20 Nisan 2010 Salı

İşçi Sınıfının 1 Mayıs ve Tek-el Ders(ler)i

İşçi Sınıfının 1
Mayıs ve Tek-el Ders(ler)i

İŞÇİ SINIFININ 1 MAYIS VE
TEK-EL DERS(LER)İ
[*]

 
TEMEL DEMİRER
 
"Zamanın eli değdi
bize
Çoktan değişti her
şey
Aynı değiliz ikimiz
de…"
[1]
 
"Postmodern Zamanlar"ın karanlığından
"Elveda" yaygaralarının tekzip edildiği bu günlere
ulaşmak hiç de kolay olmadı!
İşçi sınıfının 1 Mayıs 2009'da
Taksim'i yeniden kazanıp, Tek-el'iyle başkent Ankara'da
"kurtarılmış" çadır kentini kurduğu günlere
büyük diyetler ödenerek gelindi…
Neo-liberal solcu vazgeçişten, egemen ideolojik
bombardımana uzanan yoğun bir karşı saldırı karşısında adım adım
ilerlenen, "ateşi ve ihaneti gördük" diye
betimlenilmesi mümkün olan zorlu bir süreçti
bu…
Bu süreçte karşı saldırının iki
kırılma noktasından birisi 2009'da Taksim'in yeniden
kazanıldığı 1 Mayıs, ikincisi ise Tek-el işçilerinin
işçi demokrasisiydi…
Söz konusu iki olgunun dersleri, radikal
sosyalistler tarafından kavranmalı, kavratılmalıdır…
O hâlde 1 Mayıs'la başlayalım.
 
I. AYRIM: 1 MAYIS('IMIZIN)
TARİHİNDEN…
 
İlk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne
kentinde taş ve inşaat işçilerinin günde sekiz saatlik iş
günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento
Evi'ne kadar başlattığı yürüyüş ile start alan 1
Mayıs, 1906 yılında Selanik'te işçi ve emekçilerin
sermaye kesimine karşı geliştirdiği direniş şiarının ardından
emekçilerin ortak mücadele ve direniş takvimi hâline
geldi.
Coğrafyamızda ise 1923'te 1 Mayıs Amele
Bayramı ilan edildi ama bir yıl sonra kitlesel kutlamalar yasaklandı.
Günümüzde ise verilen mücadele ve ödenen bedellerden
sonra 1 Mayıs 'Emek ve Dayanışma Bayramı' olarak tekrar ilan
edildi.
Ancak bu kez de Taksim emekçilere
kapatılmıştı. Klasik bir görüntü hâlini alan Taksim
kapatmasına karşı emekçi sendikaları kararlılıklarını
yinelerken, hükümet kanadı bildik söylemleri tekrar
etti.
1 Mayıs öncesinde provakatif eylemlerin
gerçekleştirileceği söylentileri ve ülkeye sızan
"canlı bomba" hikâyeleri bir kez daha kapladı
ortalığı. Bu işin bir yanıydı; öteki ise 1 Mayıs'ın,
coğrafyamızda uzun yıllardan beri tartışılagelmesidir.
Önce 1 Mayıs'ın kutlanıp kutlanmaması
tartışılmış, DİSK ile sosyalist çevreler
"kutlanmalı" derken; Türk-İş, hükümetler, o
yılların muhalefet partileri, karanlık güç odaklarının
oluşturduğu cephe, 1 Mayıs'ın "Komünistlerin,
bölücülerin, anarşistlerin bayramı" olduğunu dile
getirerek; 1 Mayıs'ın kutlanması hâlinde "ülkenin
bölüneceği"ni bile öne sürüp, 1
Mayıs'ı kutlayanlara saldırmış, tutuklatmıştır.
Öyle ki, 1 Mayıs'ı kutlamak isteyeceğinden
şüphelenilen, ilerici olduğu bilenen kişiler 1 Mayıs'tan bir
gün önce "komünist avı"na tabi tutularak
gözaltına alınıp, "1 Mayıs tehlikesi sona erdikten"(!)
sonra serbest bırakılmışlardır. Ya da 1 Mayıs günü yakasına
kırmızı karanfil takanlar izlenmiş, tutuklanmıştır.
1976'dan itibaren 1 Mayıs, DİSK ile kitlesel bir
biçimde kutlanmaya başlanmış; 1976'da yüz bini aşkın
işçi ve emekçinin Taksim'de 1 Mayıs'ı kutlaması
egemen güç odaklarını telaşlandırmış; 1977 1
Mayıs'ı bir kontrgerilla provokasyonu ile kana bulanarak, 35
işçinin yaşamını yitirdiği bir katliam
gerçekleştirilmiştir.
1978 1 Mayıs'ı her şeye rağmen kutlanmış,
1979'da 1 Mayıs, sıkıyönetim terörüyle boğulurken;
1980 darbesinin ardından 1989'a kadar 1 Mayıs kutlamaları
yapılamamıştır. Bu yılda Türk-İş saflarındaki sınıftan yana
sendikacıların ve 1989 Bahar Eylemleri'nde öne çıkan
ileri işçi kesiminin baskısıyla 1 Mayıs'ın kutlanması
yeniden gündeme gelmiştir.
1990'da ise 1 Mayıs gösterileri fabrikalara
yayılmış, iş bırakılan bölgelerde 1 Mayıs kutlanmıştır. Bu
yıllarda 1 Mayıs izin alınmadan fiili bir biçimde kutlanmıştır.
12 Eylül sonrasının izinli ilk 1 Mayıs kutlaması, 1992'de
İstanbul'da Gazi Osman Paşa meydanında yapılmıştır. 1993
yılında, ileri işçilerin ve sendikacıların baskısı üzerine
Türk-İş, 1 Mayıs'ı ilk kez alanda kutlamıştır.
1993'te Türk-İş, Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı'na
çıkarken, DİSK ise Pendik'te miting
gerçekleştirmiştir.
İlk ortak kutlama ise 1994'te mümkün
olmuş, Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve daha sonra KESK adını alacak
olan Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu'nun
içinde yer aldığı Demokrasi Platformu, 5 Nisan kararlarına karşı
Abide-i Hürriyet Meydanı'nda 1 Mayıs'ı ortak
kutlamıştır.
2007-2008 yıllarında kolluk kuvvetlerinin sert
müdahalesi ile karşı karşı ya kalan emekçiler, 2009'da
1 Mayıs 1977 katliamının gerçekleştirildiği alana
çıktılar…
Türkiye tarihinin karanlık sayfalarından birisi
olan 1 Mayıs 1977 katliamıyla Taksim Meydanı'nda 34 insan
öldürülmüştü.
O güne dair "MİT'in olayları
bildiğini ancak engellemediği"ni dile getiren İstanbul Valisi Namık
Kemal Şentürk, polisin olaylara müdahalede yetersiz kaldığını
anlatarak, "Polisin havaya ateş açması işleri iyice
karıştırdı. Panikle birlikte olaylar kontrolden çıktı"
vurgusuyla şunları diyordu:
"Bülent Ecevit, olaylardan kısa süre
önce geldi. Taksim'de miting yapacak. MİT'ten istihbarat
geldi. Sheraton Oteli'nin bilmem kaçıncı katından uzun
namlulu silahla suikast düzenlenecek diye uyardılar. Ben de Sheraton
Oteli'nin bilmem kaçıncı katına kadar biliyorsunuz da o zaman
suikastçıları niye yakalamıyorsunuz?' dedim. Sonra
Ecevit'e haber gönderdik. Çok tedirgin
olduk…"
Evet 1 Mayıs 1977 katliamı ardından
gerçekleştirilen son kutlama 1978 yılında yapılmıştı.
Ardından da Taksim Meydanı egemen yasakçılık
açısından bir "tabu" hâline getirildi;
sıkıyönetim ve 12 Eylül müdahalesinden sonra Taksim
işçilere kapadı. Taksim Meydanı 31 yıl sonra yeniden
kazanıldı.
Sözünü ettiğimiz tarihte, ezilenler ve
ezenler açısından Taksim'in tarihi önemi
ortadadır.
Gerçekten de Hakan Koçak'ın
ifadesiyle, "Türkiye işçi sınıfının ülkenin
sembolik merkez olan Taksim meydanında miting yapma iradesinin tarihi
1950'lerin başlarına kadar uzanır. Bu konudaki birçok
girişim engellense de talepler hep canlılığını korur." size="2">[2]
Tıpkı Pablo Neruda'nın, "Adımlar bin
yıl bu alanı/ çiğneseler bile/ dökülen kanı silemezler/
Binlerce ses bu sessizliği/ şaşırtsa bile/
düştüğünüz bu saati/ unutturamaz/ Yağmur alandan ve
taşların/ arasından/ oluk oluk akacak/ Ama ateşten adımızı/
söndüremeyecekler," dizelerinde betimlediği gibi
önemlidir Taksim!
Bunu hâlâ kavrayamayanlar ne büyük
bir aymazlıktan malûldür!
 
I.1) DEVLET ŞİDDETİ
 
Devlet, kendisi için bir itibar simgesi
hâline getirdiği Taksim'i, fütursuz/ açık şiddet
saldırganlığıyla "savunmakta"dır!
2007, 2008 ve 2009 yıllarında Taksim'i
hedefleyen devrimci 1 Mayıs eylemlerine yönelik egemen saldırganlık
bunun kanıtıdır.
Örneğin, 'Türkiye İnsan Hakları
Vakfı Dokümantasyon Merkezi'nin "1-4 Mayıs 2009 tarihli
İnsan Hakları Raporu Günlükleri'nde bu konuya ilişkin
şunlara dikkat çekilmektedir:
"1 Mayıs 2009'da İşçi
Bayramı'nı Taksim Meydanı'nda kutlamak isteyen gruplara kolluk
güçleri müdahale etti. İstanbul Emniyet
Müdürü Celalettin Cerrah'ın bizzat yönettiği
müdahalelerde önceki yıllarda olduğu gibi kolluk
güçlerinin aşırı güç kullanımı dikkat
çekti. Bir polis telsizinden yapılan duyuruda Feriköy
Semti'ndeki polis ekibinin gaz bombasının bittiği ve eylemci
gruplara atılmak üzerelere daha fazla gaz bombası istendiği duyuldu.
Zırhlı bir polis aracının içindeki polis memuru ise kovaladığı
gruba megafonla 'kaçmayın ulan kaçmayın, gelin buraya
vatan hainleri' şeklinde seslendiği görüldü.
1 Mayıs 1978'de Taksim Meydanı'nın
işçilere yasaklanmasının ardından 31 yıl sonra Taksim
Meydanı'nda yapılan ilk kutlamalarla ilgili açıklama yapan
İstanbul Valisi Muammer Güler, 21'i polis memuru toplam 41
kişinin yaralandığını 108 kişinin de gözaltına alındığını
açıkladı. Gözaltına alınan 108 kişi işlemlerinin ardından
2 Mayıs 2009'da serbest bırakıldı. Çağdaş
Hukukçular Derneği (ÇHD) ise gözaltına alınanların
sayısının 400'ü geçtiğini belirtti. Gözaltına
alınanlardan 5 kişi gözaltında işkence ve kötü muameleye
maruz kaldıklarını savunarak İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul
Şubesi'ne başvurdu. Türkiye Komünist Partisi (TKP)
yaptığı açıklamada Tarlabaşı Semti'nde kolluk
güçlerince gözaltına alınan 2 üyesinin boş bir
araziye götürülerek fizikî şiddete maruz kaldığını
duyurdu.
Tarlabaşı'ndaki şiddet olaylarından birisine
tanık olan bir kişinin kaydettiği görüntülerde ise 5 polis
memurunun etkisiz hale getirdikleri bir genci kimsenin görmediğini
sandıkları bir köşede dövdükleri
görüldü.
KESK İstanbul Şubeler Platformu Sözcüsü
Nebahat Bükrek, Taksim'de yapılan 1 Mayıs kutlamaları
sırasında şiddet uygulayan polis memurları hakkında yasal işlem
yapılması için yargıya başvuracaklarını
açıkladı..."
Ayrıca ÇHD'den Taylan Tanay, İstanbul
Emniyet Müdürlüğü'nün ve Vali Muammer
Güler'in "1 Mayıs'ta 108 kişi gözaltına
alındı" açıklamasına itiraz edip, "Resmi rakamlar
doğru değil. Bize yapılan başvurular ve bizim takip ettiğimiz 15
karakolda saptadığımız rakam 400'ü aştı. Emniyetin
açıkladığı rakam Cumhuriyet Savcılığına haber verilmiş ve
adliyenin haberdar olduğu tutmalar için geçerli. Zira polis
gözaltına aldığı kişilerin büyük çoğunluğunun
kaydını tutmadı, yapılması gereken zorunlu işlemler olan doktor
raporunu almadı," dedi.
Aslı sorulursa 2009 1 Mayıs'ının devlet
şiddeti açısından iki sembol görüntüsü vardı.
İlki, bir evin camından gizlice çekilmiş kamera kaydıydı.
Kayıtta; bir genç beş polis tarafından evire çevire
dövülüyor, sonra da gözaltına alınıyordu. İkinci
görüntü ise iki polisin kolunda götürülen
Naciye Kaplan'a ait gazete fotoğrafıydı. Aynı sokakta
gözaltına alınan, hem o sırada hem de Beyoğlu Emniyet
Müdürlüğü'nde dövüldüklerini
öne süren iki mağdura ait kayıtlar, "kayıt dışı
gözaltının" kanıtı oldu. Çünkü, dört
polisin soruşturulduğu dosyada, ne Kaplan'a ne de Aladağ'a ait
bir yakalama tutanağı ve gözaltı kaydı var.
Tarlabaşı'ndaki Alhatun Sokağı'na bakan
bir pencerenin arkasında, titrek bir elin tuttuğu kamera şu
görüntüyü kaydediyordu: Bir genç, maskeli
polislerce yere yatırılarak tekmeler, yumruklar ve coplarla
dövülüyor, sonra da götürülüyordu. O
kişi, 28 yaşındaki Öztürk Aladağ'dı.
İddiaya göre aynı sokakta gözaltına alınan
bir diğer kişi 22 yaşındaki Naciye Kaplan'dı. Kaplan, 8
Mayıs'ta verdiği ifadesine kanıt olarak gazetelerde yayımlanan bir
fotoğrafını sunuyordu. Fotoğrafa göre Kaplan, koluna girmiş, biri
maskeli iki polisçe götürülüyordu. Kaplan,
fotoğraf öncesi ve sonrasını şöyle anlattı:
"Sokağın iki tarafında yüzleri maskeli
10'dan fazla polis sıkıştırdı. Gazetede, yüzü belirgin
hâlde görünen şahıs ve diğerleri bana ve iki kişiye cop
ve tekmeyle vurdular. Yüzü maskeli polis arkamdan tekme atıyordu.
Çelme takıp yere düşürdü, vurmaya devam etti.
Başıma vurdular, kasklarıyla, ayaklarıyla bastılar. "Kaç
kişinin altına yatıyorsun? Anan mı sizi pazarlıyor? Kimler sizi s...?
Biz de depoya götürelim, s...! Baban mı seni hamile
bıraktı?" dediler. Beyoğlu Emniyeti'ne saçımdan
sürükleyerek soktular. Tutanak istedik, 'Dayaktan
doymadınız mı, tutmuyorum, çıkın gidin'
dediler."
22 yaşındaki Kaplan'ın sağlık raporunda ise
boyun hareketlerinde kısıtlılık, sol meme altında ağrı, her iki
bacakta, sol diz kapağı ve baldırında morluk, sağ bileğinde şişlik,
sol şakağında morluk saptandı. Kaplan, raporla birlikte 8 Mayıs'ta
şikâyette bulundu. İki dosya 13 Mayıs'ta birleştirildi.
Aladağ'ın kanıtı kamera kaydı, Kaplan'ınki gazete
kupürleriydi.
Tam da bu tabloda 1 Mayıs gözlemcisi olarak gelen
Almanya'nın ikinci büyük sendikası IG Metall'in
yönetim kurulu üyesi Wolfgang Rhode, 2009 1 Mayıs
gösterilerinde de polisin orantısız güç kullandığını
açıkladı açıklamasına ama; bunlar "kan
davası"ndan vazgeçmeyen T."C"nin umurunda
değildi!
Evet, "hem suçlu hem de
güçlü" devlet şiddeti ve inkârı buydu;
böyleydi; 2 Mayıs 2008 tarihli gazetelerin manşetlerine de şöyle
yansımıştı!
Cumhuriyet: "1Mayıs'ta AKP
Terörü"… Vatan: "… 'Ayaklar'
Ayak Altında"… Güneş: "Polisin
Gazabı"… Milliyet: "Neden?" Hürriyet: "1
Mayıs Polis Devleti"… Radikal: "AKP'nin
Demokratlığı Buraya Kadarmış… 'Önlemler',
Gün Ağarmadan İşçi Dövülerek Başladı (üst
başlık)…" Sabah: "Gazcı Kardeşler (İstanbul Valisi
Muammer Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin
Cerrah fotoğrafı ile birlikte)"… Takvim: "Polis
Bayramı!"… Taraf: "Ver Lan Şu Bombayı (Vali Muammer
Güler'in "hastane yakınında yanlışlıkla
patladığını" söylediği gaz bombasının bir polis tarafından
atıldığı, Ahmet Şık'ın fotoğraflarıyla
kanıtlanıyor)"… Akşam: "Şanlı Taksim
Müdafaası"… Evrensel: "Orantılı
Faşizm"… Birgün: "Öldürmeye
Çalıştılar… Dün AKP hükümeti
İstanbul'da Halka Faşizmi Yaşattı (üst
başlık)"… Bugün: "1 Mayıs
Dehşeti"…
 
I.2) YALAN(CI)LARA KARŞIN TAKSİM'LE
OLAN(LAR)
 
İyi de Taksim'le olan(lar) nedir mi?
Öncelikle; "İşçilerin,
emekçilerin, sosyalistlerin son üç yıldır
gösterdiği kararlılık sayesinde Taksim'e
çıkıldığının" altını çizen DİSK Genel Sekreteri
Tayfun Görgün'ün ifadesiyle, "Meydandaki beş bin
kişi polis engellemesi nedeniyle arka sokaklarda sıkışan binlerce
emekçinin de sesi oldu…"
Evet, "Taksim'de yapılan zaferin
provasıdır"![3]
Ve 2007 ile 2008'in yolunu açtığı
2009'la da "1 Mayıs moral ışığı oldu. Bu ışığın
yolunda ilerleyeceğiz." "1 Mayıs kürsüsü
Taksim'e konulmuştur. Artık kimse bu kürsüyü
kaldırmamalıdır," Süleyman Çelebi'nin
deyişiyle…
1 Mayıs 2009'un önemi: Onun yolunu
açtığı 1 Mayıs olmasıdır.
1 Mayıs 2009 muktedirin kalesinde önemli bir gedik
açtı. Açılan gedik ama büyüyecek/
büyütülecek olan bir gedik!
Bu "gedik"in önemini kavrayamayanlar;
önemsizleştirerek "küçümseme"ye
kalkışarak ucuz yalanlara sarılanlar da oldu; işte birkaç
örnek!
Birincisi; Mehmet Süha Alparslan'dan:
"- Müdürüm, alana 50 işçi
daha alabilir miyiz? - Makûllerse al içeri. - Makûl
değillerse? - At tokadı.
Evet, 1 Mayıs 2009'a damgasını vuran diyalog
bence bu.
Pangaltı, Halaskargazi, Beyoğlu, Bomonti'de
makûl olmayan göstericileri biber gazı ile uyuşturan,
Feriköy'de faşistlerin baltalı keserli desteği ile 1
Mayısçıları savuşturan İstanbul Emniyeti, görevini
başarılı bir şekilde gerçekleştirmenin gururu ile rahat bir hafta
sonu geçirmiştir umarım.
Ya alana giren makûller, izinliler?
32 yıl sonra 'Taksim'i fethettik' mi
diyecekler…
Alana izinlilerin dışında giremeyen, orantısız
güç muhatapları, yaralananlar, gözaltına alınanlar, darp
edilenler… Oligarşi makûlleri kutsadı!" size="2">[4]
Mehmet Süha Alparslan'ın naklettiği
"diyaloga" dair kendi yalanından başka bir tanık var mı? Yok
elbette!
İkincisi de; Nebat Bükrek'ten:
"Makûl grup hiç engellenmediği gibi;
bir an önce Taksim'e ulaşsın ve hızlansın diye
gazlandı… Vali ve emniyetin sınırlarını çizdiği
'makûl topluluk' Taksim'de anmasını
gerçekleştirirken binlerce emekçi, kamu emekçisi ve
komitenin çağrısına uyarak gelen katılımcı, polis
saldırılarından korunmaya çalışıyordu. Şimdi biz
gerçekten Taksim'e çıktık mı? Ya da emekçiler
gerçekten Taksim'e girdiler mi?" size="2">[5]
Evet, gerçekten Taksim'deydik! Hem de
kızıl sancaklarımızla ve dövüşe
dövüşe…
Hem de; "DİSK terörü" başlığı
ile manşetten verdiği haberinde bazı grupların Taksim Meydanı civarında
polis güçleriyle çatışmasının tüm sorumluluğunu
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'na yüklen Vakit
Gazetesi'nde yer alan haberde "Hak-İş ve Türk-İş
heyetleri Taksim'e gelip çelenk bırakırken, günlerdir
Taksim Meydanı inadını sürdüren DİSK, beraber geldiği sol
gruplarla beraber Taksim'i savaş alanına çevirdi,"
dediği gibi…
"Nihayet şunu da belirtmek gerekir ki,
herhâlde 1 Mayıs ile yan yana gelecek en son kelime
'makûl' kelimesidir! Hemen herkes 2009 yılı
'makûlde buluştukları için' İstanbul
Valisi'ni ve sendikaları övdü. Cihangir'den
Mecidiyeköy'e kadar geniş bir alanda gün boyu süren
sokak çatışmaları 'radikallerin aşırılıkları' diye
mahkûm edilip, 2009 yılı 1 Mayıs'ının sakin geçtiği
bile söylendi. Oysa sokak çatışmaları açısından 2009
yılının geçen 2008 yılından farkı yoktu ve 'makûlde
buluşmak' denilen durum hükümetin, valiliğin geri adım
atmasından başka bir şey değildi. 1 Mayıs'ta
'makûl' olmak gerektiğine ilişkin vaazlar
saçmalıktır. İşçi sınıfının kanı, canı pahasına
verdiği mücadeleleri simgeleyen 1 Mayıs neden
'makûl' diye tanımlanan tutumların, taleplerin egemen
olduğu bir gün olacakmış ki? 1 Mayıs'ın tarihi buna izin
vermez... Nitekim Kadıköy'e giden her daim
'makûl' Türk-İş'in yüzüne kimse
bakmadı, herkesin gözü 'makûl'ü zorlayan
Taksim'deydi.
Bugünkü sistem, egemen anlayış 1
Mayıs'a anlamını veren 'birlik, mücadele,
dayanışma' gibi değerleri makûl buluyor mu ki?
'Makûl'ü değil ama 'toplumsal
meşruiyeti' temel alması gereken işçi-emekçi hareketi,
kapitalist sisteme en sert eleştirilerini 1 Mayıs'ta yapmayacak da ne
zaman yapacak? Varsın 1 Mayıs işçilerin en 'aşırı'
taleplerini dile getirdiği, en 'gayri makûl'
sloganlarını haykırdığı bir gün olsun!" size="2">[6]
Evet böylesi bir anlayışla biz; "1
Mayıs'ta Taksim'e çıkılmasın" diyen liberallere
inat; hem de dövüşe dövüşe ve kızıl sancaklarımızla
Taksim'e çıktık…
İki bin kişiyle Taksim'e çıkarak bir
tabuyu yıktıklarını belirterek, "Taksim tabusunu yıkmak bizim
başarımızdır. Üyelerimiz Taksim'e çıkmıştır. 50
dakika orada kalmışlardır. İşçiler yıllardır süren
özlemlerini gidermişlerdir," diyen Hak-İş Genel Başkanı Salim
Uslu'dan; "1 Mayıs nisbeten olaysız kutlanırken Taksim'e
çıkan gruplar bir tabuyu yıktı. En anlamlı eylem ise '1977
katliamının failleri bulunsun' diyen Genç
Siviller'indi," diyen 'Taraf'çılardan farklı
bir şeydi bu…
Kapitalizmle hesaplaşmadan, darbeler gibi bilumum
olumsuzlukların nedeninin kapitalizm olduğunu ortaya koyan bir
kararlılığın cüretiydi 2009'un 1 Mayıs'ı…
 
I.2.1) 2009 TAKSİM'İNE İTİRAZ(LAR) VE
GERÇEK
 
Elbette her devrimci şey gibi devrimci 2009 1
Mayıs'ına da devrimci olmayan itiraz ve "eleştiriler"
geldi…
"1 Mayıs 2009 Değerlendirmesi ve Emek Partisi 1
Mayıs'ta Neden Kadıköy'deydi?" başlıklı talihsiz
"itiraz"da bunlardandı.
"1 Mayıs solcuların bayramı değildir!"
aslî argümanına temellendirilen bu indirgemeci/ ekonomist tutum
tarafından dillendirilen, "Taksim'de ne olmuştur ki?"
sorusuna, yine kendi kavlince verdiği yanıt şudur: "Vali ve
emniyetle anlaşan sendikalar, 'makûl bir sayı'da (isterse
bu sayı 10 bin olsun, isterse 50 bin) anlaşarak o sayıyla Taksim'e
çıkıp çiçek bırakmışlar; orada birer konuşma
yapmışlardır... Olan budur; ne daha fazla ne daha az!" size="2">[7]
El insaf!
Ya Taksim yolunu açan (arka sokaklarda dahil)
çatışma! Bun(lar)dan haberiniz yok mu? Kör, sağır
mısınız?!
Hatırlayın; Başbakan Tayyip Erdoğan, 1 Mayıs
kutlamaları için Taksim'de miting yapma konusunda ısrarcı
olmayan, hükümetin çağrısına uyarak Kazancı
Yokuşu'na çelenk koymayı kabul eden Hak İş ve Türk İş
konfederasyonlarının yönetimlerini kabul ve taltif etti…
Hak-İş yönetimi, Erdoğan'ın ardından
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ile TBMM
Başkanı Köksal Toptan tarafından da kabul edildi; bir kez daha taltif
edildi...
İşbirlikçilik buydu!
Bundan başka, "1 Mayıs" deyince bir
"reformcu", bir de "devrimci" olanı
vardı…
Yeri geldi; altını çize çize
anımsatalım: 2009 1 Mayıs'ı, 2007 ve 2008 1 Mayıslarında
gösterilen kararlılığın, devrimci irade ve direnişin
üzerinden, 2009'da da aynı kararlı tutum sayesinde kazanımla
sonuçlanmıştır.
Kitlelerin sergilemiş oldukları militan ve kararlı
duruş, bu duruş sonrasında devletin bir lütuf olarak sunsa da Taksim
meydanını "makûl" de olsa açmak zorunda kalması,
Taksim alanına 2007'den sonra tekrar ve daha kalabalık
çıkılarak, kürsü oluşturulması 2009 1 Mayıs'ında
mücadele eden tüm güçler için bir kazanım,
ileriye doğru bir adımdır. 
Bu kazanımın gerisinde, Pangaltı'dan
Taksim'e yürüyebilen kitlenin önünün
açılmasında, uzlaşmacı tutum değil, Mecidiyeköy'den,
Taksim'e kadar olan bölgede, sokak sokak yürütülen
direniş vardır.
Devletin estirdiği teröre ve tehditlerine rağmen
Taksim'de 1 Mayıs kutlamak için gelen binlerce
işçi-emekçinin, devletin geçmiş yılları aratmayan
terörüne karşı kitlesel direnişi, kararlılığı takdire
şayandır. Gösterilen kitlesel sokak direnişleri
önümüzdeki süreçte hak ve
özgürlüklerimizin nasıl elde edileceğinin bir
göstergesi olmuştur.
Tıpkı "esneklik" denilen "4/C
köleliği"ne karşı dövüşen Tek-el işçileri
gibi…
 
II. AYRIM: TEK-EL MÜCADELESİ
 
"Küreselleşme" alt başlıklı
neo-liberal talanın, kural tanımayan sınırsız emek
sömürücü ve kârın maksimizasyonu hedefi; 4-C gibi
emeğin köleleştirilmesinden tutun da, özelleştirmeye kadar
uzanan bilumum çılgınlıkları da devreye soktu, sokuyor
da…
Bunların böyle olması, işçi sınıfının
Tek-el işçileri örneğindeki gibi başkaldırısını da devreye
sokuyor…
 
II.1) ESNEKLİK, 4-C KÖLELİĞİ
 
Tekel işçilerinin direnişiyle gündeme
gelen ve sanki yeni bir şeymiş gibi konuşulmaya başlanan 4-C
statüsü, aslında oldukça eski bir uygulama olması
yanında, işçi sınıfı için tartışılanın çok
ötesinde bir anlama sahiptir.
Çünkü 4-C, devlet işletmelerinin ya da
devlete ait işyerlerinin kimi kollarının özelleştirilmesi sonucu
işlerini ve mevcut iş sözleşmelerinden kaynaklanan haklarını
kaybeden işçilerin; sözleşmeli personel olarak, yine devlete
ait kurumlarda ya da alanlarda hem geçici olarak, hem esnek
çalışma koşullarında, hem düşük ücretlerle
çalıştırılmalarını; hem de işçilerin mevcut
örgütlenmelerini ve örgütlenebilme dinamiklerini
engellemeyi öngörmektedir.
Bu uygulamanın ilk adımları Türkiye'de 12
Eylül 1980 darbesi ile atılmıştı.
İkinci adım ise, darbeden hemen sonra 1983 yılında
işbaşına getirilen Özal hükümetiyle atıldı. Yani ilk
Özal hükümetinden bu yana ve hiç şaşmadan tüm
burjuva hükümetlerce parça parça hayata
geçirilip, on binlerce işçi işsizliğe mahkûm
edildi.
Söz konusu uygulama ne AKP hükümeti ve
Erdoğan'la, ne de Türkiye ile sınırlıdır. AKP
hükümeti de, Erdoğan da kendilerinden çok evvel
başlatılmış ve tüm burjuva hükümetlerin uyguladığı ve
bundan sonraki tüm burjuva hükümetlerin de uygulayacağı
emperyalist/kapitalist uluslararası planı uygulamakla memur edilmişlerdir.
Bu da genel olarak iş alanlarının taşeronlaşmasına
yani esnekleştirilmesine ilişkin stratejidir.
Bunum içindir ki TÜSİAD Yönetim Kurulu
Başkanı Ümit Boyner, sadece Türkiye değil, tüm dünyada
yaygınlaşan istihdamsız büyüme sürecinin yeniden
tekrarlanma ihtimaline karşı işgücü piyasalarına esneklik
sağlamanın tek çare gibi gözüktüğünü
söylemiştir.
"Neden" mi? Biraz daha açarak izah
edersek:
"Nedir esnek işgücü piyasası? Esnek
olmayanı hangisidir? Esnek olmayanı, iş yasalarının geçerli
olduğu, sendika, grev, toplusözleşme hakkının işçilerin
kayıtlı çalıştırılmalarının hukuki zorunluluk olduğu
çalışma düzenidir. Bunu esnetmek demek, bu hakların
budanmasıdır kısaca. İşten çıkarmanın kolaylaştırıldığı,
tensikatın tazminat yükünden kurtarıldığı, mesai, uzun
süreli tepe tepe çalıştırma imkânlarının sınırsızca
kullanıldığı, vahşi kapitalizm dönemine dönüş talebi,
isteğidir. Esnek istihdam talebindeki gerekçeye bakar mısınız:
İşgücü, işsizlik artarken istihdam imkânı azalıyor...
Tam bir fırsatçılık…
Bu fırsatçılığı, bilindiği gibi 4-C
kepazeliği ile AKP iktidarı yapıyor. Onca işsiz varken 4-C merhametimize
niye burun kıvırıyorsunuz, diye tütün işçilerini
azarlıyorlar. AKP iktidarı neo-liberal uygulamaları ile kamuda tepe tepe
esnek istihdam politikası uyguluyor, tabii ki TÜSİAD da
isteyecek...
Bu arada, demokrasi denildiğinde mangalda kül
bırakmayan AB hatırına demokrat TÜSİAD'cıların 4-C
direnişindeki işçilere yokmuş gibi davranmaları dikkatlerden
kaçmıyor. Tütün işçilerinin direnişini, sendikal
haklar, örgütlenme, toplusözleşme hakkı mücadelesini,
demokrasi mücadelesinin dışında gören ve yokmuş gibi davranan
TÜSİAD'cıların, onların medyadaki, akademiyadaki pabucumun
demokratlarının maskesi bir güzel düştü. Hasan
Cemal'ler, Taha Akyol'lar, Cengiz Çandar'lar ve
onların taklitçileri, demokrasi deyince mangalda kül
bırakmayanlar, 4-C mücadelesi ile ilgili kaç satır yazdılar,
kaç kelam ettiler acaba?[8]
Hemen, hemen hiç…
Hem de; AKP tarafından "istihdam fazlası"
oldukları gerekçesiyle 15 bin 600 personeli kamu kurumlarına
yerleştirmek için çalışma başlatılıp;
hükümetin, söz konusu personelin "önemli bir
kısmını" 4-C kapsamında kamuda "değerlendirileceği"
ifade edilirken!
 
II.1.1) ÖZELLEŞTİR-ME TALANINA
ÖRNEK
 
Geçerken özelleştir-me talanına ilişkin
bir parantez açmak gerekiyor!
Bilindiği gibi özelleştirme, ihtiyaç
alanlarını sağlayan ekonomik kanalların piyasalaşmasını sağlamak
üzere, 1970'ler kapitalizminin krizini aşmasında önemli bir
icat olarak karşımıza çıkmıştı. Özellikle son 30 yıl
içinde öyle bir etki ve uygulama alanı yarattı ki, ideolojik
meşruiyetini sadece ve sadece "kamuya gelir sağlamak" gibi bir
cümleye dayandırabiliyor. Bu ideolojik hegemonya arkasına, ekonomiye
ve topluma musallat olmuş "hantal devlet"ten kurtulmayı da vaat
eden liberal düşünceyi alıyor.
Ama "kazı ayağı" Tek-el örneğindeki
üzere böyle ya da söylendiği gibi değil; şu örnekler
bile yeterli!
Mesela 'Tütün, Tütün
Mamülleri Tuz ve Alkol İşletmeleri A.Ş.' Genel
Müdürlüğü'nün 33 ildeki 200'e yakın
taşınmazı Resmi Gazete ilanı ile satışa çıkarılmasına
ilişkin olarak, Tekgıda İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, Tekel,
ihalelerin şaibesiz ve yandaşlara verilmeden kamuoyuna açık
yapılmasını isteyip, "Adeta birilerine yağma ediliyor, ucuz pahalı
demeden satılıyor. Fatura da işçiye çıkarılıyor,"
derken; Tekel'in Kartal Cevizli'deki arazisinin tahsis edildiği
Bilim ve Sanat Vakfı'nın başkanlığını iktidara yakınlığı ile
bilinen Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr. Mustafa Özel'in
yaptığı ortaya çıktı…
Gerçekten de Erdoğan'ın "AKP
iktidarı döneminde Tekel'in ne gayrimenkulü ve ne de
menkulü kimseye peşkeş çekilmemiştir" sözlerinin
ardından Tekel'in Kartal Cevizli'deki arazisine yapılmak
istenen İstanbul Şehir Üniversitesi'nin bağlı olduğu Bilim ve
Sanat Vakfı'nın (BİSAV) Yönetim Kurulu Başkanı'nın
iktidara yakınlığı ile bilinen Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr.
Mustafa Özel olduğu ortaya çıktı…
Prof. Özel'den önce ise vakfın
başkanlığını Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yapıyordu. Kartal
Belediye Başkan Yardımcısı İbrahim Doğan üniversite projesi adı
altında araziye "otel, alışveriş merkezi ve plazaların"
inşa edilmek istendiğini belirterek "İmar planları yapılırken
belediyenin tüm yetkileri gasp edildi. Arazinin tarikata bağlı bir
vakfa verileceği başından belliydi. Konuyu yargıya taşıyoruz"
dedi.
 
II.2) DEVLETİN TEK-EL KORKUSU
 
Tek-el korkusu, AKP'nin başat fobisidir; en son
1-2 Nisan 2010 Ankara'sında olanlar gibi…
Tek-el işçileri eylem programını
açıklamak için sendikanın çağrısıyla
Ankara'ya gitti ve Başbakanın da "Ülkenin güzel
günlerine gölge düşürmekle" suçladığı
işçiler devletin kuralsız saldırısına maruz kaldı…
Anımsayın; dört bir yanından gelen Tekel
işçileri önce şehrin girişinde, sonra da Türk-İş
önünde polis barikatıyla durduruldu. Polis Türk-İş'e
giden yollarda barikat kurdu. Biber gazıyla ortalık savaş alanı
gibiydi
Tüm engellemelere rağmen Tekel işçileri,
Ankara'da tekrar bir araya geldi. 4-C statüsüne
geçmeyi kabul etmeyerek Ankara'da eylem yapmak için
Türkiye'nin dört bir yanından gelen işçiler ve
destekçileri önce, şehrin girişinde, daha sonra da
Türk-İş Merkezi önünde polis barikatıyla durduruldu.
Hareketli saatlerin yaşandığı eyleme müdahaleyi, Ankara Valisi ve
Emniyet Genel Müdürü helikopterle havadan yönetti.
Sayıları 3 bin civarında olan işçiler için 5 binden fazla
polis memurunun görevlendirilmesi gözlendi.
Evet Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel,
"İşçilere polis müdahalesi talimatını hükümet
verdi," derken; Türk-İş Genel Merkezi'ne gitmek isteyen
işçilere çok sert müdahale eden polis orantısız
güç kullandı.
Özetle 12 bin polisin bulunduğu Ankara'da 7
bini aşkın polisin ablukası altındaydı işçiler.
KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek konuya ilişkin
açıklamasında Tekel işçilerinin, Türk-İş'e
gitmelerinin engellenmesinin hiçbir hukuksal dayanağı olmadığını
belirterek, "Polisin ve Ankara valisinin medyaya yansıyan provokasyon
iddiaları da asılsız ve komiktir. Gerçekleşen polis
saldırılarında olayları provoke eden bizzat polisin kendisi
olmuştur," dedi.
Mehmet Y. Yılmaz'ın ifadesiyle "Tekel
işçilerinin Ankara'da Türk-İş Genel Merkezi'ni
ziyaretlerine karşı izlenen şiddetle bastırma ve yıldırma politikası
hükümetin 'demokrasi anlayışını' ortaya koyan bir
tür turnusol kâğıdıdır… Bu da AKP'nin 'cici
demokrasisi' işte!"
Ama bu kadarla da "sınırlı" değil!
Örneğin Ankara Valiliği, 78 gün eylem yapan 123 Tekel'ci
hakkında altı ayrı dosya oluşturarak savcılığa suç duyurusunda
bulundu. Tek Gıda-İş Sendikası Başkanı ile konfederasyon başkanları
da suçlandı…
Özetle Tek-el işçilerinin, 1 Nisan
2010'da Ankara Valiliği'nin tüm engelleme girişimlerine ve
tehditlerine rağmen Sakarya Caddesi'ne girip, ikinci günde de
azgın saldırılara maruz bırakılmasının ardında yatan devletin Tek-el
işçilerinden nefreti ve onların sınıf hareketinin öncü
simgesi olmasından kaynaklanıyordu…
Hatırlanacağı üzere Bülent Arınç,
18 Ocak 2010'da TRT 1'deki konuşmasında, "Ben,
toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe
hâline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim...
Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi
yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü
hiç etkili değiller ama karşımızdaki muhalefet sokağa
çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz,
gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden
iktidar yıpratılmaya çalışıyorsa, ben bir siyasetçi olarak
bundan çekinirim, endişe ederim
," derken bu korkuyu dile
getiriyordu…
Gerçek odur ki eylemleriyle Tek-el
işçileri, egemenler için haklı bir korku
kaynağıdır…
Örneğin Tire'de 2010 Şubat ayında yapılan
meşaleli yürüyüşe katılanlar emniyette sorgulandı.
Emniyete çağrılan yaklaşık 90 kişiye 'Hükümete
karşı mısınız? Neden kaldırımda değil de yolda
yürüdünüz?' gibi sorular
yöneltilmiştir…
Tek-el işçilerine destek vermek için
Adana'da yürüyüş yapan 50'den fazla kişiye
Kabahatler Kanunu'na göre 143 lira ceza kesildi; hem de
'Adana Özgürlükler Derneği' Başkanının
ifadesiyle, "Yürüyüşlerde hiç olay
çıkmayıp, çevreye hiç zarar
verilmemişken"…
İstanbul'da Çekmeköy Mehmetçik
Lisesi'nde okuyan 24 öğrenci, okulda Tek-el işçilerine
destek etkinliği düzenledikleri için ilçe milli eğitim
müdürlüğünün kararıyla okuldan
atıldı…
Tez-Koop-İş Sendikası'nın
örgütlü olduğu TÜBİTAK'ta, Tek-el
işçilerine destek vermek amacıyla düzenlenen 4 Şubat 2010
tarihinde işe gitmeme eylemine katılan Aynur Çamalan'ın
işine son verildi...
Örnekler çoğaltılabilir; ama bu kadarı
bile yeter de artar…
"İyi de bunlar neden" mi? Gayet basit:
Tek-el işçilerini ısrarlı sınıfsal mücadele kararlığı ve
azminden…
 
II.3) TEK-EL'İN ÖNEMİ
 
Bir turnusol kağıtı olan Tek-el, sınıfın yeniden
başlangıcı için kilit önemdedir…
Kolay mı? "77 gün! Tam on bir hafta eder,
iki buçuk aydan fazla! Türkiye'nin dört bir
köşesinden kopup 15 Aralık günü Ankara'ya gelen Tekel
işçileri, 77 gün boyunca kar ayaz demediler, polis copu gaz
demediler, mahrumiyet özlem demediler, bozkırın ortasına
yerleştiler, mücadele ettiler, direndiler ve ilk raundu kazandılar!
Danıştay'ın Tekel işçisine 4-C kölelik
sözleşmesini imzalamak üzere hükümet tarafından
tanınmış olan 30 günü aşırı derecede kısıtlayıcı bulan
kararı, aynen gerilim filmlerinin son dakikalarında kurtuluşun kapısını
açan olay gibiydi. Karar açıklanmasaydı, işçiler,
hemen ertesi gün, 4-C kölelik sözleşmesiyle işsizlik
arasında bir seçim yapmaya zorlanacaktı. Hükümet ve
burjuvazi işçilerin tamamının çözüleceğini,
hepsinin 4-C'yi imzalayacağını, mücadelenin ciddi hiçbir
kazanım elde etmeden sona ereceğini ve böylece Tekel işçisinin
yenilgisini gören işçi sınıfının 'baksana
mücadeleyle de olmuyor' diye yeniden geri çekileceğini
nasıl heyecan ve umutla bekliyordu!
Ama Danıştay kararıyla birlikte mücadelede yeni
bir gün doğdu. Şimdi Tekel işçisi, belirsiz bir süre
boyunca mücadelesine devam etme olanağına kavuşmuş durumda. Bu
olanak iyi kullanılırsa, bugün ilk raundu kazanan işçi,
mücadelenin tamamını da kazanabilir ve bu toprakların bütün
işçilerine ve emekçilerine nasıl mücadele edileceğini
gösterebilir.
Danıştay kararını 'hukuk sözünü
söyledi' ya da 'hak yerini buldu' türünden
dar hukuksal kalıplar içinde ele almak, son derece yanıltıcı. Her
yargı kurumu, en azından önemli davalarda, kararlarını, yaşanan
somut anın somut gelişme ve güç dengelerinin ışığında ve
etkisi altında verir. Bu kararda elbette hükümet ile yüksek
yargı kurumları arasında son yıllarda süregiden, son haftalarda ise
doruğuna ulaşan sürtüşmelerin etkisi olabilir. Bu, Türkiye
hâkim sınıflarının kendi aralarındaki çekişme ve
çatlakların, işçi sınıfı ve emekçiler
açısından eşi bulunmaz olanaklar yarattığını somut olarak
gösteren bir örnektir.
Ama bundan çok daha belirleyici olanı şudur:
Tekel işçisi bu kararı 77 günlük direnciyle, azmiyle,
fedakârlığıyla kopardı aldı. Tekel işçisinin Danıştay
kararı aracılığıyla elde ettiği bu kısmi zafer, bu bakımdan
Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemi olan 15-16
Haziran'ın büyük zaferine benziyor…
Bugün Tekel işçisi elbette 15-16 Haziran
gibi bütünsel bir zafer kazanmadı, sadece kısmi bir zaferdir elde
edilen. Ama iki durumun benzerliği, Danıştay kararına formalist bir hukuk
yaklaşımıyla bakmanın yanlışlığını hatırlatıyor.
İşçi sınıfının uluslararası tarihinin
yüz aklarından Paris Komünü (1871), 72 gün ayakta
kalabilmiş, daha sonra burjuvazinin rövanşist saldırıları altında
can vermişti. Tekel işçilerinin Ankara'nın göbeğinde
kurdukları 'Sakarya Komünü', 77 gün
(çadırların söküldüğü günü de
sayarsak 78 gün) yaşadı! Ve yenilgiyle sonuçlanmadı.
Elbette Paris Komünü, işçi
sınıfının tarihte ilk kez siyasi iktidarı burjuvazinin elinden aldığı
ve kendi kendini yönettiği bir deneyimdi. Tekel işçisinin
Ankara'nın Sakarya bölgesinde kurduğu 'Direniş
Sokağı' bu anlamda Paris Komünü ile aynı
ölçekte ele alınabilecek bir tarihsel olay değil.
Ama Paris Komünü uluslararası işçi
sınıfının belleğine onurun ve özgürlüğün bir
simgesi olarak kazınalıberi, değişik türden toplumsal mücadele
deneyimleri de 'komün' olarak anılıyor. Örneğin
üç yıl önce, Meksika'nın Oaxaca eyaletinin
başkentinde işçiler, emekçiler ve yoksul halk, şehrin
resmî yönetimini felç ederek her yeri halk tarafından
yönetilen bir özgürlük alanına çevirince,
iktidarın sınıf karakteri değişmese de bir 'Oaxaca
Komünü'nden söz edildi…
Kelimenin bu dar ve sınırlı anlamında, Tekel
işçisinin Ankara'da Türk-İş önünde
oluşturduğu işçi özgürlüğü alanı,
özellikle çadırkentin kurulduğu Ocak ortasından itibaren,
'Sakarya Komünü' olarak anılmayı hak ediyor. Modern
Türkiye tarihinde bu deneyime benzer tek bir deneyimden söz
edilebilir: Zonguldak madencilerinin, Aralık 1990'da, kentin neredeyse
bütün emekçi halkının desteğiyle bir ay boyunca şehri
bir özgürlük alanı hâline getirmeleri bazı
bakımlardan benzer bir özellik taşır.
Neden mi 'Komün'? Çadırkenti
ziyarete giden herkes oranın nasıl bir özgürlük alanı
olduğuna tanıklık edecektir. Baskı güçlerinin kendilerini
gösteremediği bir yerdi Sakarya çadırkent. Hükümet o
iradeyi bulabilse, çadırkenti fiziksel anlamda bir gece sabaha doğru
yapacağı bir baskınla yerle bir edebilirdi. Ama bütün mesele de
burada ya: Hükümet o iradeyi bulamadı. Tekel işçisinin
mücadele gücü, kararlılığı ve her şeyden önemlisi
bütün toplum nezdinde destek bulan haklılığı ve meşruiyeti,
devletin çadırkenti yıkmasına izin vermedi. Böylece,
burjuvazinin hâkimiyetindeki bir devletin, üstüne
üstlük eli sopalı bir devletin başkentinin orta yerinde,
işçi sınıfı bir özgürlük alanı yaratmış oldu. Bu
özgürlük alanında, her şey ortaklaşa yaşanıyordu.
Bu özgürlük alanı, 12 Eylül
gericiliğinden bu yana toplumun çeperine itilmeye
çalışılan, halka öcü gibi gösterilen sosyalist
hareketlerin işçi sınıfıyla dostça, kardeşçe ve
özgürce yaşadığı bir alan hâline geldi aynı zamanda. Her
an polis baskısı ile yaşayan sosyalistler, bu özgürlük
alanında bayraklarıyla, sloganlarıyla, bütün sembolleriyle
özgürce var oldular. Üstelik, bazılarının sandığı gibi
bu bir parazit ilişkisi değildi. Çadırlarda konuştuğumuz
işçiler arasında o kadar çok insan 'ben bugüne
kadar sosyalistler hakkında ne kadar yanlış
düşünmüşüm' dedi ki! Dahasını söyleyeyim
(gerekirse çadır ve insan ismi de veririm): Daha ilk
tanıştığımızda kendisinin 'ülkücü' olduğunu
(ve sosyalist fikirlerin etkisinde kalmaya başlayan birçok
işçiden farklı olarak) 'ideolojisine ihanet
etmeyeceğini' ifade eden bir işçi ne söyledi biliyor
musunuz? Sosyalist gruplar olmasa, direnişin kesinlikle bu kadar uzun
sürmeyeceğini!
Nihayet Tekel işçisi ve Sakarya bu 77 gün
boyunca, Türkiye'nin işçisinin, emekçisinin,
yoksulunun, ezileninin Mekkesi hâline geldi. 17 Ocak mitingi ve 20
Şubat eylemi için onbinler Ankara'ya aktı. Ülkenin
dört bir köşesinden emeğe saygı duyan sayısız siyasi,
toplumsal, yerel çevre Sakarya'yı ziyaret etti. Sakarya sadece
Tekel işçisinin değil, Türkiye işçisinin ve
emekçisinin tamamının özgürce nefes alıp verdiği yer
oldu."[9]
Tam da bunun için Tek-el direnişine kadar
işçi sınıfı, pek çok cephede peş peşe alınan çok
sayıda yenilgiden sonra adeta üzerine "ölü
toprağı" serpilmiş gibiydi. Sendikalar çoğunlukla,
üyelerinin hak ve çıkarları ile sınırlı mücadeleler
yürütürken, örgütsüz milyonlarca işçi
ve emekçi açısından itibarlarını büyük
ölçüde yitirmiş durumdaydılar. Özellikle son
birkaç yıl içinde sınıfın hak kayıpları hızlanmış;
sendikalar, üyelerinin daha fazla hak kaybına uğramaması için
haklarından bir bölümünü kaybetmeye rıza
göstermeye başlamışlardı. Esnek çalışma, kriz nedeniyle
ücretlerin düşürülmesi, kısa çalışma
ödeneği uygulamaları gibi, bugünden bakıldığında kriz
koşullarında kurtuluş gibi görülen pek çok düzenleme
hayata geçirildi. Özellikle son yıllarda yoğunlaşan
bütün bu gelişmeler, sınıfın iç
çözülüşünü ve kendi içinde
yaşadığı parçalanmayı daha da artırıcı bir etki
yarattı.
Tek-el işçilerinin örnek mücadelesi,
tamamen çözüldüğü, hatta yok olduğu ilan edilen
işçi sınıfı mücadelesinin gücünü dost
düşman herkese yeniden hatırlattı. İşçiler için
nesnel olarak gelişmekte olan gerçeklerin, öznel yönden de
kavrandığında sınıfın oluşum sürecinin en somut örnekleri,
direniş süresinde belirgin bir biçimde
görüldü.
Bugünden sonra herhangi bir alanda
yürütülecek mücadelede Tek-el direnişinin ilk referans
olacağını söylemek mümkün. İzmir'deki Tariş İplik
Fabrikası'ndan atılan 600'e yakın işçinin fabrika
önünde mücadele etme kararı almış olması, şimdiden en
taze örnek olarak dikkat çekiyor. Benzer şekilde Sinter Metal ve
Çemen Tekstil işçileri gibi hakları için direnen
işçiler, Tek-el işçilerinin kararlılığını ve
mücadelesini kendilerine örnek alıyorlar.
Bu bağlamda Tek-el bir örnektir.
Giderek yaygınlaşan işçi hareketi dalgası
Tek-el işçilerinin eylemi ile başladı. Tariş İplik ve Dokuma
Fabrikası'ndaki ve Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi'nde
bulunan Çemen Tekstil'deki grevle sürüyordu.
 
II.3.1) TEK-EL'İN
ÖĞRETTİĞİ
 
"Tekel direnişinden emekçilerin
öğrenecekleri o kadar çok şey var ki... Sınıf olmayı,
kapitalizmin dayattığı bireyci yaşama inat dayanışmayı, dostluğu,
kardeşliği, mücadeleyi, direnci öğrenmek gibi.
Bu eylem bizlere sendikaların gerçekten sınıf
örgütü olup olmadıklarını anlamamızı
sağladı…
İşte Tekel emekçilerinin direnişi,
kapitalizmin baş aşağı götürmeye çalıştığı, emek
değerlerine karşı bir direniş hattının oluşturulmasının ilk
nüvesidir.
Uzun süredir, sessiz ve direnme yetilerini
kaybetmiş, her kaybı sineye çeken Türkiye işçi
sınıfı; istenirse, göze alınırsa sermaye saldırılarına karşı
konulabileceğini tekel eylemi ile gösterdiler.
Sadece emekçiler değil, sol ve sosyalist
kesimler de bu süreçten dersler çıkarmışlardır.
Kapitalizmin yarattığı yoksullaşma ve ötekileşme sonucu oluşan
geniş halk yığınları, sol politikaların uzağında yaşıyorlar. Oysa
yoksul toplum kesimlerinin yaşamlarına müdahale edici politikalar
üretildiği oranda, ciddi bir toplumsal muhalefetin örülmesi
mümkündür.
Ancak böyle bir toplumsal muhalefetin
örülebilmesi için, geniş halk yığınlarına, dışarıdan
bilinç götürmek yerine, bizzat mücadelenin öznesi
olmak ve içinde mücadele etmek gerektiğini bu eylem
hatırlattı.
Tekel direnişi ırkçı şoven politikalara
karşı, emekçilerin barışın harcı olabileceklerinin de
ispatıdır. Nitekim düne kadar egemenlerin ayrıştıran
düşmanlaştırılan politikalarının etkisindeki emekçiler, bu
eylemde emeğin barışının, ancak halkların barışından
geçtiğini gördüler. Hükümet yetkililerinin eylemi
bölen ayrıştıran açıklamalarına rağmen Sakarya caddesinde
Kürt ve Türk emekçileri birlikte kazanacaklarını
biliyorlar.
Kuşkusuz Tekel eylemi emekçilerin kırılan
umutlarının yeşermesine neden oldu. Ve bir başka dünyanın
mümkün olduğu konusunda yeni bakış açısı
yaratı."[10]
Nihayet "Tekel işçisi, bireysel
düzeyde üzerine düşeni önemli ölçüde
yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ama sanırım temel sorun, Tekel direnişinin
başından bu yana sendikaların tutumunda. Direniş sürecinde bu
köşede defalarca belirtildiği gibi, bu direniş, işçi
sınıfı mücadelesi tarihinde önemli bir yer edindiyse; bu,
sendikal önderlik ya da sendikal dayanışmanın değil doğrudan Tekel
işçilerinin ve onların yanında olan emekçilerinin
eseridir
…"[11]
 
II.3.2) LİBERALLER, ULUSAL
"SOL"CULAR!
 
Sendika bürokratlarının maskesini indirmekle
kalmayan Tek-el mücadelesi, "yeni ve demokratik bir yapı
isteyenler"in siyasi sözcüsünün AKP olduğuna
inanan liberal yalanı da yerle yeksan etti
Ya da "Tekel işçilerinin eylemleri hem
medyada hem toplumda çok yankı yaptı. Medyanın bir kısmı ve
muhalefet, AKP hükümetini yıpratır umuduyla, direnişe dört
elle sarıldı,"[12] diyen zihniyet
karşısında; "Tekel direnişi, hükümet için bir
turnusol kağıtıdır. Tekel işçilerine saldıran bir
hükümet, darbecilerle mücadele ettiğine kimseyi
inandıramaz,"[13] diyen Seyfi
Öngider'i saptamasını doğruladı…
Ya "Koşullanmış akıllara aykırı
görünse de, emperyalist sermayenin ve siyasetin kuşatması
altındaki Türkiye'de, orduyla işçi sınıfı arasında
bir yazgı ortaklığı olduğunu düşünüyorum.
Zulmedilen Tekel işçisiyle polis arabalarına
tıkılarak karakollara ve adliye binalarına götürülen emekli
ya da görevdeki subay arasında bir kader yakınlığı
görüyorum.
Bu yazgı ortaklığı, kader yakınlığı dediğim
şey, aslında Türkiyemizin geleceğidir.
Geleceğin bağımsız, onurlu, demokrat, sosyal adalet
ilkelerinin egemen olacağı Türkiyesi; laik, yurtsever,
Cumhuriyetçi orduyla ve işçi sınıfıyla savaşarak ve onlar
çökertilerek değil, onlardan güç alarak kurulabilir.
Yaşamakta olduğumuz Türkiye gerçekliği
süreçlerinde işçi sınıfı ve ordu birbirini daha
yakından tanıyıp anlamaya çalışmalıdır," size="2">[14] diyen Ataol Behramoğlu mu?
İşçi sınıfı, orduyu, darbeleri
geçirildiği işkence tezgâhlarından, örgütlerinin
kapatılmasından, ücretlerin dondurulmasından, kitlesel işten
atılmalardan… gayet iyi bilir; tıpkı "ulusal sol"
yalakalığın ne anlam taşıdığını bildiği gibi…
Tek-el'i tanımlayan tek şey emek eksenli
sınıfsal dayanışmadır; hepsi bu!
 
II.4) ONLARA MÜTEŞEKKİR VE
MİNNETTARIZ
 
Neo-liberal karşıdevrimin kamusal varlıkları
sermayeye peşkeş çekme, güvencesizleştirme,
taşeronlaştırma, esnek istihdam kavramları kadar, sınıf dayanışması,
direniş, özveri, kararlılık gibi unutturulmak istenen ulvi
kavramların tekmili Tek-el işçileriyle
Sakarya'daydı…
Onlar biz(ler)e unutulan/ unutturulmak istenen bir
ütopyanın azmini anımsattılar!
Evet, evet Sakarya Komünü hiç
unutulmayacak…
Tek-el şimdi tüm coğrafyamıza yayıldı;
İstanbul'da Marmaray ve iftaiyeciyle, İzmir'de Tariş'le,
Antep'te Çemen Tekstil işçisiyle her yerdeki
ezilenlerle…
Hak-İş Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa
Paçal'ın, "Küreselleşmeye, AB'ye, sosyal
diyaloğa, sivil toplumculuğa karşı 'hayırcı' bir
çizgiden, 'evet ama nasıl olmalı?' çizgisine
gelebilirsek yeni sendikal stratejiler için önemli adımlar
atabiliriz. Aksi hâlde sendikal hareketi ulus-devletlerin,
milliyetçiliğin dar alanından kurtaramayız," diye liberal
zırvalara sarıldığı bir kesitte; Tek-el işçilerine ve
mücadelelerine; Hamdullah Uysal'ın aziz anısına
müteşekkir ve minnettarız…
O hâlde, "Teşekkürler size,
bütün bir 2010 kışını Ankara'da geçirenler,
80 gün sonra başları dik, gururla
çadırlarını toplayanlar.
Siz sadece kendi meselenizi savunmadınız.
Siz sadece Tekel işçisi değildiniz.
Siz Türkiye'nin dört bir yanında
güvencesiz çalışanların, işçi cehennemlerinde sesi
kısılanların, işsizlerin yoksulların sözcüsü
oldunuz.
Bilinmeyen, görülmeyen, göz ardı edilen
hatta unutulan, unutturulan bir meseleyi; Sınıf meselesini, sosyal meseleyi
boylu boyunca ortaya koydunuz.
Teşekkürler size, moral verdiniz. Bundan
böyle haksızlığa uğrayanların, hakları gasp edilenlerin seslerini
daha cesur çıkacak.
Herkese bir kez daha gösterdiniz: Mücadele
edenler hep kazanmaz ama kazananlar hep mücadele edenlerdir
.
Mücadele edenlerin kendi hukuku yarattığını
öğrettiniz. Bir parkta bile toplanmanıza tahammül edemeyenler 80
gün boyunca Ankara'nın merkezinde yarattığınız fiili durumu
izlemekle yetindiler.
Yasallıkla meşruluğun çok farklı şeyler
olduğunu öğrettiniz. Meşru olmayan yasaların bir hükmü
olmadığını kanıtladınız.
Siz, tıpkı 1961 yılında Saraçhane
Meydanı'nda toplanan 100 işçi gibi,
Siz, tıpkı 1963'te Kavel fabrikasındaki
"kanunsuz" ama meşru grev gibi,
Siz, tıpkı 15-16 Haziran 1970'deki on binlerce
işçi gibi,
Siz, tıpkı 1989 baharındaki kamu işçileri
gibi Türkiye işçi sınıfı tarihinde bir kilometre taşı
oldunuz.
Teşekkürler size, direnişinizden sonra sınıf
hareketinde hiçbir şey artık eskisi gibi olamaz.
Siz çıtayı yükseltiniz, moralleri
yükseltiniz.
Belki uyuyan sendikaların ve sendikacıların pek
çoğunu uyandıramadınız ama sınıfın diri ve dinamik kesimine
örnek oldunuz.
Tekel bir simgeydi. Tekel satıldı, peşkeş
çekildi.
Ama siz öyle bir final yaptınız ki yıllarca
unutulmayacak.
Tekel'i bir mıh gibi toplumun bilincine
çaktınız.
Az iş başarmadınız, sizin etrafınızda kocaman bir
toplumsal ittifak oluştu.
Sizin etrafınızda emek silkindi, sizin etrafınızda
derinden derine bir dayanışma yaratıldı.
Teşekkürler size!" size="2">[15]
Size ve parçası olduğunuz işçi
sınıfına; onun mücadele azmine; 2009'daki gibi Taksim'in
yolunu açan ve 2010'da da açacak
cüretine…
Toparlarsak; Bilgesu Erenus'un deyişiyle,
"Tekel İşçilerinden öğrenilen aslında, bilip de
unuttuklarımızdır!"[16]
Tek-el işçileri bir kıvılcım
çakmışlardır. Fakat bu kıvılcım henüz bozkırı
tutuşturmaktan uzaktır.
Şimdi Tek-el'in yeniden anımsattıklarını
alanlara taşımak gerekiyor.
Tekel direnişinin ruhunu büyütmek güncel
bir görevdir.
 
8 Nisan 2010 16:03:45, Ankara.
 
N O T L A R
[*] size="2">11 Nisan 2010 tarihinde Antakya Aka-Der'in düzenlediği
"Egemenlerin Tarihsel Bunalımı ve 1 Mayıs" başlıklı panelde
yapılan konuşma… 16 Nisan 2010 tarihinde Ankara Aka-Der'in
düzenlediği "1 Mayıs: Esaret Zincirlerini Kıralım"
başlıklı panelde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:4, No:128, 15
Nisan 2010…
[1]
Murathan Mungan, "Bana Geri Ver".
[2]
Hakan Koçak, "İşçi Sınıfının Uzun Taksim
Yürüyüşü", Toplumsal Tarih, No:185, Mayıs 2009,
s.53.
[3]
"Taksim'de Yapılan Zaferin Provasıdır", Mücadele
Birliği, No:138, 6-20 Mayıs 2009, s.12-13.
[4]
Mehmet Süha Alparslan, "Makûl İşçiler
İçeri", Birgün, 5 Mayıs 2009, s.9.
[5]
Nebat Bükrek, "Biz Taksim'e Girdik mi?", Evrensel, 5
Mayıs 2009, s.2.
[6]
Seyfi Öngider, "1 Mayıs 'Gayri Makûl' Olma
Günüdür!", Radikal İki, 10 Mayıs 2009,
s.5.
[7]
İ. Sabri Durmaz, "1 Mayıs'ta Taksim'de Ne Oldu, Ne
Yapıldı?", Evrensel, 6 Mayıs 2009, s.8.
[8]
Mustafa Sönmez, "İşsizlik Çarpıtmaları ve Pabucumun
Demokratları...", Cumhuriyet, 17 Şubat 2010, s.12.
[9]
Sungur Savran, "Sakarya Komünü'nün Zaferi!",
Radikal İki, 7 Mart 2010, s.6.
[10]
Murat Işık, "Direnişin Öğrettikleri…",
Günlük, 14 Şubat 2010, s.4.
[11]
Özgür Müftüoğlu, "Tekel Direnişinde Sendikalar
Hatalarını Tekrarlamamalı…", Evrensel, 19 Mart 2010,
s.4.
[12]
Atilla Yayla, "Tekel İşçileri ve Bir İstihdam Aygıtı Olarak
Devlet", Zaman, 19 Şubat 2010, s.26.
[13]
Seyfi Öngider, "Tekel Çadırı En İyi
Sığınaktır!", Radikal İki, 28 Şubat 2010, s.1.
[14]
Ataol Behramoğlu, "İşçi Sınıfı ve Ordu", Cumhuriyet,
27 Şubat 2010, s.6.
[15]
Aziz Çelik, "Teşekkürler Size!", Birgün, 4 Mart
2010, s.4.
[16]
Bilgesu Erenus, "Biz Daha Özgür Yazalım Diye…",
Evrensel Kültür, No:220, Nisan 2010, s.74.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder