, kamu kuruluşları veya TOKİ tarafından yapılacak,
Belediyeler, yenileme alanı ilan edilen yerlerdeki taşınmazlar
üzerinde, her türlü yapılaşma, kullanım ve işletme
konularında proje tamamlanıncaya kadar geçici kısıtlamalar
uygulayabilecektir.
Yasa mecliste tartışılırken bazı milletvekilleri, bundan ciddi rantlar
doğacağını ve istismar konusu olacağını ifade etmiş, ama bunu doğal
gören zihniyet yanıtı vermiştir. Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanı Melih Gökçek, sit alanı içinde kalan
Anafartalar ve Modern çarşıların yıkılacağını ancak, tarihi
dokunun korunacağını belirtmiş, ''Buralarda yeni bir rant ortaya
çıkması çok normal. Çünkü, yıkılan eski
çarşıların yerine tarihi dokuya uygun yeni çarşılar
yapılacak'' demiştir. Elbette rantın kimler tarafından kullanılacağı
açıktır.
Sulukule'ye yönelik kentsel dönüşüm projesi de bu
yasanın çıkmasıyla uygulamaya konmuştur. 1000 yıllık Roman
mahallesi olan Neslişah Sultan Mahallesi'nden atılmak istenmektedir
Roman vatandaşlar. Bunun dışında Hacıhüsrev,
Küçükbakkalköy, Kağıthane Yahya Kemal Mahallesi,
Kuştepe, Ankara Çinçin Mahallesi, Bursa Kamberler gibi Roman
mahallelerinde yaşayan vatandaşlar da yerlerinden edilmek, 10-15
yıllığına TOKİ'ye borçlandırılmak ve onların
yaşadığı alanların yeni kar kapılarına
dönüştürülmesi istenmektedir.
- Kuzey Ankara Kent Girişi Projesi – ya da Ankara Matrix projesi
Bu projeye yönelik olarak da yasa çıkmış, yasada daha sonra
çeşitli değişiklikler yapılmıştır. Bu proje, Ankara'nın
başkent olması vesilesiyle denetim sağlanması yönüyle de
ön plana çıkmakta ve adeta bir Matrix projesi olarak kente
taşınmaktadır.
En büyük ve kapsamlı proje olarak bilinen Kuzey Ankara Girişi
Kentsel Dönüşüm Projesi, Ankara Esenboğa Havaalanı yolu ile
Ankara Merkez arasında kalan bölgeyi kapsamaktadır.
Projenin 962.000 m2'lik alanda gerçekleştirilmesi
düşünülmektedir.
Alanda TOKİ tarafından inşa edilecek konutlardan yararlanacak "hak
sahipleri", Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından
belirlenecektir. İnşa edilecek konutların yapım ve ihale şekli TOKİ
tarafından belirlenecek, maliyeti TOKİ tarafından karşılanacaktır.
TOKİ tarafından yapılacak olan konutlardan Belediye'nin talebi
uyarınca, hak sahiplerine yararlandırılacak kadar sayıda konut, TOKİ ve
Belediye'nin mutabakatı ile Belediye'ye kalacak ve artan
konutlar ile ticaret merkezleri TOKİ tarafından satılarak geliri ortak
hesaba aktarılacaktır. Daha sonra TOKİ'nin konut yapımı
maliyetleri karşılığı hesaplanarak, bu değerdeki taşınmazlar
TOKİ'ye devredilecektir.
Ama "Finansman temini (altyapı için) ve hak sahiplerine
verilecek konutlar nedeni ile yoğun yapılaşma gerekmesi"
yüzünden katlardaki konut sayıları arttırılmış ve olası bir
"duvar etkisi"nin önlenmesi için, yapıların
parçalanması, renklendirilmesi, farklı tiplendirilmesiyle
insanların kendilerini duvarların içine hapsedilmiş gibi
hissetmesinin önüne geçileceği iddia
edilmiştir.
Özetle durum şöyledir: Belediyenin belirleyeceği "hak
sahipleri"ne verilecek konutlar, sıkışık ve iç karartıcı
olacaktır. Oralarda yaşamak hiç de zevkli olmayacaktır. Ama
"Finansman sağlayan kuruluşlar" olarak ifade edilen firmaların
konutları, "tam rezidans" biçiminde tasarlanacaktır.
Yani golf sahasından kapalı otoparklara, yüksek güvenlik
sistemlerinden helikopter inebilecek çatı teraslarına kadar herşey
düşünülmüştür. Yani yerimiz dardır, evleri
yıkılanların sadece bir bölümü olan ve belediyenin
belirlediği hak sahipleri sıkışık ve iç karartıcı yerlerde
denetim altında oturmak zorundadır, ama öte yandan golf sahası ve
kapalı otoparklar inşa edecek kadar bir alan da bulunmaktadır.
Çelişki üstüne çelişki ve ağız sulanmaları...
/>
Bir de Büyükşehir Belediye İnşaat, Emlak, Mimarlık ve Proje
A.Ş (TOBAŞ) Genel Müdürü Ferhat Ertürk'ün bu
konu hakkındaki düşüncelerine yer verelim:
"Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi
çalışmaları çerçevesinde Esenboğa Protokol Yolu
çevresinde hiç denenmemiş bir anlayışla yönetilecek
yeni bir kent doğacak.
Projenin tamamlanmasının ardından bölgede 70 ile 80 bin arasında
insanın yaşamaya başlayacak. Belki burası yeni bir belediye olarak dizayn
edilecek. Bir kent düşünün; sıfırdan tasarlayıp,
projelendirip oluşturuyorsunuz. Burada ortaya çıkacak 20 bin konutlu
yeni kent hiç denenmemiş bir anlayışla yönetilecek.
Bunu bir de belediyelik haline getirdiğinizi düşünün, her
noktasından haberdar olduğunuz ve kontrol edebildiğiniz bir kent
düşünün. Akıllı kent gibi. Burası Türkiye'de en iyi
idare edilen yerleşim alanı olacak. Burasını güvenliğiyle,
yeşilliğiyle her şeyini sıfırdan düzenliyorsunuz. Kanalizasyon
sisteminde çıkacak bir arızadan anında haberiniz olacak ve
müdahale edeceksiniz. Burası Türkiye'de bir tane olacak.
Yani, burada bir akıllı kent inşa edilecek ve yaşayanların doğum
günlerinden evlilik yıldönümlerine, otomobili olup
olmadığından sigara içip içmediğine kadar tüm
bilgileri depolanıp yakından ilgilenilecek. Yeni kent, bilgisayar
teknolojileri sayesinde kontrol altında tutulacak, kişisel bilgiler
derlemek için ASKİ'nin ve EGO'nun abone kayıtlarından da
faydalanılacak.
Kısaca, burada yaşayan vatandaşı tanıyacağız. Onların fakir mi zengin
mi olduğunu bileceğiz. Bu insanlarla ona göre ilişki kuracağız''
Fazla söze hacet yok, Big Brother iş başında.
- Ofer Vakası ve Galataport
Fazla söze hacet bırakmayan vakalardan biri de Galataport Projesi oldu.
Bu projede yürütme, şimdilik durdurulmuş durumda ama tekrar
yürürlüğe girmeyeceği konusunda hiçbir garanti yok.
Ayyuka çıkan pek çok bilgi ve muhalefet partisinin de iktidar
partisini sıkıştırma çabaları ile durdurulan projede rezilliğin
bini, adeta bir para...
Başbakanın 16 Eylül 2005'te yapılan ihaleden bir buçuk
yıl önce Davos'ta Maliye Bakanı ile birlikte malum Ofer'le
görüştüğü, bu süreçte ifade edildi. Gerekli
yasaların bir an önce çıkması için ihtimam
gösterildi ve şaibeli bir ihale sürecinin ardından, Sami Ofer'in
oğlu Eyal'in başkanlığını yaptığı Royal Caribbean Cruise'in
önderliğinde oluşturulan konsorsiyum Galataport ihalesini
"kazandı".
İsrail kökenli Ofer Grubu, Tüpraş'ın
özelleştirilmesi tartışmalarında da kendinden söz ettirmişti.
Tüpraş'ın özelleştirilmesinden önce %
14.76'lık hisse, Ofer Grubu'na satılmıştı. Böylece Ofer
ailesi kısa sürede Tüpraş'tan 800 milyon dolarlık kar elde
etmişti. Galataport Projesi'ne konu olan bölge,
çıkarılan kanunlarda SİT alanı kapsamından çıkarılarak
pek çok kısıtlama da ortadan kaldırılmış oldu. Ofer Grubu,
Kuşadası'nda Egeport projesini de aldı.
RCC (Royal Caribbean Cruise) şirketi Kuşadası'nda uyguladığı
fiyat politikasıyla limanı neredeyse sadece kendi gemilerinin kullanımına
uygun hale getirdi. Aynı şey Galataport için de söz konusu
olacaktır. Rekabet Kurulu'nun bunu engelleyeceği söylemleri
ortaya atılsa da gerçek ortadadır. Karaköy Meydanı'ndan
Tophane'ye kadar sahil kesiminde 100.000 m2'nin üzerinde bir
alan, TDİ (Türkiye Denizcilik İşletmeleri) tarafından açılan
ihale ile Oferler'e Yap-İşlet-Devret modeliyle devredilmiştir.
Projeyi TDİ yürütmekte gibi gözükürken aslında
hükümet yönetmektedir.
Karaköy için düşünülen bu projenin benzeri,
Haydarpaşa için de planlanmaktadır. Eski Ulaştırma Bakanı Binali
Yıldırım, bunun için şöyle bir bahane öne
sürmektedir: "İstanbul'da iş merkezleri, cazibe merkezleri
ağırlıklı olarak Avrupa Yakası'nda. Anadolu Yakası'nda bu
tip yapılaşmalar yok. Son zamanlarda tek tük oteller yapılıyor ama
çok yetersiz. O yüzden Marmaray Projesi ile birlikte boşa
çıkan Haydarpaşa Bölgesi'ndeki alanı Galataport'a
benzer bir projeyle tekrar canlandırmak, İstanbul'a,
İstanbullu'ya kazandırmak istiyoruz. Burada da hassasiyetimiz yine
aynı. İstanbul'un kültürel ve tarihi dokusuna uygun
projeleri yarıştırırak, İstanbul'un beğenisini alan projeler
hayata geçirilecek. Bunu yaparken ilgili tüm kurumlarla birlikte
çalışıyoruz."
Projenin fotoğrafları, tarihi dokunun ne şekilde etkileneceği konusunda
yoruma yer bırakmamaktadır. Alışveriş merkezleri, çelik-cam
karışımı binalarla kaplanacak olan 1200 metrelik sahil şeridi
görüntüsüne bir de bu resimde yer almayan dev gemiler
gelince, arka bölgenin denizle alakası kalmayacaktır. Kamuya ait olan
bu bölge, özel mülkiyet haline geleceğinden halk buraya
artık adımını atamayacaktır. İstanbul, İstanbul manzarası,
güzellikleri, RCC'nin ve işbirlikçilerinin olacaktır.
/>
İhaleyi alan Kutman-Ofer ikilisinin Galataport için verdiği toplam
ödeme teklifi 3.5 milyar Euro olsa da, yapılan 49 yıllık ödeme
planı doğrultusunda 2015'e kadar bu rakamın yalnızca %1'i (0,036 milyar
Euro) ödenecek, 2040 yılına kadar ciddi bir ödeme
yapılmayacaktır. Başka bir deyişle teklif edilen ödeme,
bugünkü değer yöntemiyle hesaplandığında sadece 0,2 milyar
Euro'ya denk gelmektedir. Türkiye Denizcilik İşletmeleri (TDİ)
'nin verdiği bilgilere göre ise Galataport projesi yılda 11.000.000
kişiye hizmet edecek ama bunlardan sadece 300.000'i yani % 3'lük
kesimi yolcu olacaktır.
Kentsel dönüşümün başka bir boyutu da işte bu
olmaktadır. "İstanbul'a, İstanbullu'ya
kazandırmak" ise İstanbul'un talanında önü
açılan uluslararası tekellerin kazanması anlamında
yorumlanmalıdır. İstanbullular'da küçücük bir
azınlık haricinde kalan kesimin, bu projeden hava ve daha fazla çile
alacağı kesindir. Her ne kadar "bu kent hepimizin" deseler de,
ihaleleri kimin aldığı, hangi şekilde kadrolaşıldığı, kimlerin
kazanç sağlayacağı şimdiden bellidir. İstanbul onlara göre,
onlarındır, halkın değil. Tıpkı Dubai International Properties
şirketinin, "Dubai Towers" ile İstanbul'un
"sahip"leri arasında yerini sağlamlaştırması gibi...
Nasıl bir dönüşüm kenti kurtaracak?
Ortaya çıkışlarından beri kentler zaten bir şekilde değişmekte,
dönüşmektedir. 50 yıl öncesinin kentleri ile
günümüzün kentleri arasında da önemli
farklılıklar vardır. Ama bu farklılıklar, iradi olmaktan çok
artan ekonomik etkinlik ve nüfusla birlikte gelen değişimlerin
sonucunda olmuştur. "Kentsel dönüşüm" kavramı,
iradi olarak kente yapılan müdahaleyi kastetmektedir. Yani ortada bir
gücün, bir kesimin, bir anlayışın iradesi durmaktadır.
Kapitalist sistemde hele de ülkemiz gibi emperyalizme bağımlı
çarpık kapitalist sistemde bu irade burjuvazi ve uluslararası
tekellerin iradesidir. "Dönüşüm" de elbette
emekçi halkın aleyhine bir dönüşümdür.
Yukarıda saydığımız kentsel dönüşüm türlerine
bakıldığında bunların hangilerinin doğru, gerekli ve haklı projeler
olduğunun saptanması, işte bunları gerçekleştiren iradenin
anlayışına göre belirlenmektedir. Ya da bunların karşısında duran
iradeye bakılmalıdır. Neticede hangi gerekçe ile bir kentsel
yerleşim alanına müdahalede bulunulursa bulunulsun, orada yaşayanlar
bundan bir şekilde etkilenecekler ve buna olumlu ya da olumsuz taraf
olacaklardır. Kentsel dönüşümü,
dönüştürülecek alanlarda yaşayan insanlardan, kentsel
dönüşümün öznesi ve nesnesi olan taraflardan ayrı
olarak savunmak akıl dışı olacaktır. Bir kentte yaşamsal alanların
işlevlerinin geri kazandırmak için yenileme projeleri; tarihsel ve
kültürel geçmişi korumak için restorasyon projeleri
ve yaşam alanlarındaki kaliteyi yükseltmek için geliştirme
projeleri yapılmalıdır. Yani Kentsel İyileştirme Projeleri.
Ülkemizde gerçekleştirilmek istenen Kentsel
Dönüşüm Projelerinin tümü ise Rant Projeleridir.
İsimleri de amaçları da bellidir. Rant amaçlı talan
projeleridir.
Bir deprem ya da sel tehlikesi altında olan bölgedeki insanları bu
tehlikeden kurtarmak için oralara yönelik projeler yapmak, ya da
artık kullanılmayan eski fabrikaları müzelere çevirmek, veya
insanların yakınında yaşayarak zarar verebileceği tarihsel yapıları
koruma altına alarak oralardaki insanlara başka olanaklar sunmak ilk elden
savunulabilecek kent projeleri olarak durmaktadır. Fakat bu projeler
iyileştirme projeleridir; dönüşüm projeleri değildir.
Ancak olay bununla sınırlı değildir. Doğal afet riski bulunan ya da
zarar görebilecek tarihi yapıların olduğu bölgelere insanların
yerleşmesi, zaten temelde bulunan bir soruna işaret etmektedir. Doğru bir
kent planlaması yapılmaması ve oralara yerleşen insanların can
güvenliğinin, geleceğinin önemsenmemesi nedeniyle bu
bölgelerde yaşıyor olmaları, sistemsel bir sorundur ve sınırlı
kent projeleriyle çözülmeleri de olanaklı değildir.
Gecekondu, getto ve banliyö bölgelerine yönelik olarak
planlanan kentsel dönüşüm projeleri ise, bambaşka bir
kulvarı ifade etmektedir... Rant, daha fazla kar, yıkım…
Kente nasıl bakıldığı meselesi burada bir kez daha devreye girmektedir.
Kente geçim kapısı, umut kapısı olarak bakan, köyünden
bu amaçla kopup gelen ya da birkaç nesildir işçi olarak
yaşamını sürdüren emekçiler için başka bir anlam
taşır kent ve kentsel dönüşüm, ondan rant elde etmek
isteyenler için ise bambaşka bir anlam taşır. Kenti insanların
özgür ve eşit yaşadığı, insanca koşullara sahip olduğu ve
huzurlu, mutlu bir geleceği çocuklarına armağan edebildiği ve
çıkışındaki gibi uygarlığın daha da gelişebildiği ve sonunda
onu kendi içinde içererek aştığı bir mekan olarak
tasarlayanlar başka türlü bakarlar kente, tüm
güzellikleri parası olanların hak ettiğini düşünerek kenti
tasarlayanlar da bambaşka bakarlar. Bazıları marulları ve 6 aç
çocuk cesedini kentin çöplüğüne, kara
vicdanlarının yanına tereddütsüz en kısa zamanda
gönderirken, diğerleri de kentin vicdanını,
çöplükten arınması ve dirilmesi, yeniden doğması
için çağırırlar...
Sayı 4 Kentsel Dönüşüm Sayfa 70-81
İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder